Monday, August 07, 2017

DEVLET TARTIŞMALARI ÜZERİNE

Devlet tartışmalarına katkı –I

Yasin Kaya, Ferda Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak istiyorum ([1]. Bu teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki  bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok daha fazla yararlanmış olduğum içindir.
Bu katkılardan iki açıdan yararlandım. Birincisi, benim de üzerinde düşünmeye, savunmaya devam etmekle birlikte zaaflarının da ayırdında olduğum noktaları yakalayarak, öncelikle yoğunlaşılması gereken noktalar konusunda karar vermemi kolaylaştırdılar. İkincisi, bu katkılar, daha önce önemlerinin tam olarak ayırdında olmadığım sorunları, akıl yürütmemdeki zaafları, alet çantamdaki eksikleri görmemi kolaylaştırdılar.
Umarım, bu katkılardan yararlanmış olma durumunun ürünlerini aşağıdaki yazıda sunmayı başarabilirim. Bu yazıda, öncelikle Yasin Kaya ve Ferda Koç’un uyarı, eleştiri ve saptamaları üzerinde duracağım. Bu yazının gelecek hafta “sol.org” sitesinde yayımlamayı planladığım ikinci kısmında da sevgili Aydemir’in yazısıyla “konuşmayı” deneyeceğim
-I-
Yasin Kaya’nın “Devlet üzerine: Ergin Yıldızoğlu'nun açtığı tartışmaya bir katkı denemesi ( sendika.org; 04 Şubat 2012) başlıklı yazısından başlarsam... 
Yasin’in, Devleti kaynağı kendinde bir rasyonalite ve eylem gücü barındıran bir “fail” olarak (antropomorfizm)  görülmemesi gerektiğine ilişkin saptaması gerçekten de çok yerinde bir uyarı. Bu “antropomorfizm” yalnızca devleti üren toplumsal ilişkilerin görülmesini zorlaştırmakla kalmıyor, devletin belli iktidar (karar alma) noktalarındaki insanların sorumluluklarını da saklamalarına yardım ediyor. Bu bağlamda aklıma, Büyük Marmara Depremi’den sonra  toplum içinde siyasilere yönelik eleştiriler yükselirken, Demirel’in “aman devleti yıpratmayalım” uyarısı geliyor. O zaman Cumhuriyet’te, “Bu hasarın bu kadar büyük olmasına yol açan kararları kim aldı?” diye sormuştum.  Bunları alan hükümetleri, bakanları biliyorduk. Devleti korumaya çalışır görünenlerin aslında kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
Ancak devletin gerek bir organizma, gerekse de iktidar noktalarını birleştiren bir ağ olarak, “yapısal bir belirlenme altında” yaşadığına ilişkin uyarıları da göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum.
Kapitalist toplumda devlet yalnızca kapitalist ilişkileri yeniden üretir, Çünkü devlet bu ilişkilerin (isterseniz “siyasi alanda” notunu da ekleyebilirsiniz) bir “fenomenal formudur”.
Bu nedenle kapitalist devletin biçimini, rejimini, halkçı, emekten yana reformlar yoluyla değişmeye zorlamanın, bir mutlak, “varlığa” ilişkin, sınırı vardır. Bu sınırı da emek sermaye ilişkisinin yeniden üretim koşulları koyar. Reformların devam edebilmesi için bu çelişkinin çözülerek sınırın kaldırılması gerekir. Bu anlayışı,  Lenin’in “İki taktik” kitabında değindiği “sürekli devrim” kavramında, “Nisan Tezleri”nde, Troçki’nin “geçiş programı” kavramsallaştırılmasında,  son bir örnek olarak Küba Devrimi sürecine bakınca da, Castro ve  arkadaşlarının, bu sınırla karşı karşıya kalınca daha önce önlerine koymadıkları adımları atmaya başlamak zorunda kalmalarında görebiliriz.
Yasin’in “Devletin varlığı değişmez mi?” başlıklı bölümünde gündeme getirdiği kaygılar uyarılar da bence devleti düşünmeye yardımcı olacak yöndeydi. Örneğin, benim Platon/Eflatun’un materyalist bir okunmasından türetmeye çalıştığım kavramsallaştırmaya ilişkin uyarısı çok yerindeydi:
Yasin “bu üç soyutlama düzeyi arasında geçişler yaparken mekanik çıkarımlardan kaçınmamız gerekiyor. Yüksek soyutlama düzeyinde kavradığımız devletin varlığından, ampirik inceleme yapmaksızın, mantıki çıkarımlarla devletin varoluşuna ve buradan da görüntüsüne ulaşamayız” diyor. Ben “varlık-varoluş- görüntü” kavramlarını düşünme araçları (felsefi bağlamda) olarak kullanıyorum, bir modelin içindeki birinden diğerine geçilen düzeyler olarak değil.
