Tuesday, February 28, 2012

Bu sırada Rusya’da…

27 Şubat 2012 -

Rusya’da mart ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerini, liberal eğilimli Levada Araştırma Merkezi’ne göre, Putin’in ilk turda kolaylıkla kazanması bekleniyor. Yorumcular şimdi dikkatlerini, dünyada ve Rusya’da, ekonomik, siyasi hatta askeri alanlarda dönüşümlerin, değişimlerin hızlandığı bir dönemde Putin’in başkanlığa dönüşünün olası sonuçları üzerinde yoğunlaştırmaya başlıyorlar. Bu bağlamda, Putin’in yazdıkları, söyledikleri önemli ipuçları sunuyor.

Geçen hafta, Putin’in Rossiyskaya Gazeta’da yayımlanan bir makalesi (Eurasia Daily Monitor 20/02), aynı gün kuvvet komutanlarına ve savunma sanayisi liderlerine yaptığı konuşma (premier.gov.ru/events/news/18228/), Batı’ya ama özellikle ABD’ye karşı büyük bir güvensizliği yansıtıyor, yeni dönemde, ordunun modernizasyonunun hızlandırılacağını, “askeri sınai kompleks”in ekonomik gelişmenin lokomotifi olarak özellikle destekleneceğini düşündürüyor.

Bir güven kaybı öyküsü
Batı’ya ama özellikle ABD’ye karşı güvensizliğin arkasında, Putin’in Yeltsin döneminde şahit oldukları, iki dönem devlet başkanı ve bir dönem de başbakan olarak, Batı ve ABD ile ilişkilerinde yaşadığı deneyler yatıyor.

Bilinen bir süreç olmakla birlikte kısaca anımsamakta yarar var. “Gerçekte var olan sosyalizm”i saplandığı fosilleşme sürecinden çıkarma çabaları, Gorbaçov döneminde sistemin toptan çökmesine yol açtı.

Yeltsin döneminde, SSCB ve Doğu Bloku çöktükten sonra, Rusya’da ekonomik, toplumsal yaşam dağılmaya başladı. Örneğin 89-99 döneminde GSMH yüzde 50 geriledi, sanayi kapasitesinin yarısı yok oldu, ortalama yaşam beklentisi 75-80 yaş arasından 55-60 yaş arasına düştü, SSCB döneminde, ihmal edilecek düzeylerde seyreden işsizlik toplumsal kriz, alkolizm ölümcül salgın hastalık konumuna yükseldi, yoksulluk 10 kat arttı. İşçiler memurlar emekliler maaşlarını alamıyor, yaşlılar soğuktan ve yoksulluktan/açlıktan ölüyordu.

SSCB çökerken hızla uygulanmaya konan IMF’nin neoliberal “şok” programı bu toplumsal sonuçları yaratırken, ülkenin kamu malları ve doğal kaynakları “oligark” olarak adlandırılmaya başlanan bir grup, eski bürokrat, partili, hırsız işadamının elinde toplanıyor, buradan da giderek Batılı şirketlerin denetimine geçmeye başlıyordu.

Bu sırada, ABD’nin, Doğu Bloku dağılırken, Gorbaçov’a, SSCB’nin pasif kalmasını sağlamak üzere, verdiği sözler unutulmuş, NATO eski Doğu Bloku ülkelerini bünyesine alarak genişlemeye, Rusya’yı kuşatmaya başlamıştı. Rusya, uluslararası etkisini kaybetmişti, bir “III. Dünya ülkesi,” “yeni-sömürge” olmaya doğru ilerliyordu.

Putin bu koşullarda devlet başkanı oldu, bir ekonomik siyasi toparlanma, enkaz kaldırma çabasını sürdürürken, aynı dönemde Rusya’yı, daha uygun koşullarda Batı ile entegre etmenin çeşitli yollarını aradı, dış politika alanında Batı’nın kayığını sallamamaya dikkat etti. Ancak doğal kaynakları yeniden denetim altına alır, petrol gelirlerini, askeri siyasi reformları finanse etmeye yönlendirirken, Batı’nın Rusya’ya yönelik hesaplarını da bozuyordu. Batı bu nedenle Putin’i asla affetmedi, benimsemedi, Batı’yla bütünleşme çabalarını sabote etti. Bu süreç 2007’de Ukrayna’daki “Portakal Devrimi” maskaralığıyla; Putin’in “Münih Güvenlik Konferansı”nda, ABD dış politikası şiddetle eleştiren, hegemonyacılıkla suçlayan konuşmasıyla resmen bitti.

