Tuesday, January 31, 2012

Büyülü Dağ – Endişe Çağı

(30 Ocak 2012)

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2012 toplantısını medyadan izlemeye çalışırken, aklıma Thomas Mann’ın Davos’ta bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanı ve W.H. Auden’in The Age of Anxiety (“Endişe Çağı”) başlıklı uzun şiiri geldi. Birincisi, I. Dünya Savaşı öncesindeki, diğeri de II. Dünya Savaşı sırasındaki “Zeitgeist” (zamanın ruhu) üzerinde duruyor. Davos Toplantıları’nda bu yıl egemen olan Zeitgeist’ın en önemli özelliklerini bu iki yapıtın yardımıyla tanımlamayı deneyebiliriz.

Bir uygarlık çıkmaza girince...
Thomas Mann Büyülü Dağ üzerinde çalışmaya 1912’de başlıyor, yapıt 1921’de yayımlanıyor. I. Dünya Savaşı’ndan önceki on yılı kapsayan bu yapıta, zaman, değişim, hastalık gibi temalar damgasını vuruyor. Bu bağlamda yapıtı, kapitalist uygarlığın manevi çürüyüşü üzerine bir çalışma olarak da düşünmek olanaklı. Gerçekten de romanın ana karakteri Castorp bu sanatoryumdan bir türlü iyileşerek çıkamaz. Mann, Castorp’un bu uzun hastalık dönemini bir “portmanto” olarak kullanır, buna “astığı” karakterler aracılığıyla I. Dünya Savaşı öncesi siyasi, entelektüel iklimi, Zeitgeist’ı betimler. Castrop bir türlü iyileşemez, hastalığı doğru dürüst tanımlanamaz, ama sonunda, sanatoryumdan çıkarak yeni başlamakta olan I. Dünya Savaşı’na katılmak (ve fırtınanın içinde yok olmak) üzere askere yazılır.

Burjuva uygarlığı, büyük güçler arasında giderek yoğunlaşmaya başlayan kaynakların, pazarların yeniden paylaşımı, hegemonya transferi sorunlarıyla boğuşurken intihar etmeye başlamıştır. Üzerinde yaşayanları da kendisiyle birlikte büyük felaketlere sürükleyerek...

I.Dünya Savaşı’nda 10 milyon asker 7 milyon sivil yaşamını yitirir, ama ne kaynakların, pazarların bölüşülmesi ne de hegemonya transferi sorunları çözülebilir. II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan, dünya nüfusunun yüzde 2.5’i ölür; insanlık, Yahudi soykırımı gibi tarihin o zamana kadar görmediği bir manyaklıkla 6 milyon insanın, en son teknolojik, idari yöntemlerle katledilmesine şahit olur.

“Büyülü Dağ”, aslında Davos olduğu için bu yapıtın akla gelmesi doğal, hatta gelmemesi Dünya Ekonomik Forumu’nun düzenleyicisi Klaus Schwab’ın “Burası dünyanın sanatoryumu” sözlerinden son neredeyse olanaksız. Peki, ama “Auden nereden çıktı”?

Auden, söylemimize “endişe çağı” kavramını yerleştiren yapıtına, “Tarihsel süreç koptuğunda ve böylece oluşan boşluğu (void), ordular işlemeli metal tartışmalarıyla örgütlediklerinde, zorunluluk dehşetle, özgürlük can sıkıntısıyla ilişkilendiğinde, barların müşterileri çoğalır” sözleriyle başlar.

Üç adam ve bir kadın, Manhattan’da bir barda tesadüfen karşılaşırlar, saatler boyu konuşurlar, içerler; sonra geceye kadının apartmanında devam ederler. Derken, adamlardan ikisi gider. Geride kalan ise sızıp kalarak kadının beklentilerine cevap veremez. Özetle, “Endişe Çağı” yapıtının karakterleri (2011’de yayımlanan yeni baskısının önsözünde Alan Jacobs’un açıklamalarından anladığımıza göre -“Jung”cu, önsezi, hissetme, duygu ve akıl gibi arketipleri simgeliyorlar) bu boş karşılaşmadan, yalnızlıktan, kültürel kabızlıktan, cinsel iktidarsızlıktan öte bir şey çıkarmayı beceremezler.

Davos toplantılarının, bu barlar, lokanta ve oteller kompleksinde buluşanların tartışmalarına son yıllarda egemen olan entelektüel kabızlık, iktidarsızlık, duyarsızlık ve korku, bir çözüm üzerinde anlaşmayı başaramadan eve dönmeler, bana “Endişe Çağı” şiirindeki karakterleri anımsattı...

‘Büyük dönüşüm’ 
Toplantının temasının “Büyük Dönüşüm” (1944) (Karl Polanyi’nin, serbest piyasayı mahkûm eden en mükemmel eleştirilerden biri olan yapıtının adı) olması çok anlamlı. Bu da, bu yıl Davos toplantılarında, “tarihin olağan akışının koptuğuna” ilişkin bir algının egemen olduğuna işaret ediyor.

Mali kriz patlamadan birkaç ay önce toplanan “Davos 2007”, BBC’ye göre “cansız ve ruhsuzdu”. 2008’de “panik ve endişe” egemendi. Davos 2009 toplantısının “Kriz sonrası dünyayı şekillendirmek” teması, aptalca bir özgüvene, entelektüel kabızlığa işaret ediyordu. Katılanlar, sürecin bu kadar uzun, krizin yapısal olduğunun ayırdında değildi. Bu kabızlık, 2010’da “Dünyanın durumunu iyileştirmek: Yeniden düşünmek, yeniden tasarlamak, yeniden inşa etmek” temasıyla devam etti. 2011 toplantısının teması “Yeni bir realite için paylaşılan normlar” olmuş ve toplantı “iyimser bir tonda” bitmişti.