Şöyle örnekleyebilirim sanıyorum: Günlük yaşamda polisin işçilere halka karşı davranışında bir sertleşme, devletin bazı kesimlerinde keyfi, yasaları yok saymaya başlayan gelişmeler, ekonomi alanında, seçimden önce verilen sözlerin, seçimden sonra, bir IMF toplantısının ardından unutulması vb., gibi zamanda ve mekanda sabitleyebileceğimiz olguları soruşturmaya başlayınca, bu görüntülerden hareketle, yaşananları tanımlamaya “teorize” etmeye çabalarken “varoluş” özelliklerine ulaşmaya başlıyoruz. Bu noktada, düşünmeye devam edebilmek için “rejim” ve “devlet biçimi” kavramlarından yararlanabileceğimizi görebiliyoruz. Bu noktada karşımızda beliren olgularda ve ulaştığımız sonuçlarda bir sınıfsal ilişkinin “semptomları” olabileceğini düşündüren bir sapma (bias- “nalıncı keseri”) saptamaya başlıyoruz. Devletin tüm siyasi, ideolojik kültürel çıktıları, devleti topluma sunan söylem hep bu “sınıfsal ilişkiyi” saklama yönünde etki yapıyor. Bunu görmeye başladığımızda, Jacques Lacan’ın “Reel” olarak betimlediği şeyle, devletin “Reel”i ile karşı karşıya kaldığımızın da ayırdına varıyoruz. Bu “Reel”in, tanımı gereği kendini doğrudan değil de yarattığı etkilerde belli ettiğini düşünerek,  “bu devleti, zaman ve mekana ilişkin tüm özelliklerinden (Reel’in semptomlarından) soyutlarsak geride ne kalır?” sorusunu soruyoruz.
Bu soruya cevap olarak da, karşımıza, Marx’ın Kapital III. Cilt’den aktardığım, doğrudan üreticilerle üretim araçlarının sahiplerinin arasındaki ilişkiye, karşılığı ödenmemiş artık emeğin  doğrudan üreticilerden alınış biçimine ilişkin saptamaları çıkıyor. Bu ilişkinin hem devletin varlığını düşünmeye ve hem de bu bağlamda farklı devletleri düşünmeye yardımcı olduğunu görüyoruz.
Devletin “varlığı”nın bu bağlamda bizi iki mutlak sınırla karşı karşıta bıraktığını söyleyebiliriz. Birine yukarda değindim, reformlar süreci gelir, emek sermaye çelişkisine dayanır. İkincisi devletten kurtulmak için, Marx’ın vurguladığı ilişkiden kurtulmak gerekir; Ergo, devletten söz ettiğimiz sürece bu ilişkinin bir biçimde devam etmekte olduğunu da kabul etmiş oluruz.
Sonuç olarak “devletin varlığı değişmez mi?” sorusuna evet değişir diyerek cevap verebiliriz. Ancak Yasin’in önemli bir saptamasını daha göz ününe almamız gerekiyor. Yasin şöyle bir soruyla bu saptamayı gündeme getiriyor:
“Birincisi, Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir? Geç kapitalistleşen ve bağımlı formasyonlarda böyle bir ayrışma gerçekleşmez mi (ya da farklı bir şekilde mi gerçekleşir?) İkincisi, Türkiye’de kapitalist devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki rolü ne olmuştur bu rol nasıl dönüşmektedir? AKP döneminde özgür emek ilişkisinin üretiminin devletle ilişkisi nasıl değişmiş, devlet nasıl kapitalistleşmiştir?” 
Bu, devlet teorisinde çok önemli bir konuya işaret ediyor. Lenin bu konuya, el yordamıyla “yarı sömürge” kavramıyla yaklaşmaya başlıyordu. Devam etmedi. Mahir, karşımızda merkez ülkelerdekinden farklı bir devlet olduğunu düşünerek konuya emperyalizmin “içsel olgu” olması, “sömürge tipi faşizm”, “oligarşik devlet” kavramlarıyla yaklaştı ve önemli adımlar attı. Ferda Koç da aşağıda değineceğim yazısında bu konuya dikkat çekiyor. Bu saptamalara, henüz bu konuda yeterince çalışma yapılmamış olduğunu not ederek, şimdilik kaydıyla katılıyorum. Kees van der Pijl’in New Left Review dergisinin Temmuz/Ağustos 2011 sayısında yayımlanan “Arab Revolt and Nation-State Crisis” denemesinde geliştirilen “post colonial-state” kavramının da “araççı” bir renk içermekle birlikte çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
Pijl bu “post-colonial” devlete ilişkin, emperyalist denetimin vites kutusu olarak tanımladığı bir sürece dikkat çekiyor. Bu vites kutusunda, sınırlanmış bir demokrasiden açık diktatörlüğe kadar değişen çeşitli “dişliler” var.
Bu “post-colonial” devletin işlevi, toplumu ve ekonomiyi emperyalizme açık tutmak, devlet dışındaki halk sınıflarının taleplerini sınırlamaktır. Emperyalizm bu vites kutusuyla, devletin/rejimin biçimini (?) bir ucunda demokratik özellikler öbür ucunda açık diktatörlük olan bir aralıkta sürekli değiştirerek bu işlevi sürekli kılmaya çalışıyor. Bence düşünmeye yardımcı olan bir yaklaşım ama yeterli değil.