Silah endüstrisi yoluyla ekonomik gelişme 
Putin hem gazetede yayımlanan makalesinde hem de kuvvet komutanlarına, savunma sanayii liderlerine yaptığı konuşmada, Rusya’ya yönelik ABD merkezli tehditlerden hareketle, esas olarak üç nokta üzerinde duruyor. Birincisi 2020’ye kadar rakipsiz bir askeri güç oluşturmak. İkincisi savunma personelinin gelirlerini ve aşan koşullarını, ekonomide ve bürokrasideki ortalama yöneticinin düzeyinin üzerine yükseltmek. Üçüncüsü, savunma sanayiini ekonomik gelişmenin motoruna dönüştürmek. Kısaca özetlemeye çalışacağım.

Birincisi: Halen ABD’nin, NATO’nun askeri kapasiteleri Rusya’nınkinden çok üstün olduğu gerçeğinden hareketle Putin bu tehdide karşı öncelikle asimetrik savunma taktikleri üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini saptıyor. Sonra Rusya’nın askeri gücünü 2020 yılına kadar, hiç kimseden geri kalmayan bir noktaya taşımak için, toplam 23 triyon ruble (767 milyar dolar) yatırımı, harcamayı içeren bir reform planını gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Bu reform kapsamında, 400 adet yeni kuşak balistik füze, 8 stratejik nükleer füze denizaltısı, 20 saldırı denizaltısı, 50 savaş gemisi, 600 yeni “5. kuşak” savaş uçağı, 1000+ helikopter, 28 adet S-400 hava savunma füze alayı, 38 Vityaz füze kompleksi hizmete sokulacak. On tugay, 500 km. menzilli nükleer başlık taşıyabilen İskender-M füzeleriyle donatılacak, 2300 yeni kuşak tank üretilecek.

İkincisi: Konuşmasına, ordu personelinin, ailelerinin ve emeklilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye özellikle öncelik verdiklerini vurgulayan Putin, örnek olarak, 2012 Ocak ayında başlayan programla ücretlerin üç kat arttırıldığına işaret ediyor. Sonra ekliyor “Ben askerlerin, sivil sektörde, çalışan uzmanlardan ve yöneticilerden daha yüksek ücret alması gerektiğine her zaman inanmışımdır”. Putin “savaşa hazır olmak yetmez, askerlerin ailelerinin yaşam koşullarını da düşünmemiz ve iyileştirmemiz gerekir” diyor.

“Sevgili dostlar”, ifadesiyle başlayan, ilginç bir biçimde “değerli yoldaşlar” sözleriyle biten konuşmadan sonra geçilen soru cevap kısmında, söz alanların zaman zaman “yoldaş başbakan” sözleri dikkat çekiyor. Bir de yapılan geçmiş değerlendirmesi, hataların tekrarlanmayacağına, “sözde demokrasi ihracına”, “tek kutuplu” bir yapılanmaya izin verilmeyeceğine vurgu yapılıyor. Bu amaçla, Rusya’nın kendi demokratik kurumlarını, ulusal egemenliğini güçlendirmesi gerektiği saptanıyor. Bir soru üzerine, Putin ordunun farklı etnik, dini inancı olan insanlardan oluşmasının önemini vurguluyor; ordunun çokuluslu niteliğinin korunması gerektiğini savunuyor, bu insanların kendilerini büyük Rus ulusuna ait hissetmeleri için özel çaba gösterilmesi gerektiğini söylüyor.

Üçüncü olarak, Putin tüm bu askeri, toplumsal kalkınmanın mali kaynakları konusuna değiniyor. Burada, savunma sanayisinin, askeri sınai kompleksin güçlendirilmesinin, tüm ülkeyi ve ekonomiyi peşinden sürükleyerek modernize edeceğini savunuyor. Putin askeri sınai kompleksin yaratacağı yeni iş olanaklarıyla, yeni teknolojilerle, tüm ekonomiyi canlandıracağına inanıyor. Putin, özetle, Sovyetler Birliği döneminin hatalarını tekrarlamayacağız, gereksiz maliyetler, sorumluluklar üstlenmeyeceğiz; ekonomiye aşırı yük yüklemeyeceğiz; ekonomik ve toplumsal çözümlere ağırlık vererek, orduyla doğrudan ilişkili olmayan vatandaşların, orduya ve reform programlarına inançlarının kaybolmasına yol açmayacağız diyor.