Bu yıl, “Davos tipleri” durumun, en azından onlar açısından vahametini kavramaya başlamış görünüyorlar. Ama entelektüel kabızlık devam ediyor. Risk raporunda “Distopya filizleri” uyarısı, krizi aşamazlarsa kendilerini (dünyanın efendilerini) neyin beklediğini kavradıklarını gösteriyor. Soros’un toplantıdan önce yayımladığı denemede şiddetlenen sınıf mücadelesinin, ayaklanmaların ve bunları bastırma çabalarının, ABD ve Avrupa’da hak ve özgürlükleri yok etmeye başlayacağı uyarısı da. Financial Times’dan Gillian Tett de “Burada ilk kez gelir dağımı sorunu gündemin başına oturuyor” diyor.

Ekonomik kriz bağlamında, kapitalizmin geleceği tartışılıyor, IMF Başkanı Lagarde, 2012’de dünya ekonomisini bekleyen riskleri vurguluyor, dolaylı olarak da olsa 1930’lara geri dönme (depresyon) olasılığının artmakta olduğu konusunda Davos’luları uyarıyor.

Jeopolitik alanındaki tartışmalar, Çin’in yükselişinin ABD ve Brzezinski’nin “Geniş Batı”sı açısından “ne kadar tehlikeli olmaya başladığının” (Gideon Rachman, FT) bilinçlere çıktığını gösteriyor. HSBC’nin Baş Ekonomisti Stephen King’in “Dünya 1000 yıl öncesine dönüyor”, Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Pascal Lamy’nin “Çin trilyonlarca dolar rezervin üzerinde oturuyor. Hiç şüphe yok bu para geliyor... Çin, kaynakları ele geçiriyor havası yaratmamalı” sözlerindeki kaygılar bu algıyı yansıtıyor. Eurasia Grup Başkanı Ian Bremmer, demokrasinin gerilemesinden, küresel sınıf savaşından korkuyor; küreselleşme eğiliminin yerini bölgeselleşmeye bırakmaya başladığını düşünüyor. “Davos’takiler bu sorunları akıllı bir biçimde görüyor. Büyük Dönüşüm uygun bir tema. Bu yeni bir model arayışı. Ama bu model henüz ortada yok” diyor (Foreign Policy. 25/01).

Endişe ve entelektüel kabızlık, iktidarsızlık böyle. Peki, “orduların işlemeli metal tartışmalarıyla boşluğu örgütlemesi” üzerine ne diyebiliriz? Yeni ABD Savunma Stratejisi’ne ek olarak aklıma, 23 Ocak’ta yayımlanan, Obama imzalı “Küresel tedarik zinciri güvenliği için Ulusal Strateji” başlıklı belgeyle, Obama’nın 2 Ocak’ta imzaladığı “Ulusal Savunma Yetkilendirme Akdi” geliyor. Birinci belge, dünyanın neresinde olursa olsun, tedarik zincirlerinin korunmasının ulusal güvenlik alanına girdiğini saptıyor; ikincisi, terorizmle ilişkili şahısların, yargılanmadan savaşın sonuna kadar tutuklanması yetkisini ABD vatandaşlarını kapsayacak biçimde genişletiyor...

Monday, January 23, 2012

Davos’ta ‘distopya filizleri’

(23 Ocak 2012)

Kendilerini dünyanın efendileri olarak görenler yine toplanıp durum değerlendirmesi yapacaklar. Dünya Ekonomik Forumu, yedi yıldır bu tür değerlendirmelere temel oluşturması için, her toplantı öncesinde “Global Risks Report” başlıklı bir rapor yayımlıyor.

Bu yılın 65 sayfalık raporu, üç tema üzerine kurulmuş: “Distopya tohumları”, “Koruyucu sistemlerinin güvenliği”, “Bağlantısallığın (connectivity) karanlık yüzü”. Rapor “kapitalist öznenin”, özgüven kaybından kaynaklanan varoluş “bulantılarının”, son aylarda giderek daha sık gözlenebilen en önemli dışavurumlarından biri. Bu rapora daha yakından bakmadan önce, “yeni havayı”, yansıtacak kimi örnekleri kısaca aktarmak istiyorum.

‘K’ ile başlayan sözcük 
Bu alt başlığı The Guardian’ın, perşembe günkü “başyazısı”nından aldım. Yazı, Muhafazakâr Parti Başkanı, koalisyon hükümetinin başbakanı Cameron’un “Bugün birçok insan... ekonomimizin bütün işleyiş tarzını sorguluyor” sözleriyle başlıyor, “bugün, St. Paul’ün merdivenlerinde, bankacılara dağıtılan paralara ilişkin gazete başlıklarında da görülebileceği gibi kapitalizmden tedirginlik -ve daha fazlası- çok yaygındır. Bu bağlamda, politikacılar halkın ruh halini daha yeni kavramaya başlıyorlar” saptamasıyla devam ediyordu.