Yasin’in “analizimizi formalizme düşürmeyip, faşist devlet biçimini Weberyan bir ideal tip olarak görmemek. Faşizmi, kapitalizmin tarihsel gelişimindeki bir dönem olarak görmemiz, faşizmin kapitalizmin tarihselliğindeki özel yerini ufkumuzda tutmamız, yirminci yüzyıl başı kapitalizmi ile yirmi birinci yüzyıl başı kapitalizminin arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamamız gerekiyor.” Uyarısı da önemli.
Ancak buradan ileriye doğru adım atacaksak, şu sorular bizden cevap bekliyor diye düşünüyorum. Faşist devlet, “Nasyonal Sosyalist” devlet bir daha tekrarlanmayacak biçimler midir? Yoksa bu devletlerin evrensel özellikleri var mıdır? Bu evrensel özelliklerin hangilerini birlikte (bu “birliktelikte” işleyiş de tanımlanmak koşuluyla) varlığı bir başka zamanda bir başka devletin “faşist” olarak nitelenmesine izin verecektir. Yoksa, belki de Foti Benlisoy’un yazısında kullandığı gibi “Faşizm”  artık yalnızca bir rejim sorunu mudur?
Ben kendi hesabıma, tartışmaya, değiştirmeye açık olduğumu da vurgulayarak, “evrensel özelliklerin” (neler olduğunu bir başka yazıda tartışmak üzere)var olduğunu düşünüyorum. Bu özelliklerin devletin içindeki varlığının, Bob Jessop’un bir kavramını alırsak, “ekolojik egemenlik” (Ekolojik olarak egemen olanın kendini yeniden üretme kapasitesi, diğer unsurların kendilerini yeniden üretme kapasitesinden yüksektir. Ekolojik olarak egemen olanın diğer unsurların kendilerini üretme kapasitelerini olumsuz etkileme kapasitesi de, o unsurların benzer tarzda karşı yönde etkileme kapasitelerinden yüksektir) düzeyine ulaşmış olması halinde devletin Faşist bir özellik kazandığını savunabileceğimizi düşünüyorum.
-II-
Değerli dostum Ferda’nın yazısına geçerken, daha sonra hata yapmamak için hemen bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Yasin Kaya yazısında, bence esas olarak “akademik” bir söylem benimsemiş ve bunun kurallarına bağlı kalmış. Buna karşılık, Ferda’nın siyasi, daha doğrusu “militan” bir söylem benimsediğini ve bunun gereksinimlerine göre ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Olası bir yanlış anlamayı hemen burada önlemek için bu iki farklı söylemden birinin diğerine göre daha az ya da çok karmaşık, “derin”, “değerli”, “işlevsel” olup olmadığı gibi bir sorunun yanlış olacağını düşünüyorum. Fark yalnızca iki söylemin benimsediği metottan, “retorik” araçlardan kaynaklanıyor. Örneğin Yasin tartışmayı kendi sınırları içinde tutarken, Ferda, bu tartışmada ortaya çıkabilecek, çünkü benzer tartışmalarda daha önce ortaya çıktığını düşündüğü sonuçlara işaret ediyor.
Örneğin, “bu sorunun bir yanıtlanma şeklidir ve soldaki liberal ve bürokratik-devletçi yanılsamaların ortak hareket noktasını oluşturur. Bu yaklaşım tarzı, Türkiye devrimci sürecinin, Türkiye’nin burjuva devrimi süreci ile bir süreklilik halinde geliştiği yanılsamasıyla maluldür.” Saptamalarıyla bu tartışmayı hem eski bir tartışmaya hem de daha genel bir “devrim süreci tartışmasına” bağlıyor. Bunun “militan” söylem bağlamında tamamen meşru, hatta tartışmanın siyasi etkilerini de gözden kaçırmak istemeyen bir yazar açısından yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum. Ama tartışmayı, erkenden (prematüre bir noktada) sertleştirme dinamikleri taşıdığını da görüyorum.
Sanırım, Ferda “Türkiye sosyalist hareketinin AKP’nin yükselişi sürecindeki temel konumlarını değiştirmek zorunda kalması, Türkiye sosyalist hareketi açısından yararlı tartışmaları da beraberinde getirecek gibi görünüyor... Yıldızoğlu’nun ilgi odağı haline getirmeye çalıştığı bu tartışmanın Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından yararı su götürmez” saptamasından sonra yaptığı uyarı da,  dikkatlerin mutlaka tartışmanın siyasi sonuçlarına odaklanmasına, bir an önce siyasi sonuçlar üretmeye başlamasına ilişkin bir arzudan kaynaklanıyor:
Devletin AKP iktidarında somutlaşan ‘dönüşümü’nü anlama çabamız, AKP iktidarına (tabii ki bu iktidarın temsil ve ifade ettiği egemenlik ve sömürü ilişkilerine) karşı somut siyasi mücadelenin doğru ve devrimci yolunu önerme amacını taşımalıdır. Aksi takdirde kendimizi sözcüğün kötü anlamıyla bitmez tükenmez bir “felsefi” tartışmanın içinde buluruz.” 
