Monday, August 20, 2012

Kültür Endüstrisi, Sanatçı ve Satış…

Şarkılarının, filmlerinin yanı sıra Amerikada siyahların eşit haklar mücadelesindeki etkin rolüyle bilinen Harry Belafontenin Altın Leopar Onur Ödülünü almak için geldiği Lucarno Film Festivalinde The Hollywood Reporter ile yaptığı söyleşide, kapitalizme, kültür endüstrisine, günümüzün ünlü siyah sanatçılarına yönelik sert eleştirileri sanat çevrelerinde büyük yankı yarattı.
Belafonte ile yapılan söyleşinin, medyanın, Rusyada Feminist Punk grubu Pussy Riotun yargılandığı davayı tartıştığı günlere denk gelmesi de ayrıca ilginç bir rastlantıydı

Calypso Kralı, Martin Luther King’in yakın dostu
Belafonte (85) sanat yaşamına 1950lerde Karayip Adalarından kaynaklanan Calypso müziğini Batılı izleyicilere tanıtarak, sevdirerek başladı. Bu müzikle adeta özdeşleşerek Calypso Kralı olarak anılmaya başlanan Belafontenin sanat yaşamı, müzik alanındaki başarılarının yanı sıra, film kariyeri, siyahların hakları, insan hakları mücadelelerindeki etkinlikleri ile devam ederek bugüne kadar istikrarlı bir sol çizgi izledi.
 
Belafonte, Martin Luther Kingin yakın dostu, ailesinin mali destekçisiydi. Siyasi yelpazenin her zaman sol kanadındaki ödünsüz duruşu film kariyerine de yansıdı. Belafonte, sanatını ve siyasi ahlakını her zaman piyasanın taleplerinin önüne koydu. Otto Premingerin, Prosper Merimeenin, Bizet tarafından da operaya uyarlanan, kısa romanıCarmenin modern zamanlara ve siyah Amerika yaşamına uyarlanması olan unutulmaz filmi Carmen Jonesta başrolü oynayan Belafonte, daha sonra, dünyaca ünlü olacak Porgy and Bess operasının sahneye konuluşunda kendisine teklif edilen başrolü, ırkçı önyargıları güçlendirdiği gerekçesiyle reddederek herkesişaşırttı

Belafontenin The Hollywood Reporterle yaptığı söyleşide dile getirdiği kaygılar ve eleştirilerin bu kadar yankı yapmasının arkasında işte bu uzun başarılı sanat kariyeri, istikrarlı olduğu kadar da yürekli bir siyasi yaşam, hem siyah toplum hem de genelde ilerici çevrelerde sahip olunan büyük saygınlık yatıyordu. Üstelik Belafontenin dile getirdikleri, günümüzün en can alıcı sorunlarıyla da yakından ilgiliydi.
 
Lucarno Festivalinde kendisine verilen ödülü alırken yaptığı konuşmada, Belafonte, ödülün uzun siyasi etkinliklerinin dünyaca tanınması anlamına geldiğini vurguladı, dizginlerinden kurtulmuş kapitalizmi eleştirdi, Arap Baharıolayını konu edinen bir film projesini de kapsayan yeni projelerinden söz etti (Hollywood Reporter 07/08/2012).
 
‘Eskiden daha kolaydı...’
Belafonteye göre, Eskiden düşman daha açık seçikti. Baskıya karşı, bir gamalı haçla, çizmeyle, Negro Giremez’, ‘Yahudiler Giremez tabelalarıyla birlikte gelen bir düşmanla, savaşmak daha kolaydı. Şimdi düşman kendini gizliyor. Dokunamıyorsun, ama tadını alıyorsun, hâlâ ve tüm gücüyle karşımızda ve çılgın kötülüklerine devam ediyor.
 
Birçok ülkede iktidar adeta mutlaklaştı. Özgür girişimciler (Kapitalizm-EY) sisteminde iktidara sahip olanlar, toplulukları ezmeye, uğursuz savaşlar çıkarmaya başladılar. Bush döneminde bunu yaptık, Obama döneminde yapmaya devam ediyoruz. Hâlâ işkenceyi teşvik eden yasalar var, Guantanamoyu kapatmadık. Polis istediğini istediği gibi tutukluyor. Bu kapitalizm bizi yeni bir Nazi imparatorluğunun (Fourth Reich) eşiğine getirdi.
 