Putin’in yazısı ve konuşması, büyük güçler arasında gittikçe yoğunlaşan, jeopolitik ve jeoekonomik rekabetin etkilerini görebilmek açısından çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Sunday, February 26, 2012

“İç dinamik – Dış dinamik”


(20.02.0212)
Mehmet Ali Birand geçen hafta “Sizin durumunuzu bilemiyorum, ancak ben dağıldım” sözleriyle girdiği bir yorumuna, MİT-Yargı- Hükümet / “Cemaat”-“AKP” çatışmalarına göndermeyle “Etrafımız kaynıyor biz nelerle uğraşıyoruz” başlığını koymuştu. Ben bu başlığı okuduğumda, “Sakın etrafımız kaynadığı için biz bunlarla uğraşıyor olmayalım?” diye düşündüm.

“Hubris” ve “Nemesis”[[1]]

 Başbakan Erdoğan’ın danışmanları bir zamanlar, AKP’nin yükselişini açıklarken, adeta “Hubris” denebilecek bir güvenle “tarihte ilk kez iç dinamiklerle dış dinamikler çakıştı” diyorlardı. Etrafımız karışmaya başlayınca, dış dinamiklerle iç dinamikler arasındaki “çakışma” tutarlılığını yitirmeye başladı. Sakın bu iç çatışmalar, o zamanki “Hubris”e karşılık şimdi. AKP’yi ziyarete gelen “Nemesis” olmasın? Benim bu sorulara verilecek kesin bir cevabım yok, ama etrafımıza bakınca AKP hükümetinin, dış politika alanından, bu “çakışma”nın tutarlılığını zorlaması kaçınılmaz, en az üç durumla karşılaştığımı düşünüyorum.
Birincisi, ABD- Suudi Arabistan (körfez ülkeleri) ve İsrail “ekseninin” esas hedefi İran olmakla birlikte, bölge jeopolitiğinin zorlamasıyla, bütün dikkatler Suriye üzerinde yoğunlaştı. Bir taraftan, İsrail-ABD ikilisinin, İran’ı bir tepki vermeye zorlamayı da amaçlayan provokasyonları (Ivan Eland, Eurasia Review, 17/02), füze, nükleer enerji tesislerini ve personelini hedef alarak devam ediyor. Diğer taraftan, İran’ı en önemli stratejik ortağından yoksun bırakmak için Suriye rejimini yıkmaya yönelik çabalar yoğunlaşıyor. Suriye ve İran rejimlerinin yıkılması, Kuzey Afrika’dan Türki Cumhuriyetlere kadar uzanan bir petrol ve gaz kaynakları coğrafyasında ABD hakimiyetini pekiştirecek. Bu nedenle, Rusya, Çin, ABD-Avrupa basıncına direniyor, uluslararası jeopolitikte soğuk savaştan bu yana en, kritik fay hattının, Türkiye’nin sınırında, Suriye-Iran üzerinde oluşmaya başladığı görülüyor. Bu fay hattında birikmeye başlayan “enerji”, Türkiye’nin Çin gibi “yükselen güçlerle”, Rusya gibi, enerji tedariki, dış ekonomik ilişkiler alanlarında önemli ortaklarıyla geliştirmek durunda olduğu ilişkileri tehdit ediyor.
Dikkatler Suriye üzerinde yoğunlaşırken, savaştan yana olan çevrelerde Türkiye önderliğinde bir Arap Birliği-Nato müdahalesi, El Esat Rejimini devirmek için tek akla yakın seçenek olarak öne çıkıyor. Ancak böyle bir müdahale, Türkiye’nin ekonomik kaynakları üzerine ağır bir yük getirecek olmanın yanı sıra, uluslararası basında kimi yorumcuların da dikkatini çekmeye başladığı gibi, Alevi nüfus üzerinden Türkiye toplumunun dini-kültürel dokusu üzerinde çözücü etkiler yapabilecek riskleri tetikleme potansiyeli taşıyor.
Üçüncü durum da, geçtiğimiz hafta Mısır’da yaşanan kimi gelişmelerle ilgili. Bu gelişmeler, bölgede, “ılımlı İslam”ın tipik örneği olarak görülen “Müslüman Kardeşler” hareketiyle işbirliği (bunu Batı’nın siyasi, ekonomik kültürel etkilerine açık tutulması olarak da okuyabiliriz) yapmaya hazırlanan ABD açısından “evdeki hesabın çarşıya uymayabileceğini” düşündürüyor. Bu gelişmeler, ABD dış politikasında “neo-con”ların yeniden etkin olmaya başladığı bir ortamda, Müslüman Kardeşler geleneğiyle akraba “ılımlı İslam” türlerine güveni sarsıyor. Bölgede, Müslüman Kardeşler geleneğinde derin siyasi kültürel kökleri olan yerli Siyasal İslam, esas olarak onu temsil eden AKP açısından, bu gelişmeler zorlu hesaplaşmaları de gündeme getirme potansiyelleri taşıyor.