Farda’nın bu uyarısının göz önüne alınması gerektiğine inanıyorum. Ancak uzun bir aradan sonra başlayan bir tartışmada, ilerlerken ister istemez kimi “felsefi” tartışmaların içinden geçmek de sanırım kaçınılmaz oluyor. Bu saptamayı yaparken üç gerekçeye işaret edebilirim. Birincisi, kapsamlı, siyasi sonuçlar üreten “ağır” devlet tartışmalarının en son yapıldığı dönemin, eğer yanılmıyorsam 1970’lerin ortası olduğunu söyleyebilirim. Bugün karşımızda 1970’lerin kuşağından, pratik ve teorik formasyonu, klasiklere aşinalığı açısından çok farklı bir kuşak var. İkincisi, o zamandan bu yana gerek kapitalizmin örgütlenmesinde (post fordizm), egemen ideolojinin işleyişinde (Boltanski ve Chiapello), zaman zaman “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi  kavramlarla ifade edilen, teknolojik gelişmelerle desteklenen ve şekillendirilen, “gösteri toplumu” (Guy Debord) “ağ toplumu” (Manuel Catsell, Hardt vb.) “kontrol toplumu” (Gilles Deleuze) gibi kavramlarla da ifade edilmeye çalışılan önemli süreçler ortaya çıktı. Emperyalizm tartışmalarında, kapitalizmin “mekan düzenleme”  dinamiklerine ilişkin anlayışımızda David Harvey’in katkıları sayesinde önemli gelişmeler oldu. Üçüncüsü, AKP özelinde yaşanan sürecin, dünyanın başka yerlerinde yaşanan “Siyasal İslam”ın “Pasif Devrim” süreciyle, bu süreci emperyalizmin bölge dinamikleriyle bir “simbiyotik” ilişki içinde birleştirmeye çalışan kimi önemli benzerlikler taşıdığını düşündüren gözlemler yapmak da olanaklı.
Bu bağlamda,  kendimizi Ferda’nın uyarısının çapasına bağlayarak, ilerlemeye çalışmaktan başla çaremiz yok gibi geliyor bana. Belki şunu da ekleyebiliriz. Devlet tartışmalarında, esas amacımız, devletin adını koymak, sonra bu betimlemeden siyasi görevler çıkartmak olamaz. Bu düpedüz, sözcüğün tarihsel anlamında “skolastik” bir tutum olur.
Bence esas anlamlı olan, devlet tartışmalarında, devletin adına ulaşmak değil, bu ada ulaşmaya giden yolda, devleti düşünmemize yardımcı olacak kavramsal alet çantasını ve bu aletleri kullanma bilgisini üretebilmektir. Yakında kaybettiğimiz Angelopoulos’un Ulysses’in Bakışı filminden bir alıntı yapacak olursam,  devlet tartışmalarında “önemli olan varılacak yer değil yolculuğun bizzat kendisidir”... diye düşünüyorum.
Yeniden devlet tartışmalarında Ferda’nın yaptığı uyarılara dönersem, teorik olarak önemli gelişmeler vaat eden bir saptamasını aktarmak isterim:
“AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet, 2. Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir. Yıldızoğlu’nun kavramsal avadanlığını kullanacak olursam, dönüşüme konu olan varoluş, “yeni sömürgesel devlet”tir (neo-colonial state). Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir. Burjuva devletin bu “sömürgesel segmenti”, yeni sömürgecilik ilişkilerinin siyasi üstyapısını tanımlar ki, bu siyasi üstyapı 1970’lerden bu yana “sömürge tipi faşizm” olarak tanımlanmıştır.”
Bu saptamada, bence verimli tartışmaların yolunu açabilecek olan en önemli tanımlama şudur: “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.”  
Bu segment tanımlaması, bizi (a) “Kapitalizmin dünya sistemi halinde örgütlenmesinin, zorunlu olarak, merkez devletin yapılanmasının bir uzantısı olarak var olan bir “quasi-devlet” (yarı devlet) biçimi mi yaratmıştır?”; (b) Kapitalizmin dünya sistemi olarak örgütlenmesi, tüm devletleri yeniden şekillendirirken, bağımsız ekonomik mekanı, organik varlığı (göreli otonomisi) olmayan, salt bir üstyapı yapıntısı olarak şekillenmiş  ama tam anlamıyla devletleşemeden kalmış bir parazit  “güç odakları ilişkileri ağı” mı yaratmıştır?