Belafonteye göreBugün esas düşman, dizginlerinden boşanmış kapitalizmdir”. “Paranın bu kadar küçük bir insan grubunun elinde bu kadar yoğunlaşmış olması, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en tehlikeli gelişmedir... Karşımızda kendini zorla dayatan bir oligarşi var.
The Hollywood Reporterin Aktörlük kariyerinize verilen bu ödülü aldığınız şu günlerde, toplumdaki azınlıkların Hollywooddaki imajından hoşnut musunuz? sorusunda Belafonte sert ve olumsuz bir cevap veriyor. Belafonteye göre Günümüzün en büyük yolsuzluğu, bu kadar yüksek profilli sanatçılara ve bu kadar güçlü ünlülere sahip olmamızdır. Bunlar bugün toplumsal sorumluluklara sırtlarını çevirmiş durumdalar. Belafonte Bu Beyonce ve Jay-Z için de geçerli. Bunların yerine bana Bruce Springsteeni verin. Bazen onun siyah olduğunu düşünüyorum diyor. 
 
Satmak ya da satmamak bütün mesele..
Belafonte, Hayır kurumlarına bu kadar mali yardım yapan sanatçıları, böyle eleştirirken haksızlık yapmıyor mu?gibi tartışmaların ortasında The Guardiandan Tricia Roseun dikkat çektiği bir gelişme, salt ABDde değil tüm dünyada önemli bir soruna ışık tutuyor. ABDde başlangıçta siyah topluluğun sözcüleri olan siyah sanatçılar giderek, küresel kültür endüstrisini denetleyen dünyanın en güçlü şirketlerinin ürettiği kitlesel kültür metalarının parçası haline geldiler (10/08/2012). Artık bundan sonra, büyük piyasalara ulaşmak, çok satmak isteyenler, bu piyasalara giriş kapılarını tutan dev korporasyonları mali, ideolojik ve siyasi olarak tatmin etmek zorundalar.
 
Sanatçı, feodalin, sultanın, dini kurumların vesayetinden kurtularak özgürleşmeye başladığını düşünürken, 19. yüzyılın sonunda, yeni bir vesayet (piyasa) sistemiyle karşı karşıya kalmıştı. Günümüzde, mali krizi postmodern fantezileri dağıtmaya başlayınca, o zaman Kandinskynin kara el olarak nitelediği şey yeniden ama eskisinden çok daha güçlü, yaygın bir biçimde sanatçının karşısına dikildi: Ya metalar dünyasında geçerli, siyasi iktidarı destekleyen değerlere (sözde halkın değerlerine”, “halkın anlayacağı) uygun ürünler üretirsin ya da piyasaların kapılarını sana açmam! O zaman olduğu gibi bugün de egemen sınıfların organik entelektüeller, halkın değerleri, töre filan derken, derken aslında kendi değerlerini,babanın yasasınıkastediyorlardı.
 
İşte Belafontenin Beyonce örneğiyle vurguladığı sorunun böyle bir evrensel boyutu var. Sanatçı bugün iki seçenekle karşı karşıya: Ya kapitalizmin mal satmak, oligarşinin yönetmek için dayandığı halkın değerleridenen şeye uyacak, belki o zaman piyasaların kapıları açılacak, cepleri dolacak ünlü olacak, arada sırada hayır kurumlarına yardım yaparak rahatlayacak, ama bu sırada zincirlerinden boşanmış kapitalizmin, emperyalizmin militarizmin ve sadaka toplumunun aracı olacak. Ya da halkın değerlerineters düşmeyi göze alarak halkın ekonomik, demokratik çıkarlarını savunacak, özgürlük arzusunu dile getirecek, kapitalizme, emperyalizme ve militarizme karşı çıkacak. 
 