“Mübarek döneminden bile kötü”

Washington’daki “Freedom House”un başkan yardımcısı Daniel Calingaert’e göre “Mısır’da sivil toplum örgütlerin üzerinde Mübarek döneminde bile görülmemiş ağır bir baskı var”... o zaman da baskı varmış “ama hiç bir zaman ne kapatılmışlar ne de yöneticilerinin ülke dışına çıkması yasaklanmış” (Wall Street Journal, 17/02)
Calingaert kızmakta haklı.  Mısır’da etkinliklerini Mübarek devrildikten sonra yoğunlaştıran kimi sivil toplum örgütleri  geçtiğimiz aylarda kapatılmış, 400 sivil toplum örgütü hakkında soruşturma açılmış, 19 ABD ve Avrupa vatandaşını da içeren 43 kişilik bir grup hakkında Calingaert’ın deyimiyle “Mısır’da demokrasiye geçiş sürecini destekledikleri için dava açılmış”.
Calingaert “Mısır’da demokrasiye geçiş sürecini desteklemekten” söz ediyor ama, Mısır’ı yöneten askeri konseyin Planlama ve Uluslararası İşbirliği Bakanı olarak atadığı Fayza Aboulnaga’ya göre “bu örgütler yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar” “Mısır’a, nerede kullanıldığı belirsiz, 200 milyon dolara ulaşan fonlar girdi, bunların sabotaj girişimlerinde kullanılmasından korkuluyor”. Müslüman Kardeşler örgütünden üst düzey bir görevli de “Amerikan-Siyonist komplo”dan söz eden, “Amerikan kaynaklı demokratikleştirme fonlarının şüpheli etkinliklere yöneldiğini” savunan bir açık mektup yayımlamış. (Los Angeles Times, 15/02).
Calingaert,  Los Angeles Times yazarı ve New York Times’da David Kirkpatrick bu gelişmelere çok öfkelenmişler. Her üç yazar da, “hem bizden yılda 1.3 milyar dolar yardım alıyorlar hem de bunu yapıyorlar” diyorlar. Calingaert, “Mısır’ın IMF’den almayı planladığı 3.2 milyar dolar yardım için ABD’nin ve Avrupa’nın desteğine gereksinimi olduğunu” anımsatarak, açıkça tehdit ediyor. Buna karşılık, ajanslar, Müslüman Kardeşler’in, Sivil Toplum örgütleri konusunda Askeri Konsey’in yanında yer aldığını, sözcülerinin “ordunun ulusalcı tutumunu destekliyoruz” dediklerini aktarıyor (The Associated Press, 15/02). Dahası Müslüman Kardeşler, New York Times’ın aktardığına göre, “ABD’nin bu 1.3 milyarı yıllardır Mübarek rejimini desteklemiş olmanın karşılığı olarak vermeye devam etmesi gerektiğini” savunuyor, aksi taktirde İsrail ile yapılmış anlaşmaları gözden geçirmekle tehdit ediyorlar.
Ordu ve Müslüman Kardeşler arasındaki ilişkiyi  doğru yorumlamayabilmek için önce iki saptama yapmamız gerekiyor. Mısır’da ordu, yaygın ticari dağıtım ağları ve esas olarak iç piyasaya yönelik olarak , tüketim ve ara-malı üreten, 35’den fazla  fabrikaya sahip büyük bir ekonomik güç. Kısacası, ekonomik varlığı açısından iç piyasaya dayalı bir “devlet kapitalizminden”, bunun üzerinde yaşayan bir askeri bürokratik tabakadan söz edilebilir. İkincisi, Müslüman Kardeşler, yaygın bir tüccar, esnaf, toprak sahibi seçkinler tabakasını, bunlara bağlı orta ve alt sınıfları temsil ediyorlar. Bu iki kesimin, dayandıkları ekonomik ilişkilerinin coğrafyası olan “tarihsel-ulusal” mülkiyeti (patrimoine)  koruma konusunda kolaylıkla anlaşabildiklerini, “devrim günlerinde” de gördük. Şimdi de, ABD, “ılımlı İslam” üzerine kurduğu fantezilerle, bölgenin gerçekleri arasındaki uyumsuzluğu Mısır özelinde görüyor. Bu, yerel kökleri derin Müslüman hareketlere olan güveni fena halde sarsacak, buna karşılık ABD ile daha doğrudan bağlara sahip hareketlerin önemini arttıracak bir gelişme... 