Buradan iki yönde ilerleyebiliriz sanırım. Birincisi, bu “segment” (quasi) devlet saptaması şöyle bir düşünce sürecini harekete geçirebilir: Karşımızda, yeniden üretim süreçleri açısından gerekli girdi ve ideolojiler bağlamında, kendi coğrafyasının tarihsel kültürel dinamiklerine değil, kapitalist dünya sisteminin hegemonya ilişkilerine bağlı bir siyasi “yapıntı” (ağ, ya da organizma) OLABİLİR. Gerçekten de bu yönde benimsenen ekonomik modellerden, transfer edilen kadrolardan, mali kaynaklardan, tüketim normlarından, felsefi kültürel “moda”lardan, hatta özneliklerin oluşmasında belirleyici rol oynayan özdeşleşme nesnelerinden (imajlardan ve “mem”lerden) kalkarak çok sayıda destekleyici veri bulmak olanaklıdır. Bu saptamalar, siyasi faaliyet açısından öncelikle seçilecek hedeflerin saptanmasında ve mücadelenin söyleminin kurulmasında, çok yararlı bir işlev üstlenebilir. Ne de olsa siyasi mücadele aslında insanların düşünce süreçleri üzerinde de süren bir mücadeledir.
İkincisi, “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir ‘alt türü’ olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir”  saptaması, bizi karşımızdaki “quasi- segment” devleti, ulus devlet kategorileri dışında düşünmeye YÖNLENDİREBİLİR. Bu Ferda’nın, “Oysa Türkiye’de burjuva devrimi yarım kalmış ve yeni sömürgeciliğin “zaferi” ile bitmiştir!” saptamasıyla ve Yasin’in “ Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir” sorusunun önerdiği yönelimle de sanırım uyumlu olacaktır.  Ama bu yönelimler bizi, “ulus devlet paradigması” dışında bir yerde çalışmakta olduğumuzu düşünmeye de yönlendirecektir. Bu noktada, “ulusal bağımsızlık”, “anti emperyalizm”, “gelişme” gibi kavramlar, kapitalizmin ufkunun aşılması, “proletarya devrimi”, “komünist hipotezin uygulanmaya konması” dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Bu saptamanın Kürt sorunu açısından anlamını da Kürt komünistleriyle ayrıca tartışmak gerekecektir.
Son olarak bitirirken Ferda’nın şu saptamasına ve izleyen uyarısına da katıldığımı vurgulamak isterim “ “AKP faşizmi” kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. Ama Türkiye’deki faşizmi AKP’ye ve AKP iktidarının dayandığı özel baskı, bağımlılık ve hegemonya yöntemlerine (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.) indirgersek işte o zaman “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız bir demokratikleşme hedefine sıkıştırmış oluruz.” Bu saptama siyasi mücadelede propaganda ve ajitasyonda, abartmanın meşru hatta gerekli olduğuna ilişkin saptamalarla uyumludur: Bu söylemde “AKP Faşizmi” teorik bir saptama değil, bir itiraz, uyarı, hatta direniş çağrısıdır.
Bu uyarıdan hareketle de, çok özel bir devlet “biçimiyle” (segment – quasi devlet vb.,) onun belli bir zaman ve mekanda, aldığı görüntüyü (rejimi?) birbirine karıştırmamak, emperyalizmin ve sınıf iktidarının kapitalist niteliğini, “ulus devlet paradigması” dışında çalıştığımızı unutmamak gerekmektedir.
-------------------

Devlet tartışmalarına katkı –II

Aydemir Güler’in Komünist dergisinde, AKP döneminde yeni bir Cumhuriyet’e geçildiğine dikkat çeken önemli bir yazısı yayımlanmıştı. Ben, bu yazıyı okurken, oluşan izlenimlerim üzerinden, Aydemir’le bir diyaloga girmeyi denemek için, “Kapitalist devlet üzerine kısa notlar” başlıklı bir deneme yazmıştım. Sevgili Aydemir zaman ayırarak, hem konuyu biraz daha açan hem de tartışmaların yoğunlaşması gereken noktaları işaret eden bir cevapla bu diyalog çağrısına katıldı.
Aydemir, “II. Cumhuriyet ve Devlet üstüne” başlıklı yazısına benim ““Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum,” saptamama karşılık, “Bir üstyapı öğesi olarak devleti kuşatan temellere, en başta iktisadi ilişkilere”, “Bunların geçtiğimiz süreçte yaşadığı değişime” vurgu yaparak başlıyor.
Aydemir, böylece, devleti düşünürken, işe öncelikle kapitalizmin örgütlenme biçimlerinden (sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemleri vb.,)  başlamak gerektiğini, bu bağlamda, neo-liberalizmin “devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik alanı kapitalist piyasalar olarak” örgütlemiş olmasını vurguluyor. Bunu yaparken dikkati, metalaştırarak, piyasa ve kar mantığı altına alma sürecinin su, sağlık, eğitim gibi alanları da kapsamaya başladığına dikkat çekiyor. Aydemir’in işaret etiği yöne bakarken, Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu‘nu çıkmaza sokan TRIPS tartışmalarını, tüm yaşam biçimlerini, gen kaynaklarını, kodlarını, geleneksel, yerel bilgi biçimlerini patent yasası altına alarak metalaştırma çabalarını anımsıyoruz.