Sanatçının siyasi partilere katılması, meydanlarda konuşması son derecede önemli ama sanatçının (sanatçı olduğundan) bu işlevini, esas olarak bu çizgiyi (duyarlığı) yansıtan ürünlerle yapması, buna uygun, kara elindenetiminden kaçabilen, kendini koruyabilen biçimleri bularak gerçekleştirmesi gerekiyor.Kara eledirenen, özgürlük ruhu sanatçıyı göreve çağırıyor. Belafonte de bu ruhun sözcülerinden biri.

Monday, August 06, 2012

'Resim' ve 'gerçek'

Geçen hafta Suriye’deki “duruma” ve geleceğine ilişkin medyada çizilen “resimlerin” son versiyonunu aktarmıştım. Hafta içinde, Suriyeli isyancıların cinayetlerine, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın görevinden istifa ettiğine ilişkin haberler, bu “yeni resmi” destekliyordu: Diplomasi işlemiyor, bu isyancılara güven olmaz, müdahale kaçınılmaz oluyor!

Yine de, ben, “gösteri toplumunda” yaşadığımızı anımsayarak bu “resmi” en azından kuşkuyla karşılamaktan yanayım.

Bu bağlamda, bu hafta iki kaynağı aktarmak istiyorum: (1) Massachusetts Institute of Technology (MIT) Güvenlik Çalışmaları bölümünden, Brian T. Haggerty’nin hazırladığı, Suriye’de “havadan korunacak bir güvenlikli bölge” oluşturmanın risklerini, yapılabilirliğini araştıran ayrıntılı bir çalışma- Safe Havens in Syria: Missions and Requirements for an Air Campaign (Temmuz 2012); (2) ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nda yapılan bir oturumda konuşulanlar.

‘Uygulanabilirliği yok’
Brian T. Haggerty’nin 70 sayfalık ayrıntılı araştırmasında, Kosova, Sırbistan ve Libya deneyimlerinden hareketle NATO güçlerinin Suriye’de, havadan korunacak güvenlikli üç bölge (Humus, Hama, İdlib) oluşturabilmesinin olanakları araştırılıyor.

Haggerty, Kosova, Sırbistan, Libya deneyimlerini irdeleyerek başlıyor (“Müdahale modelleri” sf.12). Sonra Humus senaryosunu tartışıyor (s.17). Araştırma, hava harekâtının bileşenleri bölümüyle, Suriye ordusunun hava savunma kapasitesinin, yerden havaya, havadan havaya füze sistemlerinin, stratejik (uzun menzilli) füze sistemlerinin kapasitelerini gözden geçirerek devam ediyor (s.22).

Haggerty, Suriye’nin hava savunma kapasitesine ilişkin bir resim oluşturduktan sonra, önce bunu etkisiz hale getirmek, hava üstünlüğü kurmak, sonra da güvenlikli bölgeyi havadan koruyabilmek için gereken, 24 saat boyunca gerekecek “sorti” ve uçak sayısını hesaplamaya başlıyor (s.33). Yazar, Suriye’nin topçu ateşi (zırhlı birlikler), kara kuvvetleri, güvenlik ve istihbarat kapasitelerini de tartışıyor (46-50). Bu tartışmaları hava ve arazi koşullarının irdelenmesi izliyor. Yazar bu arka plan üzerinde güvenlikli bölgeyi korumanın teknik sorunlarına geçiyor (55-64). Nihayet araştırma sonuç bölümüyle bitiyor.

Yazarın bulgularına göre, Suriye ordusunun hava kuvvetleri yetersiz, uçakları eski model. Ancak modern, çeşitli füzeleri içeren zengin bir hava savunma sistemi var. Güvenlikli bir bölgeyi havadan koruyacak güçlerin karşılaşacakları sorunların başında da, etkisiz hale getirilmesi gereken çok sayıda, hareketli platformlardan atılan SAM tipi füzeler geliyor. Bu platformları havadan görmek çok zor, aktif hale geldiklerinde imha etmek için istihbarat sağlayacak, hedefi gösterecek personel ve sistemlerin sahaya inmiş olması gerekiyor.

Yazarın dikkat çektiği ikinci önemli konu da, hava üstünlüğü kurulsa bile, Suriye’nin kara güçlerinin, hafif silahlarla güvenlikli bölgeye sızmalarını önlemenin zorlukları, isyancıların Suriye ordusu karşısında direnme kapasitesinin düşüklüğü. Güvenlikli bölgede de personel ve güç bulundurmak gerekiyor.