[1] Hubris, tanrıların karşısında kendilerine olmadık güçler vehmedenlerin durumu. Nemesis,“bu duruma düşenleri cezalandırmaya gelen tanrıçanın adı...

İmparatorluk Fantezileri, yeniden…

(13.02.2102)

İran üzerindeki savaş bulutları Suriye üzerine doğru kayarken, “neocon”ların ABD’nin “alın yazısına”, küresel liderliğinin kaçınılmazlığına ilişkin savlarına, yalnızca Cumhuriyetçi Parti adayları arasında değil Obama’nın söyleminde de bir geri dönüş başladı.

“Neocon”ların dönüşü

Geçen hafta, ABD Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti aday adaylarından yarışı, önde götüren Matt Romney’in 22 dış politika danışmanından 15’inin Bush dönemi “neo-con”larından, Project For New American Century ekibinden geldiğini, İran’a, Suriye’ye yönelik askeri müdahale, ”rejim değişikliği” yanlısı uzmanlardan oluştuğunu aktarmıştım. Geçen hafta Financial Times ve New York Times’a yayımlanan yorumlar, beni ABD dış politika çevrelerinde 10 Ocak’tan bu yana bu alanda sürmekte olan, çok önemli sonuçlar yaratmaya aday bir tartışmaya götürdü.
Tartışma, Romney’in neo-con danışmanlarının en etkililerinden Robert Kagan’ın The New Republic dergisinde 10 Ocak’ta yayımlanan “The Myth of American Decline” başlıklı denemesiyle başlamış; Obama’nın 24 Ocak’taki “Birliğin Durumu” konuşmasından sonra alevlenmiş. Çünkü, bir zamanlar Irak savaşına karşı çıkmış olmayı bir madalya gibi taşıyan Obama, bu konuşmasında, Irak savaşının en büyük savunucularından Kagan’ın makalesine tam on dakika ayırmış. Obama’nın Ulusal Güvenlik  Danışmanı Tom Donilon’un PBS’de Charlie Rose’a söylediğine göre, Obama Kagan’ın makalesini dikkatle okumuş, çok sevmiş.  Donilon’a göre bu “entelektüel açıdan çok içerikli” bir makaleymiş.
Obama da bu makaleden esinlenerek şöyle konuşmuş: “ABD’nin liderliğinin yeniden canlanması, nükleer maddelerin güvenliğini sağlamak için kurduğumuz koalisyonlardan, açlığa, hastalıklara karşı liderlik ettiğimiz mücadelelerden, , düşmanlarımıza  vurduğumuz darbelerden,  sunduğumuz ahlaki örneğin kalıcı gücünden,  dünya çapında hissedilebilir. Amerika geri gelmiştir!  Kim size bunun aksini söylüyorsa, kim Amerika geriliyor, ya da etkisi sönüyor diyorsa, ne dediğini bilmiyor demektir”. Böylece, Obama, Mitt Romney’ın “Obama ABD’nin gerilediğine inanıyor” eleştirisine de Romney’in özel danışmanının savlarından hareketle cevap vermiş oluyor. Ama, bu arada da, daha önceki, çizgisini de terk ederek, “imparatorluk projesi”nin varsayımlarını benimsemeye başlıyor.
Kagan, söz konusu makalesinde, ABD geriliyor savının aslında bir efsane (myth) oluğunu iddia ediyor, dayanaklarını çürütmeye çabalıyor. Bu amaçla örneğin ABD’nin dünya ekonomisi içindeki payının 1960’ların sonundan bu yana değişmediğini savunabiliyor. ABD’nin Irak’tan çıkarken geride bıraktığı yönetimi İran’a yaptırım uygulamaya ikna edememesi, Afganistan’ın geleceğine ilişkin tartışmaların, “yönetimi Taliban’a hangi koşullarda devredeceğiz” e kadar gelmiş, Rusya ve Çin’in daha yeni Milli Güvenlik konseyindeki vetolarıyla kanıtladıkları, “çok kutuplu” dünyanın fiilen başlamış olması gerçeğini görmezden geliyor. Diyor ki, aslında ABD gerilemiyor. Bu gerilemeyi siyasiler arzuluyor.
Bu “içerikli” makale, ABD’nin rakipsiz gücü fantezisini, ekonomik verilere de,  onları bu yönde konuşturmak için gereken işkenceyi de yaparak, yeniden üretme telaşı içinde Financial Times’dan Edward Luce’un yakaladığı gibi saçmalamaya başladığının ayırdına da varamıyor. Luce “eğer ABD gerçekten gerilemiyorsa, bu tartışmanın anlamı ne? Yok bazı siyasiler ABD’yi geriletmek istiyorlarsa bunlar kimler?” diye soruyor.