Bu noktada durup, neo-liberalizmin[[i]] devlet tartışmaları alanında da büyük öneme sahip olması gereken bir yeniliğini vurgulayabiliriz. Bu yenilik, bizzat işgücünün salt beslenme ve barınma pratiklerinin ötesinde, sağlık ve eğitim gibi, insanlar arası doğrudan ilişkilere dayanan (duygulanımsal- affective- emek biçimlerini) “yeniden üretim”  alanlarının, yaşamın biyolojik bileşenlerinin metalaştırılarak, sermaye birikim sürecinin disiplinine, dolayısıyla bu disiplinin uygulanması, cezalandırılması süreçlerine açılmasıdır. Bu yeniliğin yeni “sınıf şekillenmeleri” ve mücadelesi alanları açmaya başladığını da görmemiz gerekir.
Aydemir, geleneksel olarak devletin tekelinde bulunan şiddet, imha araçlarının özelleştirilmesine, özel güvenlik  örgütlenmelerinin, paralı askerlerin (şavaş şirketlerinin) oluşmaya başlamasına da dikkat çekerek,[[ii]] devlet ve sermaye ilişkilerinin, dolayısıyla ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın da  hızla bulanıklaşmaya başladığını düşündürüyor.
Bu yönde düşünmeye başlamanın neo-liberalizmin devletini konuşurken çok yararlı, yeni ve siyasi etkinlikler (propaganda, örgütlenme) açısından  önemli, sonuçlar doğurabilecek tartışma alanları açabileceğine inanıyorum.
Örneğin, geride kalan 30-35 yıl boyunca, neo-liberalizmin altında, sermayenin geçirdiği evrime bakınca onu, mallar ve hizmetler üreten bir şey (gerek ilişki, gerek nesne) olarak, üstyapı denen şeyin bileşenlerinden kopuk, onlardan farklı bir düzeye ait bir şey olarak düşünebilmenin gittikçe daha da zorlaşmış olduğunu görebiliyoruz.
Bugün gelinen nokta, sermayenin artık yalnızca mallar, hizmetler üretmediğini, artık, fikirler, inançlar, algılar ve zevkler gibi geleneksel olarak “üstyapı”ya ait olduğu varsayılan şeylerin üretimini de gittikçe artan oranlarda sermaye birikim sürecinin içine aldığını görüyoruz. Böylelikle, gittikçe artan sayıda metayı ait oldukları  “yaşam tarzından”, “alt kültürden” soyutlayarak, simgesel olarak taşıdıkları mutluluk, haz vaatlerinden ayrıca, salt “işlevine” bakarak düşünmek olanaksızlaşıyor. Gerçekten de, “tüketici kültürü” tartışmalarında, “Fordizm”in işlevsel tüketici biçiminin, post-Fordizm (neo-liberalizm) döneminde yerini hazlara dayalı (hedonist) tüketici biçimlerine bıraktığına ilişkin savlar tam da bu evrime bakarak  ortaya sürülmüyor mu? Tüm bunlardan hareketle salt fiziki ürünler üreten, hizmetler sunan emeğin yanı sıra, bilgi, haz, duygulanım (affect) üreten bir emek kategorisinin, onun üzerinde yaşayan kesimlerin de sermaye birikim ve sınıf mücadelesi süreçlerinin içinde önemli (yaygın, egemen demiyorum) bir yer elde etmeye başladığını söyleyemez miyiz? Bu süreci de, bilgi işlem, haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, ağa bağlı etkinliklerin yaygınlaşmasıyla birlikte düşünmek de gerekmez mi?
Tüm bu gelişmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Sermaye birikim süreci, sermayenin egemenliğinin sürmesi için gereken insanı (öznellikleri) üreten maddi zemini (fabrika, piyasa ortamı) oluşturmakla kalmıyor, artık bu insanı üretmekle yükümlü “üstyapı” kurumlarını, en geniş anlamıyla “kültürü” de kendi etkinlik alanı içine alıyor.
Theodor Adorno’nun 1930’larda, Guy Debord’ın 1960’ların sonunda “kültürün” üretimine, bunun sanayileşmesiyle birlikte “yaşam dünyasında” sermayenin egemenlik biçimleri bağlamında, “merkez” (emperyalist vb.,) ülkelerde ortaya çıktığını saptadıkları gelişmelerin, bugün neo-liberalizmin egemenliği altındaki tüm coğrafyaları etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum.
Bu uzun virajdan sonra, devlet konusuna dönersek, daha ilk yazımda vurguladığımKapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım” saptamasında [[iii]], bir gerçeklik payı varsa, devletle sermaye arasındaki ilişkilerde iki yönlü bir değişim olduğunu sanırım görebiliriz.
Birincisi, sermaye ilişkisi (ekonomi) yaşamı üreten, disiplin altına alan, cezalandıran toplumsal ağlara daha derinlemesine nüfuz ettikçe, devlet yapısının (ilişkisinin) gittikçe artan oranda doğrudan içine girmekte, onun parçası olmaktadır.