Araştırma, NATO önderliğinde Suriye’de havadan korunacak güvenlikli bir bölge oluşturmanın büyük çaplı, kapsamlı bir harekât gerektireceği sonucuna ulaşıyor. Yazar, bu harekâtın karşılaşacağı riskler de göz önüne alındığında, “düşük riskli havadan insani müdahale senaryosunun” Suriye’de uygulanabilirliğinin olmadığını savunuyor.

Önden başkası gitsin
ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nun 1 Ağustos’ta toplanan “Next Step in Syria” (Suriye’de bir sonraki adım) başlıklı oturumunda Martin Indyk (CIA Entelijans Konseyi’nin eski bakanı, Brookings Institute Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü), James Dubbins (Rand Corporation) ve Andrew J. Tabler (Washington Institute for the Near East) birer sunuş yaptılar ve sorulara cevap verdiler.

Her üç uzmanın konuşmalarındaki kimi farklara karşın aşağıdaki konularda hemfikir oldukları söylenebilir:

Suriye’de bir insani kriz derinleşiyor. Eğer bu iç savaş en kısa sürede sonuçlanamazsa, çevre ülkeleri de etkilemeye başlayarak kaosa yol açabilir. Ne yazık ki durum iyileşmeye başlamadan önce daha da kötüleşecek. Suriye muhalefeti, çok parçalı; liderleri var ama başsız. Bu muhalefetin siyasi, ideolojik şekillenmesi, uzun dönemli planları henüz tam olarak bilinmiyor. Ama içinde ABD’den hoşlanmayan, hatta düşman kesimler var. Irak ve başka ülkelerden gelen militanlar sayesinde El Kaide’nin kadro sayısı geçen aylarda ikiye katlandı, etkinliği artmaya devam ediyor.

Suriye’nin 300 bin kişilik düzenli, birkaç yüz bin kişilik ‘milis’ güçlerinden oluşan güçlü bir kara ordusu, modern bir hava savunma sistemi ve kimyasal silahları var. Kimyasal silahları yabancı güçlere (Irak’tan ve başka yerlerden gelen Ek Kaide yabancı güç sayılır mı - EY) karşı kullanabileceğini söylüyor. Bu ABD’nin doğrudan askeri müdahale konusunda isteksiz olmasına yol açıyor. Bu orduda henüz parçalanma belirtileri yok. İsyancılar tarafına geçenlerin hepsi Sünnilerden oluşuyor. Azınlıklardan rejimi terk eden henüz olmadı. Bu ordu, isyancıları her karşılaşmada geriletiyor, ancak geri kazandığı alanları temizleyip elinde tutamıyor. Tony Karon da Time’daki, “Syrian Paradox” başlıklı yorumunda, rejimin ülkeyi yönetme kapasitesi azaldıkça, giderek daha güçlü ve kararlı bir milis gücüne dönüşmekte olduğuna dikkat çekiyordu (02/08).

ABD’nin bu muhalefeti daha iyi tanıması, birleşmesine yardımcı olması, Esad rejimi düştükten sonraki duruma hâkim olabilmesi için bu muhalefetle birlikte, onun yanında çalışması gerekiyor. Bu bağlamda bir tampon bölgenin, havadan korunacak güvenlikli bölge kurmanın zamanı geliyor. Ancak ABD bu bölgeyi kurma ve koruma işinde Türkiye, Suudi Arabistan gibi güçlerin önüne geçmemeli. Libya’da nasıl Fransa ve İngiltere başı çektiyse, burada da bu iki ülke başı çekmeli. Bunun için BM kararı, NATO desteği gerekebilir. Ancak BM onayı mutlaka gerekli değil. NATO inisiyatifi yeterli olabilir.

Yukarda aktardığım iki kaynaktan ben şu sonuçları çıkarıyorum: ABD Suriye, hava savunma sistemiyle karşılaşmak istemiyor (TC uçağının hâlâ belirlenemeyen -niye oradaydı, nasıl düştü- öyküsü bu konuyla ilgili olabilir). Daha doğrusu, sahadaki özel güçler, bu hareketli platformları işaretleyecek düzeye gelene kadar karşılaşmak istemiyor. Bu sırada, “VI. Kuşak Savaşlar” alanında uzman personeli, isyancıların yanında devreye sokmaya, isyancılara yeni silahlar aktarmaya devam etmek istiyor. ABD bunları yaparken, tampon bölge / “korunaklı” (nasıl korunacaksa) alan oluşturma bağlamında Suriye ordusuyla karşılama, onu test etme ve yumuşatma, işini Türkiye’ye (hamallığı ve “kıyma makinesinin” içine atlama kısmını- “beysbol sopasını” resmin burasına mı eklesek?) ve Suudi Arabistan’a (finansal teknolojik destek kısmını) bırakıyor. Şöyle ya da böyle, en derin yerde yüzmeye çalışmak, hem de onu bu derinliğe atan bu hükümetle, Türkiye’ye kalıyor.

Thursday, August 02, 2012

Suriye’nin yeni “resmi” –I & II


 -I-­

Geçen haftaya kadar ABD ve İngiliz medyasında sunulmakta olan “Suriye” resmi bu hafta değişmeye başladı.
Geçen haftaya kadar sunulan resmin ana çizgileri şöyle özetlenebilir. Suriye coğrafi ve demografik açılardan Libya’dan farklıdır. Rusya ve Çin’in stratejik desteği, NATO eliyle askeri müdahaleye zemin hazırlayacak bir kararın BM güvenlik konseyinden çıkarılmasını önlüyor. Türkiye ve Körfez ülkelerinin tüm  parasal askeri desteğine karşın, Suriye rejimine karşı savaşan güçler çok parçalı ve yetersiz. ABD doğrudan bir asker müdahaleye önderlik etmekten yana değil. Tüm bunlar, bu koşullarda Esat rejiminin daha uzun bir süre dayanabileceğini hatta bu siyasi krizi atlatarak ayakta kalabileceğini düşündürüyordu.
Geçen hafta başından bu yana bu resim değişmeye başladı. İsyancıların kapasitelerine ilişkin güvensizlik, yabancı kaynaklı Selefi savaşçıların etkilerine ilişkin kaygılar, artıyor. Esat rejiminin çökme sürecine girdiğine ilişkin bir sav giderek yaygınlaşıyor. Bu ikisi birlikte Esat rejimi çöktükten sonra Suriye’de ve bölgede yaşanması olası sarsıntılara ilişkin kaygılar, “Esat rejiminin elindeki kitle imha silahlarına ne olacak?” sorusuyla birlikte öne çıkıyor. Bu resmin içinde ABD’nin doğrudan müdahale etmesinin gerektiğine, artık böyle bir müdahalenin zamanının gelmeye başladığına ilişkin bir söylem güçlenmeye başladı.

Suriye “Iraklaşacak mı?”

Neo-con çevreler zaten askeri müdahalenin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Önceki Cumartesi Amir Taheri New York Post’ta  ayaklanmanın bölgenin olumlu ve olumsuz tüm enerji ve çelişkilerini içerdiğini, bu enerjiyi demokratikleşmeye yönlendirmen bir yolu bulunmazsa Esat’tan sonra yıllarca sürecek bir çatışma ortamının kaçınılmaz olacağını” iddia ediyor, bunu önlemek için “önce bir dış gücün yönlendirici elinin gerektiğini” savunuyordu. Tabii ki, bu dış güç de Amerika’dan başkası olamazdı
Liberal emperyalizmin (demokrasi götürmek için askeri müdahale, işgal vb.,) önemli propagandacılarından, New York Times yorumcusu Tom Friedman, salı günü yorumunda, “çok mezhepli, azınlık bir klan tarafından Baas ideolojisiyle ve demir yumrukla yönetilen Suriye, bu özelliklerinden dolayı aynı Irak gibidir” saptamasının ardından, böyle bir rejimden çağdaş bir demokrasiye, Hobbes’çi (herkesin herkesle savaştığı) bir dünyadan geçmeden ulaşılamayacağını, dolayısıyla bu geçişi kolaylaştıracak bir ebeye gerek olduğunu vurguluyordu. Hiç gönlü elvermiyormuş ama, bu ebeliği ancak ABD’nin doğrudan müdahalesi yapabilirmiş. Aynı gün, Tony Karon Time’da “Beş kabus...” başlıklı yazısında, “Suriye’ye yabancı askeri güçlerin girmesi, Esad’ı devirmek için değil, Esat devrildikten sonra patlak verecek şiddeti önlemek için gerekli olabilir” diyordu.  
Bir gün sonra Financial Times’da James Blitz”, “rejim ve isyancılar bir karşılıklı imha kısır döngüsüne saplanmış görünüyorlar” saptamasının ardından, “Batı’lı güçlerin müdahale olasılığı artıyor” diyordu. Blitz aynı gün yayımlanan hafta boyunca geniş yankı uyandıran “Collusion course for intervention” başlıklı, Royal United Services Institute uzmanları tarafından hazırlanan bir raporu aktarıyordu. Raporun yazarlarına göre “iç savaş kaosu” içinde, Suriye’nin kimyasal silah stoklarının güvenliği ve bölgeyi hızla etkisi altına almaya başlayan uluslararası çatışma riski, süreci dışardan seyretmeyi artık olanaksızlaştırmaya başlamış”. Rapor, “Biz müdahaleye doğru gitmiyoruz, müdahale bize doğru geliyor” diyormuş.

Modele göre yeni “aşama” yeni söylem

Raporun yazarlarından Albay Richard Kemp’in “en önemli istihbarat yalnızca, özel birliklerin ulusal istihbarat ajanslarının sahada yaptıkları gizli operasyonlarla elde edilebilir. Bu operasyonlar, sabotajları, rejime karşı askeri darbe kışkırtmayı da kapsar” sözleri, bana size iki hafta önce çarşamba günkü aktardığım, Pentagon’un “TC 18-10” (Unconventional Warfare”) elkitabını anımsattı. Bu satırları neredeyse noktasına virgülüne kadar orada okumuştum.
El kitabı, gerektiğinde geniş çaplı askeri hareketlere açılan, bir işgal gücünün girişine zemin hazırlayan bir yöntem olarak  tasarladığı UW sürecini, Hazırlık, İlk temas, Sızma, Örgütleme, İnşa, Konvansiyonel güçlerle birleşecek harekatlar, Ulusal denetimi ele geçirerek düzenli orduya geçerken var olanı dağıtmak, olarak planlıyordu. 6. Ve 7. Aşama konvansiyonel savaşa, müdahaleye karşılık geldiği söylenebilir. Geçen hafta  izlediğim yayın ve tartışmalardan, ABD ve İngiltere’de (ve Avrupa’da) birlerinin en azından 6. Aşamaya gelindiğini düşünmeye başladığı izlenimini edindim.
 UW stratejistleri, Esat’ın rejiminin en üst düzey dört üyesini öldüren terör saldırısından,  isyancıların tutunamasalar bile büyük kentlerin merkezlerinde eylemler düzenlemeye başlamalarından, rejimim taraf değiştiren üyelerinin sayısındaki artıştan, isyancıların saldırılarının rejimi yeterince “yumuşattığını” düşünmeye başlamış olabilirler. 
Suriye tartışmaları, bir taraftan kimyasal silahlara, diğer taraftan isyancı güçlerin, gittikçe parçalanmakta olmalarına, Irak, Libya, Tunuz gibi ülkelerden gelen Selefi gurupların, El Kaide  kadrolarının sayılarının, etkilerinin artmaya başlamasına (ya bu kimyasal silahlara erişirlerse) kaydı. Geçen hafta, yorumlarda, iktidar boşluğunun oluşmaya başlamasına daha fazla vurgu yapılıyordu. Bunlara, isyancı grupları, Suriye ordusunun çoğunluğunu da kapsayacak bir biçimde birleştirecek lider arayışı, rejim döneği, Tuğgeneral Manaf’ın adının aniden devreye girmesini, Brüksel’in “Suriye Ulusal Kongresine” güvenini ve ilgisini kaybettiğine ilişkin haberleri ekledik mi, “yeterince yumuşattık” algısıyla uyumlu bir görüntü oluşuyordu.
Tam bu sırada, çarşamba günü, ABD’de her iki partiden, ünlü “neo-con” siyasetçileri de içeren, bir grup Obama yönetimini, liderlik yapmaya, biran evvel Suriye’ye askeri müdahaleye , adeta Bush’un birinci dönemindeki, Irak savaşı öncesi stratejiye geri, dönmeye çağıran, ABD’nin  “olağan üstü ülke” olduğunu anımsatan ortak imzalı bir deklarasyon yayımladılar (Christian Science Monitor, 26/07/12).
Cuma günü bu koroya Bush’un dış işleri bakanı Condaleeza Rice da katıldı. Rice “ABD herhangi bir ülke olmadığını anımsamak zorundadır” başlıklı yazısında “9/11 saldırısı, finansal kriz ve Arap ayaklanmaları, ABD’nin yaşamsal çıkarlarının kalbine vurdular. ABD uluslararası sistemin tektonik plakalarının yerine, dünyayı daha güvenli, özgür ve  zengin yapacak biçimde  yerleşmesini istiyorsa liderlik etmekten kaçınamaz” diyordu. Rice, adeta ABD başkanlık yarışında, bir dış politika manifestosu olarak yazılmış izlenimi de veren denemesinde, ABD’yi yeniden dünya liderliğini üstlenmeye çağırıyordu.
Kaba hatlarıyla tanımlamaya çalıştığım bu resim Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale olasılığının artmaya başlamasından öte bana iki şey daha söylüyor. Suriye’de olan Suriye’de kalmayacak. Yayılacak kaos içinde Siyasal İslam yükselmeye devam edecek. AKP dış politika hedeflerini bir kez daha büyük düş kırıklıkları bekliyor. Faturayı da yine halklar üstlenecek tabii ki... (Çarşamba günü devam ediyorum)

 -II-­

Pazartesi sunmaya çalıştığım resmin ana çizgileri, Halep kentinde yoğunlaşan çatışmalar bağlamında belirginleşmeye devam ediyor.
Bu yeni resimde, Suriye’de yaşananların bir iç savaş olduğu konusunda Batı basınında bir konsensüs oluştu. Esad rejiminin yıkılmaya açılan bir dönüm noktasında olduğu ileri sürülüyor. Halep çatışmaları çoktan anlamlandırılmış durumda. Eğer rejim, bu çatışmalardan başarıyla çıkarsa katliam tehlikesi vurgulanmaya başlanacak. Halep-Bingazi analojisinin kurulmaya başlanması (Arabic News Digest), Libya modeli hava koridorundan söz edilmesi (The New York Times) boşuna değil. Eğer, isyancılar “başarılı” sonuçlar elde edebilirlerse, artık rejim yıkılmaya başlamış sayılacak. İsyancıların, örgütsüzlüğü (yaklaşık 100 grup), Sünni (Selefi ve Müslüman Kardeşler etkisi) özellikleri düşünüldüğünde bu kez, gündemde azınlıklara yönelik “etnik temizlik”, katliam, kitlesel göç, sürgün vb. tehlikesinin gündemde olduğu vurgulanacak. Washington Institute’den David Pollock, Türkiye Suriye sınırını ziyaret ettikten, “isyancı gruplarla” görüştükten sonra, “Bu kadar belirsizlik, bu kadar ikiyüzlülük görmedim”... “hiçbir şey göründüğü gibi değil”, özetle “Bu iş bunlara bırakılamaz” diyordu.
Tüm bunlar, Suriye’de yaşananların artık, her iki olasılıkta da Batı’nın “insani açıdan” müdahale etmekten kaçınamayacağı bir durum olarak tanımlanmış olduğunu düşündürüyor.

Suriye’de olan...

“Suriye’de olan Suriye de kalmaz” saptaması da kanıtlanacak gibi... Suriye’de Müslüman Kardeşler, yanında Selefi gruplarla bir Sünni rejim şekillenmeye başlayınca, Lübnan ve Irak’ın, Sünni-Şii çatışmasının yıkıcı etkilerini yeniden yaşamaya başlamaları kaçınılmaz görünüyor. İki ülkenin parçalanma ya da iç savaş olasılıklarıyla karşı karşıya olduğu söylenebilir. Lübnan’da Hizbullah’ın zayıflatılması, Irak’da Maliki rejiminin tasfiyesi, İran’ın bölgedeki etkisinin hızla azalmaya başlaması demek. İran, tüm bölgeyi geniş çaplı bir savaşın içine çeker mi? Yoksa yeni duruma uyum sağlamaya mı çalışır? Önceden bilmek olanaklı görünmüyor. Ama risklerin çok büyük olduğu kesin. En azından, Esad rejimi yıkılırken, Hizbullah Lübnan’da Sünni/Selefi bir rakiple ve bir iç savaş olasılığıyla karşı karşıya kalırken, İsrail’in yalnız, ya da ABD ile birlikte, İran’ın nükleer santrallarına saldırı düzenleme olasılığının güçleneceği söylenebilir. Pazartesi günü gazeteler İran’ın Arap devletlerini uyardığını, Obama yönetiminin İran’a yönelik olası bir saldırının planlarını İsrail’le paylaştığına ilişkin iddiaların yalanlandığını (planların olmadığını değil) aktarıyordu...
Daha şimdiden gelişmeler, Türkiye hükümetini, “Kürdistan” olarak tanımlanan bölgenin çeşitli parçaları bağlamında hiç beklemediği karmaşıklıkta bir durumla karşı karşıya bıraktı. Malatya’da yaşanan olaylar, uğursuz bir havanın oluşmaya başladığını düşündürüyor. Türkiye’nin Irak’taki “teröristlere müdahale hakkımız” tehdidi, Şemdinli’de yaşanmakta olanlar nereye doğru evrilir bilmek, bunların içerdiği, kan ve ateş potansiyellerini hükümetin tümüyle kavradığından emin olmak zor.

Ol mahiler ki derya içredir...

Bu hükümetin, Ortadoğu’da başlayan sürecin potansiyellerini kavrayabildiğini de söylemek zor. Bu bağlamda geçen hafta iki söylem ilgimi çekti. Birincisi, İran da Şah döneminde Kayhan gazetesinin editörlüğünü yapmış, bugün neo-con çevrelerin yayınlarında yazan etkili analistlerden Amir Taheri’nin AKP’den, “Müslüman Kardeşler örgütünün bir kolu” olarak söz etmesiydi. İkincisi, Taheri, Pollock ve birçok Batılı yorumcuya göre AKP tüm ağırlığını, MK’nin Suriye kolunu desteklemeye yönlendiriyor.
İşte AKP’nin Ortadoğu’da başlayan sürecin potansiyellerini kavrayamadığını düşündürten bu iki yorum oldu. Çünkü, MK yalnızca Mısır’da değil tüm Arap dünyasında, hatta (absürd gelebilir ama) tüm dünyada egemen olmayı hedefliyor. Bu strateji AKP’ye herhangi bir liderlik olasılığı sunmuyor, aksine onu, akıntıya kapılmış bir tahta parçası olma riskiyle karşı karşıya bırakıyor.
Geçen hafta, Suudi devletine yakın, Al Awsat’ta Mşari AlZaydi imzalı bir yazıda, Hamas’tan Tunus’a, Mısır’dan Yemen’e Müslüman Kardeşler akımının liderlerinin, önde gelen entelektüellerinin, yaklaşık bir yıldır giderek artan yoğunlukta bir “gelmekte olan yeni halifelik dönemi” söylemi geliştirmeye başladıklarını, örnekleriyle aktarıyordu. Bu “yeni” söyleme göre “Arap Baharı”, “VI. Reşudin” halifeliğine açılacak bir süreci başlatmış. Bu halifelik altında tüm Müslüman Arap devletleri birer idari alt birime dönüşecekler. Bu halifelik, giderek dünya egemenliğine açılan enternasyonal bir siyasi proje.
Ne diyeyim adamakla mal tükenmez, belli ki MK’nin hayali geniş. İyi de AKP kendini, daha önemlisi ülkesini bu siyasi proje içinde nerede görüyor acaba? Ben esas bunu merak ediyorum.