İmparatorluk Tasarımı - 2.0

National Review ve National Interest gibi yüksel oktanlı muhafazakar yayınların yorumcularının da ( örneğin, V.D. Hanson, R.W. Merry) katıldığı bu tartışma, akademik kaygılardan kaygılanmıyor; pratikte yaşamsal sonuçlar üretmeye aday.
Örneğin, ABD savunma çevreleri, yükselen güçlerin, “çok kutuplu” (multipolar) ya da “kutuplar arası” (interpolar) veya “kutupsuz” (nonpolar) dünyasında, gerileyen bir ABD hegemonyası ortamında yaşadıklarını düşünürlerlerse, ABD etkinliğini korumaya devam etmenin yollarını arayacak, “güç transferi” ya da Brzezinski’nin önerdiği, “Geniş Batı”yı (ABD, Avrupa’nın lideri ülkeler, Rusya ve Türkiye) yeniden inşa etme projeleri üzerinde yoğunlaşacak, diplomasiye, çok yönlü ittifaklara, ekonomik, kültürel liderliğe önem verecekler. Yok, “ABD aslında gerilemiyor” saptamasında ısrar ederlerse, Bush döneminde olduğu gibi, ABD’nin tek rakipsiz üstünlüğüne, asker, gücüne dayalı bir “imparatorluk projesi” peşinde koşacaklar.
Bu yüzdeni Kagan, ABD’nin aslında gerilemediğini ileri sürerken, aynı anda (!?) küresel konumunu korumak için, güç kullanmaya, dayatmacı bir liderliğe daha çok dayanan bir dış politika öneriyor. Askeri harcamalarda her hangi bir kısıntı yapılmasına, Irak ve Afganistan’dan çekilmeye karşı çıkıyor. Kagan’ın özel danışmanlığını yaptığı başkan adayı Mitt Romney de, Rumsfeld’i anımsatan bir söylemle, “ben öyle güçlü bir ordu istiyorum ki kimse onun karşısında durmaya cesaret edemesin” diyor ve ekliyor, “bunun için gereken tüm harcamaları yapacağım.” Romney’e göre “Amerika, olağanüstü ve özel bir alınyazısı olan bir ülke”. Bu olağanüstülük ve alın yazısı da tüm dünyaya liderlik etmeye karşılık geliyor.
Kagan’ın, danışmanlığı Romney’le sınırlı değil. Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Donilon da Kagan’ı sık sık  tartışma toplantılarına çağırıyormuş. Kagan’ın karısı Victoria Nuland da geçen yazdan bu yana Dışişleri bakanı Hillary Clinton’un sözcülüğünü yapıyormuş.
Bu tartışmalar, bildik neocon, Project For The New American Century savlarının, “imparatorluk projesinin” ABD üst yönetiminde yeniden alıcı bulmaya başladığını gösteriyor. Belli ki bu savların realiteyle bir ilgisinin kurmak bu tipler için önemli değil. Bunlar, 2004’de Bush’un danışmanlarından Karl Rove’un Donald Suskind’e dediği gibi “biz imparatorluğuz kendi realitemizi kendimiz yaparız” fantezisinin peşinden gidiyorlar. Yeter ki ellerinde  herkesi yıldıracak büyüklükte bir yıkım makinesi olsun.
Buradan çok uzun bir sıçrama yaparak, Türkiye’de yaşanmakta olan “garip olaylara”, Siyasal İslam’ın bünyesinde başladığı ileri  sürülen “iktidar savaşları”na gelirsem, taraflarla, gözlemcilere bir uyarıda bulunmak isterim. Eğer, Kagan çizgisi egemen olursa, ABD dış politikasında İsrail’in etkisi artar; bölgede, ulusal, yerel çıkarlara dayalı liderlik hesapları yapanlar,  “ulusalcıların”, radikal İslam’ın yanına, yeni “şüpheli şahıslar” olarak yazılırlar. “Ulusalcılara” ve radikal (İslamcı yada seküler) eğilimlere karşı ABD çizgisine, İsrail’in duyarlılıklarına sadık olduklarını kanıtlayanlar, “İmparator” adına yönetmeye layık bulunur, aldıkları destekle rakiplerini tasfiye ederler. Bu gün “her şeye kadir” olduklarına inanalar, yarın kendilerini “kaybolan aracı” konumunda bulabilirler. Bu imparatorluk projesi de bir önceki gibi iflas etmeden önce kimi ülkeleri yıkarken...

ABD Başkanlık seçimlerinden kaygı verici işaretler


(06.02.2012)
Reagan, Clinton, Bush ve Obama kampanyaları sırasında yaşananlar gelmekte olan dönem hakkında önemli ip uçları sunuyordu. Bu kez de öyle oluyor. Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı seçimleri sırasında, muhafazakar seçmenin, adayların tutumları üç yönde kaygı verici işaretler sergiliyor. Seçmen öfkeli, kararsız. Irkçılık önemli bir kampanya öğesi haline geldi. “Neo-con” kadrolar yeniden sahnede. Bunlara karşılık, Demokrat Parti’nin de Obama’nın ilk seçim kampanyasındaki havasını yitirmiş olduğu görülüyor.

Seçmen kararsız...

Muhafazakar Parti başkan adaylarının ön seçim sürecine, üç hafta önce ilk kez baktığımda, öfke, kuşku ve kararsızlık dikkatimi çekmişti. İlk üç eyalette önseçimleri üç farklı adayın kazanmış olması seçmenin kararsızlığını sergiliyordu. Dördüncü eyalet olan South Carolina’da seçimleri Cumhuriyetçi Parti “seçkinlerinin” (yukarı orta sınıfların) adayı Mitt Romney’in değil de, “aşırı” bir aday olarak görülen Newt Gingrich’in, sağ popülist bir kampanyayla kazanması, seçmenin öfkesini yansıtmanın ötesinde, Cumhuriyetçi Parti’nin ön seçim sürecini, birbirini parçalamaya başlayan iki aday arasına sıkıştırarak allak bullak etmişti.
Sonra bu görüntü de değişmeye başladı.  Romney Florida’da önseçimleri kazandı; Kamu oyu yoklamaları, Nevada, Michigan ve Arizona seçimlerini de kazanacağını düşündürüyor. Böylece, Cumhuriyetçi Parti seçmeninin, “seçkinlerin” istediği aday üzerinde anlaşmaya, belirsizliğin ortadan kalkmaya başladığı söylenebilir.
Ancak,  kimi muhafazakar yorumcular, bir Cumhuriyetçi adayın, Obama karşısında seçimleri kazanabilmesi için, katılımın rekor düzeyde yüksel olması gerektiği varsayımından hareketle hala kaygılılar. Bunlar, South Carolina ve Florida seçimlerini karşılaştırarak, “ılımlı” bir aday olan Romney’in seçmeni heyecanlandırmadığına işaret ediyorlar. South Carolina’da öfkeli ve saldırgan bir dil kullanan Gingrich, Romney karşısında seçimleri kazanırken, sandık başına gidenlerin sayısını, 2008 seçimlerine göre yüzde 35  arttırmayı başarmış. Romney, Florida’da olağan üstü yoğun bir reklam kampanyası sayesinde, kazanırken, katılım 2008’e göre yüzde 12 düşmüş (The Washington Times, 03/02). Dahası, kamu oyu yoklamaları Romney’e oy veren muhafazakar seçmenin yüzde 38’inin, aslında yeni bir adayın  yarışlara katılmasını istediklerini gösteriyor (Washington Post, 03/02). Muhafazakar seçmen Romney’den hoşnut değil. Kökten dinci Evanjelik seçmen, Çay Partisi seçmeni de hala Romney’e  uzak duruyor.
Bu verilerden hareketle, Obama’nın yeniden seçilme şansının arttığını söylemek olanaklı ama, o kanatta da seçmen kararsız. Kamu oyu yoklamalarının sonuçları haftadan haftaya değişiyor. Bir hafta Pew Araştırma kurumu seçmenin yüzde 55’inin “Obama sorunlarımızı daha iyi anlıyor” dediğini saptarken, bir başka hafta Gallup, seçmenin “Obama’nın en kutuplaştırıcı aday” olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Bu sırada Pew Araştırma kurumunun bir kamu oyu yoklaması, geleneksel olarak Demokratlara oy veren Yahudi seçmenin desteğinin 2008’den bu yana yüzde 9 oranında Cumhuriyetçilere kaydığını düşündürüyor (Forbes, 03/02). Gözlemciler, Obama’nın seçmeni heyecanlandıramadığını, 2008’deki “büyük koalisyonu” kuramayarak klasik Al Gore, John Kerry koalisyonuna geri döndüğünü düşünüyorlar.