Sermaye, düşüncelerin, arzuların ve öznelliklerin maddi üretimi süreçlerini kendi etkinliğine kattıkça devletin etkinlikleri, ilişkileri ve ağları da bu noktalardan sermaye ilişkisinin içine nüfuz etmeye başlamaktadır. Bunu en kısa yönden bir taraftan, devlete giren kadroları, devletin iç yaşamının tutarlılığını sağlamaya çalışan ideolojileri, finansal, teknolojik kaynakları elde etme koşullarını; diğer taraftan, uyguladığı şiddeti, disiplini ve cezalandırma süreçlerini topluma anlatma işlemlerini  düşünerek gözümüzde canlandırmayı deneyebiliriz.
Bu gelişmelerin, komünist siyasi çalışma açısından tam olarak ne sonuçlar yaratmakta olduğunu ben henüz, “hah işte bu” diyecek  düzeyde kavradığımı söyleyemiyorum. Ama kavradığım kadarıyla bu alanda bizi çok önemli tartışmaların, bu tartışmalardan doğacak yaratıcı  çalışma faaliyetlerinin beklediğini düşünüyorum.
Buraya kadar konuştuklarım üzerinden I. ve II. Cumhuriyet arasında, bence en önemli fark olarak gördüğüm gelişmeleri bir kez daha sunmak istiyorum.
Neo-liberal dönemde, devlet–ekonomi alanlarının aralarındaki ilişkinin karşılıklı “bağımsızlığını” kaybetmeye başladığını yukarda vurguladım. Hatta, hayal gücümüzü zorlarsak, “sadaka toplumu” kavramını, devasa küresel şirket yapılarını, bu şirketler arasındaki ve içindeki bağımlılık ilişkilerini göz ününe alarak, karşımıza adeta “feodal” yapılara benzer garipliklerin de çıktığını düşünmemize olanak verecek bir yapılanmaya işaret de etmiş oldum.
Hayal gücünü bu yönde zorlamanın henüz erken olduğunu kabul etmekle birlikte, ABD’de muhafazakar yayınlarda, “liberal ekonominin yaşaması için demokrasiye gerek yok, zaten genel seçimler, liberal hakları tehlikeye sokuyor” gibisinden tartışmaları izledikçe, bu konunun da bir gün tartışma alanımıza girebileceğini düşünüyorum.
“II. Cumhuriyet” kavramı ilk kez, liberaller tarafından, neo-liberalizme ve post-modernizme paralel olarak ortaya atıldığında, hepimizin sinirine dokunan bir, Aydınlanma (laiklik) düşmanı, “ulusal proje” düşmanı ve Türkiye komünist hareketinin geleneğinden adeta nefret eden, onu aşağılayan, unutturmaya çalışan bir yaklaşımla karşılaşıyorduk. Bu “II. Cumhuriyet”, o zaman son derecede gerici bir arzuyu dile getiriyordu; bizler de şiddetle, eleştiriyor ve arkasındaki mantığa karşı çıkıyorduk.
Aydemir’in işaret ettiği gibi neo-liberalizmin zaferi, bu zaferin benim yukarıda vurgulamaya çalıştığım “kültürel” boyutu, devlet üzerindeki etkileri, liberallerin “II. Cumhuriyet” ile arzuladıklarına benzer, ama aynı anda ona taban tabana zıt bir oluşumu, Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı dönüşümü yarattı.
Aydemir’in II. Cumhuriyet’i, liberallerin hayal ettikleri “II. Cumhuriyet”ten haklar ve özgürlükler açısından 180 derecede farklı bir olgu oldu.
Liberallerinki, demokrasi özgürlük vaat eden bir fanteziydi. Aydemir’inkiyse yaşamın her alanına gittikçe daha derinlemesine nüfuz eden, müdahale eden, bunu yaparken de, yüzde 50’lere ulaşan bir seçmen desteğini korumaya devam eden, kabus kıvamında bir gerçek!... Tam da Lacan’ın işaret ettiği gibi, “fantezi”, gerçeklemeye başladığında hızla müstehcen bir özellik kazanmış, bir kabusa dönüşmüştü.
Aydemir’in “II. Cumhuriyet” olarak tanımladığı olgunun, bence ayırıcı öneme sahip üç özelliğine vurgu yaparak bu  yazımı bitirmeye çalışacağım.
Birincisi, bu devlette, kapitalist devletin en önemli, onu feodal devletten ayıran bir özelliğinin hızla kaybolmakta olmasına şahit oluyoruz diye düşünüyorum.
Kapitalist devlette “kralın iki bedeni” vardır. Biri “maddi” bedeni, ikincisiyse “manevi” bedeni. Devlet işlerinde bu ikisi asla birbirine karışmaz, daha doğrusu, karışmıyor görüntüsünün korunmasına büyük önem verilir. Örneğin, “kral/yönetici”nin manevi bedeninin etkinliklerinden (devlet işlerinden) fiziki bedeni maddi çıkar sağlayamaz, bu onun yakın çevresini ailesini de kapsar.