Postmodern zamanlarda, kapitalizm sözcüğü, hemen ikizini (komünizmi) akla getirdiğinden pek ağza alınmazdı. Ama galiba artık “başka” bir zamanda yaşamaya başladık. “K” ile başlayan sözcüğü (kapitalizm) bu konuya artan ilgiyi ölçebilmek için, cuma günü “Google News” (İngiltere) sayfasına sordum. 1990-1998 aralığında “capitalism”le ilgili 16 bin haber varmış. 1997-2007 arasında (Asya krizinden - mali krize) haber sayısı 27 bine yükselmiş, 2007- 2012 (20 Ocak) arasındaysa 51 bine. Genel olarak “Google”a sorunca da aynı dönemler için karşıma, sırasıyla şu sonuçlar çıktı: “1.950.000, 29.400.000 ve 1.650.000.000.” Kısacası kapitalizm kavramına ilgi, mali krizle birlikte çok artmış. En önemli korunma yöntemi saklanmak, tarihsel (başı dolayısıyla da bir sonu olması kaçınılmaz) bir üretim tarzının sınıfı olduğunu gizlemek olan bir sınıf (kapitalist sınıf) açısından, aniden böyle bir görünürlük kazanmak, varoluş kaygılarını depreştirecek bir durum doğrusu.

Bu varoluş kaygıları ister istemez dikkatlerin, toplumsal muhalefet, gelir dağılımı gibi konular üzerinde yoğunlaşmasına neden oluyor. Olunca da The Economist’te “zenginlere vergi koymak”, “plütokrasinin siyaseti” “devlet kapitalizminin” erdemleri üzerine yorumlara rastlamaya başlıyoruz. BBC, News Night programına Marksist tarihçi Hobsbawm’ı konuk ediyor, ardından bir fon yöneticisi, bir The Times yazarı, İşçi Partisi’nden bir meclis üyesi “Kapitalizmin alternatifi ne olabilir” sorusunu tartışıyorlar. Sosyalizmin iflas ettiğini iddia eden The Times yazarına, İşçi Partili meclis üyesi, “Okul çocuğu gibi konuşuyorsun” diyor.

Francis Fukuyama da bu kez, “Tarihin Geleceği” başlığını koyduğu denemesinde (Foreign Affaires Ocak/Şubat, 2012) “Orta sınıf çökerken, liberal demokrasi yaşayabilir mi” diye soruyor.

‘Tüm umutlarını geride bırak’
Dante’nin ünlü başyapıtında, ‘Cehennem’in kapısının üstünde, “İçeri girerken tüm umutlarını geride bırak” yazıyor. Davos risk raporunun “Distopya Tohumları” başlıklı birinci bölümü, insanlığın, adeta böyle bir kapıdan girmekte olduğuna işaret ediyor. Çünkü, rapor, “Distopya”yı, “zorluklarla dolu, ama her türlü umuttan yoksun yer” olarak tanımlıyor.

Dünya Ekonomik Forumu’na göre bir distopyanın tohumları filizleniyor: Gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları, toplumsal hakların (refah devleti...) kaybolmakta, “toplumsal mutabakatın” yıkılmakta olduğunu gördüğü, gelişmekte olan ülkeler de genç kuşaklarına olanaklar sunamadıkları için, hükümetler hızla bozulmaya devam eden gelir dağılımına, artan yoksulluğa karşı önlemler almadığı için öfkeleniyorlar. Hızlı büyüyen, (Brezilya, Çin, Hindistan gibi, ülkelerde de derinleşen ekonomik, toplumsal eşitsizlikleri hafifletecek bir “toplumsal kontrat” aynı hızla gelişemiyor.

Rapor, teknolojik bağlantısallığın (internet, cep telefonu) vatandaşlara, ekonomik siyasi yapılardan hoşnutsuzluklarını hızla küresel halk hareketlerine dönüştürme olanağı getirdiğine işaret ediyor. Rapor “Arap Baharı”, “İşgal eylemleri”, Tayland, Şili, Hindistan’da görülen halk hareketleri gibi olayları, bu bağlamda ve risk kategorisi içinde değerlendiriyor. Teknolojik bağlantısallığın etkilerine karşın dünyada, parçalanmışlık, uyumsuzluk, güvensizlik, şüphecilik, dolayısıyla bir “distopya” yaratacak eğilimler gelişiyor. Raporda bu koşullarda alınacak önlemlere ilişkin somut bir şeyler bulmak olanaklı değil. Buna karşılık Fukuyama’nın yukarıda değindiğim denemesinde kimi “somut”, çarpıcı öneriler var.

Fukuyama, Barringon Moore’un “Burjuvazi yoksa demokrasi de yok” tanımından hareketle, liberal demokrasinin varlığını sürdürebilmesinin giderek zorlaştığını, kapitalizmi koruyabilmek için yeni bir ideolojik modelin bulunması gerektiğini savunuyor.

Fukuyama “orta sınıfı” gelir düzeyine göre, toplumun ne en alt kesiminde ne de en üst kesiminde olan, mülk sahibi (evi ya da evinde beyaz eşya, otomobil de dahil sanırım) ya da kendi işi olanlar olarak tanımlıyor. Kısacası, işçi sınıfının vasıflı, yüksek ücret alan kesimiyle kendi işletmesine sahip “küçük burjuva” tabakasını “orta sınıf” tanımının içine sokuyor. Fukuyama, bu “orta sınıfın” “çöktüğünü” gösterirken tüm aksi yönde çabalarına karşın işçi sınıfının yüksek ücretli kesiminin, “küçük burjuvazinin” hızla proletarya saflarına düşmekte olduğunu, dolayısıyla Marx’ın tarih önünde fena halde haklı çıktığını da kabul etmiş oluyor.

Bundan sonra da Fukuyama, “toplumsal çıkar” kavramını vurgulayarak “orta sınıfı” güçlendirmeye olanak verecek yeni ideolojiyi düşünmeye başlıyor. Genel olarak kapitalizmi değil, şimdi krizde olan kapitalizmi hedef alması gereken bu yeni ideoloji, ister istemez küreselleşmenin eleştirisini içerecekmiş; bu eleştirisini de ulusalcılığa dayandırmalıymış. Bu “Amerikan malı kullan” gibi kaba bir ulusalcılığı değil, ulusal çıkarı çok daha gelişmiş bir düzeyde temsil edecek toplumsal bir hareketi yaratmaya yönelik bir stratejinin parçası olmalıymış.

Fukuyama’ya göre bu kaçınılmaz olarak popülist bir ideoloji olacak, azınlığın çıkarını çoğunluğa dayatan seçkinleri, zenginlerin yararına çalışan para-siyaset ilişkisini de eleştirecekmiş... Ama, “orta sınıflar” geçmiş kuşağın, serbest piyasa, küçük devlet iyidir söylemine takılıp kaldığı sürece, bu yeni ideolojiye dayalı toplumsal hareketler gerçekleşemeyecekmiş. Sizi bilmem ama, Fukuyama’nın aradığı bu “yeni ideoloji” bana pek hayırlı bir haber gibi gelmiyor. ‘Distopya’ya çoktan girdik galiba...

Tuesday, January 17, 2012

Hedefteki Ülke: İran

16 Ocak 2012 -

İran’da nükleer enerji sektöründe çalışan bir bilim adamı Mustafa Ahmedi’nin geçen hafta, bombalı bir saldırıyla öldürülmesi “ABD ve/veya İsrail İran’a ne zaman saldıracak” sorusunu, “saldırı bir kere başlarsa nerede duracak” sorusuyla, saldırının bölgedeki tüm olası etkileriyle birlikte gündeme getirdi.


‘İran savaşı’ üçüncü yılına girerken 
ABD ve/veya İsrail ne zaman saldıracak sorusuna, Washington Institute for Near East Policy’nin İran Güvenlik İnisiyatifi Direktörü Patric Clawson’un verdiği “bence iki yıl önce (saldırdı bile-E.Y.)” cevabından (New York Times 11/01) hareketle, Mustafa Ahmedi’nin ölümüyle savaşın üçüncü yılına girdiğimizi varsayabiliriz. Hatta 2007’de Ardeşir Hüseyinpur’un zehirlenmesiyle başlayan sürecin tümünü göz önüne alarak, beşinci yılına girdik bile diyebiliriz.

İsrail gazetesi Haaretz’in derlediği şu listeye bakar mısınız? Masud Ali Muhammed (12/01/2010), Majid Şahriyari (29/11/2010), Abadan rafinerisinde patlama (24/05/2011), Darious Rezainejad (23/07/2011), füze üssünde patlama, bir general 16 ölü, 15 yaralı (12/11/2011), İsfahan Nükleer Tesisleri’nde patlama (28/11/2011), Yazd kenti nükleer tesislerinde patlama 7 ölü (11/12/2011) ve geçen hafta Mustafa Ahmedi. Bunlara ek Fareydun Abbasi 2010’daki saldırıdan yaralanarak kurtuldu, İran Atom Enerjisi Örgütü’nün başına getirildi.

ABD Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi eski yetkililerinden ve Ulusal Güvenlik Konseyi uzmanlarından William Tobey’in, “2007’den bu yana altı saldırıdan beşinin, taşıtlara yapıştırılan mıknatıslı bombalarla gerçekleştirildiğine” (Daily Beast /Newsweek, 13/01/12) ilişkin saptaması, suikastların sistemli bir biçimde, tek bir kaynak tarafından gerçekleştirildiğini gösteriyor. Natanz Nükleer Tesisleri’ne yönelik Suxnet bilgisayar virüsü aracılığıyla yapılan sabotajı da bu listeye eklediğimizde, İran’ın, 2010’dan sonra giderek tırmanan bir saldırı altında olduğunu söyleyebiliriz.

ABD yetkilileri “Kesinlikle bizden kaynaklanmıyor” diyorlar. İsrail, saldırıları sahiplenmiyor. Ancak Le Figaro İsrail gizli servisinin İran muhalefetiyle işbirliği yaptığını savunuyor. Der Spiegel de ağustosta yayımladığı bir raporda İsrail’in, MOSSAD’ın yeni başkanı Tamir Pardo önderliğinde İran’a karşı gizli bir savaş sürdürdüğünü iddia ediyordu (The Guardian 11/01/2012). Son saldırı, İsrail Genelkurmay Başkanı’nın “2012 İran için çok kritik bir yıl olacak. İran’da çok sayıda doğal olmayan şey yaşanacak” uyarısından hemen sonra gerçekleşmişti. Yine de kimi İsrailli yetkililerin, “Bölgede İran’da sorun çıkartmak isteyen tek ülke biz değiliz” uyarıları (The Guardian) “bu saldırıların arkasında kim var” sorusuna kesin bir cevap vermeyi zorlaştırıyor. Bu bağlamda, Hürmüz Boğazı, Şii nüfusun kışkırtılması, Suudi kaynaklı medyada dile getirilen İran korkularına bakmak yeterli.


Süreç hızlanıyor mu? 
Geçen hafta gelişmeler aniden yoğunlaştı. ABD, haziran ayından itibaren İran’la petrol ticaretinin finansmanını global olarak yasaklayacağını, bir AB yetkilisi, İran’a petrol ve petrokimya ürünlerini kapsayan bir ambargonun 23 Şubat’ta onaylanacağını açıkladı. Aynı günlerde İran ikinci bir tesiste daha uranyum zenginleştirmeye başladığını, Rusya ile petrol ticaretinde artık dolar kullanmayacağını açıklıyor, ambargolara misilleme olarak Hürmüz Boğazı’nı kapatmaktan söz ediyordu. Perşembe günü Los Angeles Times ABD’nin körfezdeki askeri varlığını arttırmaya başladığını, cuma günü New York Times ABD’nin İran’a, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasına asla izin verilmeyeceğine ilişkin gizli bir mesaj gönderdiğini aktarıyorlardı.

Diplomatik trafik de hızlanmıştı. ABD Hazine Bakanı Çin’i ambargolara katılmaya ikna etmeye çalışırken Halkın Günlüğü gazetesi, Çin’in İran’dan petrol almayı durdurmasının neden olanaksız olduğunu anlatıyordu. Bu ekonomik yaptırımlar bir BM kararından değil, ABD politikalarından kaynaklanıyordu; “ABD uluslararası topluluk demek değildi”. Ambargolar “Çin’in stratejik çıkarlarına zarar verecekti”. (13/01). ABD Çin’i ambargoyu desteklemeye ikna edemeyince, perşembe günü, Çin’in önemli petrol şirketlerinden Zhuhai Zhenrong’a mali ambargo uygulayacağını açıkladı. Cumartesi günü, Çin gazetesi, Global Times’ın baş yorumcusu, ABD’ye boyun eğilmemesini, bu küstahlığa gereken cevabın verilmesini istiyor, böylece ABD-İran çelişkisi yeni bir boyut kazanıyordu.

Christian Science Monitor’un bir yorumuna göre Rusya da İran’ın nükleer projelerinden kaygı duymakla birlikte yalnızca İran ve Suriye’ye karşı ABD kaynaklı yaptırımlara, BM Güvenlik Konseyi’nden bu yönde bir karar çıkmasına kesinlikle karşıydı. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Bizim için BM kararları bağlayıcıdır, başkalarının kararları değil” sözlerini aktaran Financial Times’a göre Türkiye ambargoya katılmayacaktı.

Bu gelişmeler, ambargonun başarılı olamayacağını düşündürürken, BBC “Kriz derinleşiyor, bir çatışma önlenebilir mi” diye soruyor, Telegraph, “ilan edilmemiş savaşın ısınmakta olduğunu” savunuyor, Pekin Üniversitesi Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden Dai Xu, “İran’a yönelik açık bir saldırının 2012 içinde gerçekleşmesini” bekliyordu (Global Times, 12/01). Financial Times’ta James Blitz’in yorumuna göre 2012’nin “küresel güvenlik gündeminin başında Batı, İran’la bir savaşa ne kadar yakınlaştı” sorusu var (13/01).

Savaş ne kadar yakın? 
Önümüzdeki haftalarda körfezde İran, ABD ve İsrail’in neredeyse aynı zamanda gerçekleştirecekleri “manevralar” sırasında bir “provokasyon” olasılığını bir kenara bırakırsak ABD ve/veya İsrail’in İran’a saldırma olasılığı ne kadar yüksek? ABD’nin etkili dış politika yayınlarından National Interest’te geçen hafta yayımlanan iki farklı analize göre, bir provokasyona zorunlu cevap verme olasılığı dışında saldırı çok riskli bir seçenek. Elbridge Colby ve Austin Long imzalı yazı, pek fazla ilgi çekmeyen, ama çok önemli bir soruya işaret ediyor: “Bir saldırı başladıktan sonra süreç nasıl sonlanacak?”; dahası “Bir saldırıdan sonra İran teslim olmazsa ne olacak?”, “uzun süreli bir bombalama operasyonu boyunca ABD uluslararası desteği ve ittifaklarını nasıl muhafaza edecek?” Malou Innocent’in yorumunda, “Irak, Afganistan, Pakistan, Somali, Yemen, Libya deneylerinden sonra, İran’a saldırmayı savunmadan önce insan biraz düşünür” diyor. Innocent, olaylardaki tırmanmanın, yeni bir körfez savaşına, ekonomik krize yol açacağını savunuyor, MOSSAD’ın eski başkanlarından Dagan’ın ve Halevy’nin “bir saldırının aptalca olacağına”, “İsrail’i ve tüm bölgeyi 100 yıl sarsacağına”, eski ABD Savunma Bakanı Gates’in “kuşaklar boyu gelecek cihat dalgasını tetikleyeceğine” ilişkin uyarılarını aktarıyordu.

Bunlar, bölgede istikrarın sağlanmasına öncelik veren bir paradigma içinde son derecede akılcı uyarılar. Ama ya ABD’nin, “Yeni Savunma Stratejisi” bağlamında, bir paradigma değişikliğiyle karşı karşıyaysak? Ya ABD artık Ortadoğu petrollerine, gazına Çin kadar bağımlı olmadığını, bu farkı stratejik avantaj olarak kullanabileceğini düşünmeye başladıysa; istikrar yerine, uzaktan dengelemeye Çin’in yükselişini engellemeye öncelik veriyorsa?..

Tuesday, January 10, 2012

ABD’nin Yeni Savunma Stratejisi (I)

(09 Ocak 2012)

Geçen hafta perşembe günü Başkan Obama ABD’nin yeni savunma stratejisini, Pentagon’da yanına kuvvet komutanlarını, savunma bakanını alarak yaptığı bir basın toplantısında açıkladı.

Medyada aktarıldığına göre Obama, “yeni bir döneme geçiş”, “yeni bir yönelim” kavramlarını vurgulayarak sunduğu bu savunma stratejisinin hazırlanma sürecine her aşamada doğrudan katılmıştı. İlk kez, bir ABD Başkanı “yeni savunma stratejisini” bizzat Pentagon’a gelerek orada açıklıyordu. Tüm bunlar, Bush yönetiminin Afganistan ve Irak savaşlarını başlatmadan önce 2001 Kasım ayında açıkladığı, sonra da üzerine “yeni savunma stratejisini” inşa ettiği “Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR 2001)” raporundan bu yana en önemli “yön değişikliği” beyanıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.

Küresel güvenlik ortamı 
Obama, yeni stratejinin ana hatlarını çizen, “ABD’nin Küresel Liderliğini Korumak İçin 21. Yüzyılın Savunma Öncelikleri” başlıklı rapora (www.defense.gov/news/Defense_Strategic_Guidance.pdf ) konan sunuş yazısına “Ulusumuz bir geçiş anındadır” (momentinde) saptamasıyla başlıyor. Ardından, Obama, Irak savaşının tamamlandığını, Afganistan’da, yönetimi Afganlara bırakmaya olanak verecek ilerlemelerin gerçekleştiğini, Bin Ladin’in öldürüldüğünü, El Kaide’nin bir yenilme sürecine sokulduğunu vurgulayarak “nereden geldiklerini” söylüyor; nereye “geçmeye” başladıklarına geçmeden önce. ABD’nin ekonomik gücünün yenilenmesinin önemine dikkat çekiyor. Çünkü bu rapor, bir mali kriz içinde, savunma harcamalarından yapılması öngörülen 450 milyar dolarlık kesintinin gölgesinde hazırlandı. ABD’nin bu raporda ortaya konan hedeflerini gerçekleştirebilmesi için ekonominin hızla toparlanmaya başlaması gerekiyor.

Obama, raporun amacının ABD’nin liderliğinin korunması, askeri üstünlüğünün sürdürülmesinin sağlanması, gelecek 10 yılda bunların başarılması için savunma, harcama önceliklerini belirleyecek stratejik çıkarların saptanmasına yönelik olduğunu vurguluyor.

Obama’nın raporun tonunu belirleyen sunuşunda, Asya Pasifik bölgesine, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da tarih sahnesine çıkan yeni kuşağın özgürlük, ekonomik, siyasi reform taleplerinin desteklenmesine, yerel ittifakların derinleştirilmesine vurgu yapılıyor; “siber uzay” ve gerçek uzay da dahil olmak üzere her alanda hâkim olmalarına olanak sağlayacak yatırımları yapmaya kararlı olduklarını belirtiyor.

Savunma Bakanı Panetta’nın “Bu ülke bir stratejik dönüm noktasındadır” saptamasını da içeren kısa açıklamasından sonra raporun, “Küresel Güvenlik Ortamı”nı ABD açısından betimleyen ‘1. Bölümü’ başlıyor. Burada ABD’nin güvenlik yöneliminin Asya Pasifik bölgesinin öneminin artmasına bağlı olarak “yeniden dengelendiğini” öğreniyoruz. Ortadoğu bölgesiyse ikinci sıraya düşmüş. Avrupa ve Latin Amerika’nın bu aşamada sözü edilmiyor. Ama Avrupa, küresel güvenliğin sağlanması açısından ABD’nin en kararlı, öncelikli ortaklarının evi olarak saptanıyor. Böylece yine bir “Batı ve geri kalanlar” resmi oluşuyor.

Rapor bu aşamada, Asya Pasifik bölgesinde yükselirken dengeleri değiştirmeye başlayan Çin’e karşı Hindistan ve Japonya’yı dengeleyici unsurlar olarak saptıyor. Raporda, Ortadoğu söz konusu olduğunda, “Arap uyanışı” olarak nitelenen gelişmenin ve İran’ın nükleer silahlar edinme olasılığının en önemli güvenlik sorunları olarak öne çıktığı görülüyor. Bu bölgede güvenlik, ABD’nin doğrudan müdahalesinden çok Körfez ülkelerine ve diğer ülkelerle işbirliğine dayandırılıyor.

Tüm bu yaklaşımların arkasında küresel ekonominin kaynaklarının, kaynaklara ulaşım yollarının açık kalmasını, erişime engel güçlerin etkisizleştirilmesini amaçlayan bir mantık yatıyor. Bu tür güçlerin kitle imha silahlarına sahip oldukları takdirde manevra kabiliyetlerinin artacağına işaret ediliyor.

ABD Silahlı Kuvvetleri’nin öncelikli görevleri 
Raporun ikinci bölümü, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin bu “yeni güvenlik ortamında” yeniden düzenlenmesine ilişkin ilkeleri on başlık altında saptıyor.

Özetle, ABD aynı anda iki büyük savaşı birden sürdürme kapasitesine sahip olma ilkesinden bir büyük savaş, bir de yerel çatışmayı sürdürme kapasitesine sahip olma hedefine geçiyor. Bu yeniden düzenlemede, her alanda hız ve bilişim öne çıkıyor; hızlı hareket etmeye, hızlı haberleşmeye, sibernetik ağlara, teknolojik üstünlüğe özellikle vurgu yapılıyor.

Bu yeni dönemde, ABD ordusunun büyük kapsamlı, Irak ve Afganistan benzeri işgallerden daha çok düzensiz savaşların (“IV. Kuşak Savaşlar” - gerilla savaşları) gereksinimlerine göre, belli bölgeleri kısa süre için bile olsa hızla ele geçirebilecek, elde tutabilecek ya da erişime kapatabilecek biçimde uzmanlaşması, dolayısıyla “özel güçler”in öneminin artması da öngörülüyor. Bu bağlamda, bölgeleri erişime kapatabilecek ülkeler olarak İran ve Çin’in isimleri ilk kez ve birlikte anılıyor.

ABD’nin bundan sonra geniş çaplı uzun süreli, istikrar sağlama operasyonlarına girişmeyeceği vurgulanırken gerektiğinde bu amaca yönelik kısa süreli operasyonların gerçekleştirilebileceği de vurgulanıyor.

Tüm bu hedeflere yönelik olarak ABD ordusunun kapasitelerinin geliştirilmesi açısından, yeni hayalet bombardıman uçaklarının, denizaltıların, füze savunma sistemlerinin, uzay temelli sistemlerin ve bu sistemlerin dayanıklılıklarının geliştirilmesine özellikle vurgu yapılıyor.

“Siber uzay”ın, dijital ağların da yeni savaş alanları olarak ortaya çıkmaya başlamış, savunma stratejilerinin, ekonomik süreçlerin bunlara bağımlı hale gelmiş olmasıysa raporda kaygı duyulan, özellikle önlem alınması gereken bir alan olarak dikkat çekiyor.

Raporun son bölümünde ABD ordusunun iç örgütlenmesi, güçlerin dağılımıyla ilgili sorunlar ele alınıyor; “ordunun yapısının” korunmasıyla “harekete geçme hızı” arasındaki ilişkiyi, mali kaynaklardaki daralmanın getirdiği koşullarda dengelemenin ilkeleri ortaya konuyor.

Özetle, raporda ABD’nin güvenlik önceliklerinde Avrupa’dan, Ortadoğu’dan Asya Pasifik alanına doğru bir kayma görülüyor. Güvenlik teknolojilerindeyse “siber uzay” ve “siber güvenlik” alanlarına, hava ve uzay güçlerine, denizaltılara, füze savunma sistemlerine, “IV Kuşak savaşçıları”na ( özel güçler, uzmanlar) doğru bir yönelim öneriliyor.

Tüm bunlar, ABD güvenlik konseptinde “nereden” “nereye geçiş” anlamına geliyor? Bu geçiş ne kadar yenilik, ne kadar süreklilik içeriyor; küresel ve bölgesel düzeyde, diğer ülkeler açısından ne anlama geliyor? Çarşamba günü bu sorulara cevap arayacağım.

Tuesday, January 03, 2012

‘Putin’siz Rusya’ mı?

02 Ocak 2012 -

Moskova’da 10 Aralık’ta Bolotnaya Meydanı’nda, 24 Aralık’ta Sakharov Bulvarı’nda gerçekleşen protesto gösterileri, başta ABD medyası olmak üzere Batı’da büyük yankı yaptı. Gösterilere katılanlar, 4 Aralık Duma (meclis) seçimlerinde yapıldığı iddia edilen hileleri protesto ediyor, Putin’in yeniden devlet başkanı olmasını istemiyorlardı.

Bu protestoların ABD ve Batı medyasını bu kadar heyecanlandırmasının arkasında, on binlerce Moskovalının katıldığı gösterilerde “Putin’siz Rusya” sloganının egemen olmasının yanı sıra, katılanların toplumsal özelliklerinin, muhalefet teknolojisinin Tunus ve Mısır “olaylarını” anımsatması yatıyordu. Acaba, bu muhalefet Putin’in 4 Mart’ta başkanlık seçimlerini kazanarak “geri dönmesini” engelleyebilir miydi?

‘Ofis planktonları’ 
Gerçekten de Bolotnaya Meydanı’na, Sakharov Bulvarı’na toplanan kalabalıklara bakınca, Tahrir, Porto Del Sol meydanlarını, Zucotti Park, St Paul’deki işgali anımsamamak elde değil. Örneğin, New York Times, Washington Post, Foreign Policy gibi yayınlarda ABD medyasının Rusya “uzmanlarına” göre katılanlar çoğunlukla gençlerden, 30’lu yaşlarda eğitimli profesyonellerden, çalışanların “yeni orta sınıf” olarak adlandırılan kesimlerinden oluşuyordu.

Wall Street Journal’ın, Lavado adlı Rus kamuoyu araştırması kurumunun bulgularına dayanarak aktardığına göre, protesto gösterilerine katılanların yüzde 46’sı “uzmanlardan” (yüksek vasıflı emek harcayarak çalışanlar), yüzde 17’si şef düzeyinde yöneticilerden, yüzde 8’i beyaz yakalılardan (düşük vasıflı emek...), yüzde 12’si öğrencilerden, yüzde 8’i de iş sahibi girişimcilerden oluşuyormuş. Katılanların üçte biri 25-39 yaş, dörtte biri 18-24 yaş arasındaymış.

Bu gözlemlerden, verilerden hareketle, yine karşımızda, Rusya’da, popüler kültürde “ofis planktonu” olarak da adlandırılan, “yeni beyaz yakalılar”ın ya da ekonomide, dijitalleşmenin, “siber ağların” yaygınlaşmasına paralel olarak işçi sınıfı içinde başlayan yeni şekillenmelerin ürünü kesimin olduğunu görüyoruz...

Bu kesim, harekete geçtiği her yerde hükümetleri sarsıyor, Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi, işçi sınıfının geleneksel kesiminin, sendikaların katılımını da sağlarsa, “rejimleri” yıkabiliyordu. Şimdi de sıra, Rusya’da, Putin’in “güdümlü demokrasi” rejiminde miydi?

Putin döneminin çocukları 
Bolotnaya Meydanı’na, Sakharov Bulvarı’na toplanan muhalefetin yukarda aktardığım özelliklerine bakınca, bu kesimin 2000 yılında Rusya Devlet Başkanı seçilen Putin döneminde yaşanan ekonomik toplumsal yeniden yapılanma sürecinin ürünü olduğunu kolaylıkla ileri sürebiliriz.

Tarihin bir ironisi olsa gerek. Bu protesto olayları, SSCB’nin bir idari birim olarak resmen ortadan kalktığı haftanın tam 20. yıldönümünde gerçekleşiyordu. 20 yıl önce SSCB, kapitalizmle komünizm arasındaki süreçte tıkanıp kalmış olmanın sonuçlarını yaşarken, Gorbaçov’un “beceriksizliği”, “korkaklığı”, egemen sınıfın, çoktan kendine güvenini, toplumdaki meşruiyetini, korunma refleksini yitirmiş olması gibi nedenlerin katkılarıyla çökmüş, ekonomi yeniden küresel serbest piyasaya, uluslararası sermayeye açılmıştı. Hemen arkasından, muazzam bir yıkım, SSCB egemen sınıfının bir kesimiyle uluslararası sermayenin işbirliği içinde gerçekleştirdiği bir talan dönemi başladı, “oligark” denen mafioz bir süper zenginler tabakası oluştu. Bu dönemde işsizlik hızla arttı, GSMH’nin yarısı yok oldu, ortalama yaşam beklentisi yarı yarıya düştü.

Bu “oligark” kesim, gelişmekte olan piyasa ilişkileri içinde şekillenmeye başlayan yeni girişimciler kuşağının önünü tıkarken, ülkenin enerji ve mineral kaynaklarını uluslararası sermaye transfer etmeye başlıyordu. Rusya, Yeltsin döneminde, liberal ekonomistlerin “şok” politikaları altında, bir süper güç konumundan, bir geri kalmış, “yeni-sömürge” ülkeye dönüşüyordu.

Putin bu koşullarda ve halkın bu koşullara tepkisinin, yeni sınıf şekillenmelerinin üzerinden devlet başkanı seçildi. Ülkede ekonomik ve siyasi istikrarı yeniden sağladı, oligarkların gücünü kırdı, ülkenin enerji ve mineral kaynaklarının yabancı sermaye tarafından talan edilmesini önledi, yönetimini merkezileştirdi, güçlendirdi.

Tüm bunar Batı’da “güdümlü demokrasi” olarak adlandırılan, denetimli, baskıcı bir rejimle gerçekleştirildi. Dahası, Putin döneminde, Rusya kısa sürede bir enerji devine, yeniden uluslararası alanda etkili, zaman zaman Batı’nın planlarına uymayan, direnen bir güce dönüştü.

Ekonomi toparlandı, piyasa derinleşti, yaygınlaştı, yabancı sermayenin, yeni teknolojilerin girişi hızlandı... Bu süreç kaçınılmaz olarak yeni sınıf şekillenmeleri getirdi. Meydanları dolduranlar da bu şekillenmelerin ürünü... Peki Putin’in geri dönmesini engelleyebilirler mi?

‘Anarşistler – monarşistler’ 
Birçok nedenden, “Şimdilik olanaklı görünmüyor” diye düşünüyorum.

Birincisi, muhalefetin siyasi yapısıyla ilgili. Karşımızda, bir ucunda anarşistler, öbür ucunda monarşistler olan bir siyasi yelpaze var. Ortada da, komünistler, liberaller, ırkçı ulusalcılar, halkçı ulusalcılar gibi karmakarışık bir gruplaşma. Bu muhalefet blokunun “Putin’siz Rusya”, “yolsuzluklara son”, “demokrasi” vb. slogan ve taleplerden öte, bir toplumsal programı, liderliği yok hem de toplumsal tabanı çok zayıf. Lavado’nun araştırmasına göre, protesto gösterilerine katılanların yüzde 38’i, oy tabanı yüzde 4’e bile ulaşmayan liberal Yabloko Partisi’ni destekliyor, yüzde 18’i milyarder Prokhorov’a oy vereceğini söylüyor (Wall Street Journal 27/12). Ancak Lavado’nun 22 Haziran araştırması, Putin’in partisi Birleşik Rusya’nın toplumsal desteğinin hâlâ yüzde 48 düzeyinde olduğunu gösteriyor. Putin’in toplumsal desteğiyse hâlâ yüzde 60’ın üzerinde. (Migranyan, The National Interest, 28/12)

İkincisi, New York’taki Demokrasi ve İşbirliği Enstitüsü’nün direktörü, Moskova Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörlerinden Migranyan’ın, The National Interest’te vurguladığı gibi, Medvedev-Putin yönetimi muhalefetin kimi taleplerine cevap verecek adımları atmaya, “halkçı-ulusalcılar”ın olumlu karşılayacağı Rogozin gibi siyasetçileri öne çıkartmaya başladı.

Üçüncüsü, Kommersant’ta Maksim İvanov’un vurguladığı gibi, protesto gösterileri, muhalefet liderlerini korkutmuş görünüyor. Tek bir ortak başkan adayı etrafında birleşmek bir yana, bu partiler, bu başkanlık seçimlerine, yine aynı “önceki seçimleri kaybetmiş” adaylarla giriyorlar (24/12). Bu koşullarda, Migranyan’ın işaret ettiği gibi, Putin 4 Mart seçimlerinde yüzde 38 oy bile alsa I. turda rahatlıkla devlet başkanı seçilebiliyor...

Son olarak, uluslararası sermayenin, Putin’den çok da şikâyetçi olmadığını görmek gerekiyor. Christian Science Monitor’da David Speedie’nin aktardığına göre, PepsiCola’nın kurucularından, Donald Kendall “Ben 1959’dan bu yana Rusya’yla iş yapıyorum. Putin, bu ülkenin bugüne kadar ürettiği en iyi lider” diyormuş. (15/12)