 Ve çok öfkeli

Bir, mali kriz patladığında kredi daralmaya, piyasalar dağılmya, insanlar işsiz kalmaya, evlerini kaybetmeye başladıklarında, genelde bir öfke dalgası kabarıyor. Bu dalga merkez partileri, siyasi seçkinleri, büyük / mali sermayeyi hedefi oluyor. Yaşanmakta olan, ön seçimler böyle bir dalganın varlığına işaret ediyor, gittiği yön hakkında önemli ip uçları veriyor.
Bankalara yapılan mali yardımlar, bankacıların aldıkları ikramiyeler, beklendiği gibi toplumda büyük tepki yarattı. Bu tepki Çay Partisi  hareketiyle, hem büyük sermayeyi hem onu “kurtarmakta” olan Obama yönetimini hedef almaya başladı, hem de  batacak “olan batsın”, yaklaşımını. Bu yaklaşım, bütçe açığını kapatmak savı üzerinden, aşağıda değineceğim nedenlerden, yoksulları , işsizlere verilen yaşam yardımlarını, sağlık sigortalarını hedef alarak, “serbest piyasa popülizminde” kristalleşmeye başladı (örneğin: Thomas Frank, Le Monde Diplomatique, Ocak 2012). “Wall Street işgal” hareketi, bu dalganın havasını biraz olsun dağıttı ama, bu dalgaya kapılmış muhafazakar seçmenin ön yargılarını kemikleştirdi.
Neden geniş halk kitleleri kendi çıkarlarına aykırı bir politikayı benimseyerek, karşı çıkıtları güçlerin kuyruğuna takılmaya başladılar? Kendini “orta sınıf” olarak tanımlayan, işi, evi arabası, hatta küçük bir işletmesi olan kesim, hem işçi sınıfı hem de mali sermaye  karşıtı, hem devlete ve yeni vergilere hem sosyal yardımlara karşı “bireyci- özgürlükçü” bir savunmaya yöneldi. Burası zaten bu haliyle sağ popülizmin olağan tabanıyken, ABD özelinde, özellikle Güney eyaletlerinde, ırkçılıkla, evanjelik-kökten dincilikle birleşince devlete yönelik öfke, Obama’nin kimliğinde kendine somut bir hedef buldu.
Cumhuriyetçi partinin aday adaylarının kampanyalarına bakınca, seçkinlere tepkinin yanı sıra, Obama’nın kişiliğini hedef almaya başlayan dolaylı bir  ırkçı söylemin, “kodların” öne çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu, mali analiz sitesi Bloomberg yazarlarının bile dikkatini çekmiş. Jeffery Goldberg Cumhuriyetçi Parti adaylarının ağzından özetliyor: “Siyahlar çalışma arzularını kaybettiler; siyahlar, gıda yardımı kuponlarına dayanıyorlar; siyahlar Amerikan toplumunun (beyazların-E.Y) onlara tarihsel  bir borcu olduğuna inanıyorlar; siyah çocuklar, boş gezeceklerine kapıcılık yapsınlar; siyahların bu bağımlılık kültürü Demokrat partinin marifeti, bir 21. Yüzyıl Plantasyon (köle çiftliği-E.Y) kültürü yarattılar”...
Gittikçe yoğunlaşan bu ırkçı söylem, Obama seçildiğinde ayyuka çıkan “ ırkçılık sonrası politika” fantezisini  yıkarken, toplumda, çalışanlar arasında kutuplaşmayı derinleştiriyor.  The Nation dergisinde Berman’ın aktardıklarına bakınca, özellikle Güney eyaletlerinde Cumhuriyetçi Parti yönetimlerinin, seçim bölgelerinin sınırlarını, beyaz ve siyah seçmeni birbirinden ayıracak, böylece siyahların yalnızca siyahlar tarafından temsil edilmesini sağlayacak, ırk ayrımcılığını yeniden kurumlaştıracak yönde değiştirmekte oldukları görülüyor.
Irkçılık körüklenirken, Romney’in dış politika söyleminde, ABD hegemonyasının gerilemekte olduğunu (realiteyi) inkar eden, militarist, savaş yanlısı bir eğilim öne çıkıyor. Foreign Policy’den  Thomas Ricks, Romney’in 22 dış politika danışmanından 15’inin Bush dönemi neo-conlarından, Project For New American Century ekibinden geldiğini, İran’a, Suriye’ye yönelik askeri müdahale yanlısı uzmanlardan oluştuğunu aktarıyor.