İkincisi, Kapitalist devlet, bu ayrımdan hareketler, “kişi özeli” (mahremiyeti) olarak tanımlanan bir alanın varlığını kabul eder. Dahası bu alanı korumayı üstlenir.  Disiplin ve cezalandırma süreçleri, nüfus, beden kontrol (diğer bir değişle “biyopolitik”) rejimleri bu varsayımı veri olarak almaya devam ederler. Çünkü kapitalist devletin doğuşu bir taraftan ulus devletin oluşma sürecidir. Öbür taraftan, dini etnik cemaatler fikrinin aşılarak, devletten ve bu cemaatlerden bağımsız “otonom vatandaşın” (burjuva/liberal özgürlükler anlamında, “özgür birey”in) en azından arzulanan bir ideal olarak oluşmasının da sürecidir.
Üçüncüsü, kapitalist devlet, işleyiş kültürü, ideolojisi, taşıyan kadroların öznellikleri açısından, “Aydınlanma Olayı’na” ve “Ulusal Projeye” sadakat üzerinde durur. Yukarda  değindiğim iki özelliğin var olabilmesi için bu iki sadakat  sine qua non koşuldur.
Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı olguya gelene kadar, 1923’den 1980’e kadar güçlü bir biçimde, 1980- 2000’lerin başına kadar da giderek zayıflayan bir oranda Kapitalist devletin bu üç özelliğinin, ülke koşullarına, tarihsel temele de uygun bir söylemle muhafaza edildiğini, iki sadakatin korunduğunu, korunmaya çalışıldığını, korunduğuna ilişkin bir görüntünün korunduğunu görüyoruz.
AKP hükümetinin, özellikle II. Döneminde, yukarda değindiğim bu üç özelliğin hızla, “cemaat” ruhunun ve cemaat olarak adlandırılan  ne olduğu belirsiz bir yapının devlete ortak olmasına olanak verecek düzeyde terkedildiğini, bu terk etme sürecinin, “dindar gençlik” yaratacağız vaadinin yanı sıra, “iki sadakate” ilişkin izleri de silmeyi hedef alan etkinliklerle birlikte ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz.
****
Bu tartışmalardan ben şunları öğrendiğimi düşünüyorum. Birincisi, eleştiriler, yorumlamalar ve cevap bağlamında açıklamalar bana, başlangıçta düşünmediğim konuları da tartışma kapsamı içine almaya başlama şansı verdi. Bu anlamda  arkadaşlara borçlu olduğumu, şükranla kabul ediyorum, İkincisi, devlet konusunu birlikte konuştuğumuz hemen herkes, AKP döneminde gerek devletin biçiminde gerekse de  rejiminde önemli değişiklikler yaşandığını kabul ediyor.
Farklı geleneklerden gelenlerin, bu değişimleri farklı söylemlerle ifade etmeleri bence son derecede anlaşılabilir bir durumdur. Yaşadığımız onca deneyden ve teorik gelişmeden, yalanan mürekkepten sonra, artık kim komünist hareketin tek sesli ve tek bir gelenek üzerinde kurulması gerektiğini savunabilir ki. Önemli olan farklı geleneklerin birbirleriyle konuşmaya devam etmesi, birbirlerinin dilinden, söyleminden, bu söylemle dile getirilen birikiminden yaralanmaya çalışmasıdır. Komünist hareketin tarihi birikimi, tek bir ülkenin tek bir geleneğini, hayal bile edilemeyecek bir zenginlikle aşmaktadır. Bu zenginlikten yararlanmadan, buna burun kıvırarak ilerlemeye çalışmanın, ne mantıksal ne de ahlaksal bir zemini olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle, bu yazımı, tartışmalarımızın, devlete farklı geleneklerden gelerek koyduğumuz isimlerin üzerinden değil, bu isimlere bizi götüren olguların ve bunlardan çıkarılabilecek, pratik siyasi sonuçların üzerinden sürmesini dileyerek bitiyorum. 




[1] Eleştirilerini elektronik posta ile gönderen dostlara da ayrıca teşekkür ederim. Ancak bu metinler  yayınlanmamış olduğundan, burada alıntılarla değerlendiremiyorum.



[i] Bu kavramı, ben de kolaylıkla “özne” olarak, adeta antropomorfize ederek kullanmaya devam ediyorum. Ama bu kullanış tarzının tarihsel materyalizmin, felsefi düşünme disiplini açısından  sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bu sakıncalı durumdan kurtulmak için de, neo-liberalizmin arkasındaki, örneğin “uluslararası mali sermaye”, “egemen sermaye”  gibi bir sınıfın yada sınıflar bloğunun, bunların yerli (bağımlı ülkelerdeki) ortakları vb gibi bir şeylerin iradesine gönderme yapmayı deneyebiliriz diye düşünüyorum.

[ii] Bunlara özel hapishaneleri, istihbarat, veri işleme, izleme etkinliklerinin kimi durumlarda özel şirketlere, serbest çalışan uzmanlara devredilmesini de ekleyebiliriz.

[iii] “Organik ilişkiler ağı”, “organizma” ifadelerini işimizi kolaylaştırmak için geçici olarak bir kenara koyalım...

No comments: