Tuesday, September 27, 2011

Piyasalar yine...


26 Eylül 2011 -  
Yaz tatilinden sonra, ilk pazartesi yazısı için topladığım verilere bakınca garip bir duyguya kapıldım. Adeta, 22 Ağustos tarihli “Piyasalar yine ‘kalp krizi’ geçirdi” yazısını yazıyordum:

En son veriler dünya ekonomisinde başladığı varsayılan toparlanmanın geleceğine ilişkin korkuları güçlendirmiş, piyasalar, siyasi otoritenin çaresizliğinin ayırdına varmıştı. Perşembe günü borsalar şiddetle sarsılmış, adeta bir ‘kalp krizi’ geçirmişti. Siyasi irade, güven vermek için “inşallah maşallah gerekeni yaparız, ufukta resesyon yok” filan diyor, piyasalar, çaresiz bu açıklamaları satın alıyor, cuma günü ortalık biraz yatışıyordu; yeni bir “kalp krizine” kadar...

Ancak bu “kalp krizlerinin” giderek şiddetlendiğini düşündüren belirtiler de yok değil.

Kötü perşembe
Geçen hafta perşembe günü borsalar yine şiddetle sarsıldı, Dow Jones Sanayi Endeksi yüzde 3.5, Avrupa ve Asya borsaları yüzde 3.2’den (FT 100) ile yüzde 5.2’ye (CAC 40) varan oranlarda düştü. Cuma günü borsalar sakinleşir gibi oldu. Ancak hafta kapandığında, “Ekim 2008’den bu yana en kötü hafta” olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Dahası borsalarda 2009’da başlayan toparlanmanın zirve yaptığı temmuz ayından bu yana yaşanan gerileme yüzde olarak Dow Jones’ta 14.5, FT 100’de 15.4, Dax ve Cac 40’ta 30’a ulaşıyordu.

Mali piyasaların, akıldışı, sürü refleksiyle davrandığını, yüksek frekanslı işlemlerin (high frequency trading) dalgalanmaları büyüttüğünü biliyoruz, ama bu gerilemeler ve korku yersiz değil. ABD Federal Reserve Başkanı Bernanke’nin, Dünya Bankası Başkanı Zoellick’in, IMF Başkanı Lagarde’ın ve Dünya Ticaret Örgütü Lamy’nin geçen hafta medyada aktarılan demeçlerine bakmak yeterli.

Bernanke “Riskler belirgin biçimde arttı” dedi, 400 milyar dolarlık uzun dönemli Hazine tahvili satın alacağını açıkladı. Kaygıyla beklenen III. Parasal Genişleme nihayet geliyordu. Öyleyse durum çok kötü olmalıydı. Bernanke “belirgin” sözcüğünü en son 2008’de kullanmıştı. Bundesbank direktörü Andreas Dümbert de perşembe günü “büyüme karşıtı riskler belirgin biçimde arttı” saptamasıyla Bernanke’ye katıldı.

Zoellick’e göre “küresel ekonomi tehlikeli bölgeye girmişti”; “İkinci bir resesyonun gerçekleşmeyeceğine ilişkin inancım her gün biraz daha zayıflıyor” diyordu. IMF, Dünya Ekonomisinde Durum raporunu yayımladıktan sonra, bir basın toplantısı yapan Lagarde, “ekonomik toparlanmaya giden yolun, 2008’e göre daha da daraldı”, “dünya ekonomisi tehlikeli bir safhaya girdi” dedi. IMF raporu, dünya ekonomisinin büyüme hızının düştüğünü, Avro Bölgesi’nin resesyonun eşiğinde olduğunu gösteriyordu. IMF’nin aşırı iyimser bir kuruluş olduğunu bilen piyasalar bu verilerden gereken dersi çıkarttı.

Lamy, dünya ticaretinin 2009’dan bu yana ilk kez ve “belirgin bir biçimde” yüzde 6.5’ten yüzde 5.8’e gerilediğini açıkladığı basın toplantısında, korumacılık eğilimlerine karşı uyarıyordu. Hollanda Ekonomi Politikası Çözümleme Bürosu, dünya ticaretinin 2008-09’dan bu yana ilk kez daralmaya başladığını ileri sürüyordu. Bu sırada, Brezilya, bazı ülkelerdeki atıl kapasiteye, damping risklerine karşı “seçici korumacılık” uygulamayabilmek için DTÖ’ye başvuruyordu.

İkinci resesyonun ABD’de çoktan başlamış olduğuna inanan George Soros, Avro krizine, ülke iflasları olasılığına göndermeyle “Bugün durum Lehman Brothers’ın iflasından çok daha tehlikeli” diyordu.

Yine “Titanic” metaforu, 1930’lar anımsanıyor, Roubini siyasi otoritenin 1930’ların hatalarını tekrarladığını, depresyon riskinin çok arttığını ileri sürüyordu (Emerging Markets, 24/09). Geçen hafta emtia ve altın fiyatları da “yere çakılıyordu”. MarketWatch analistlerinden, Mark Hubert de 1932’de başlayan beş yıllık borsa yükselişine göndermeyle “Nerde o şans” diyordu; ardından gelenleri düşünmeden...

IMF, Dünya Bankası, piyasalar küresel çapta, kolektif bir müdahalenin gerekli olduğunda anlaşıyorlar. Ancak böyle bir olasılığın gerçekleşebileceğine inanç, alacağı biçim konusunda bir mutabakat yok. Nitekim, Lagarde’ın önerileri, G20’nin cuma günü piyasaları rahatlatmak için yaptığı açıklamalar, piyasalarda, “çok soyut”, “yeni bir şey yok” saptamalarıyla karşılandı.

Dünyanın en büyük bono yatırımcısı, PIMCO’nun CEO’su El-Erian’ın “Adeta iki bölümden oluşan, birbirinden farklı parçaları çalmaya çalışan bir orkestra var. Her iki bölüm de orkestra şefine bakıyor ama o ortada yok” saptaması (Emerging Markets, 23/9) durumu çok iyi betimliyor.

Artık, dünya ekonomisi iki parçadan oluşuyor. “Batı” resesyonda, hatta çalışanlar, gelirler, kimi kritik sektörler açısından depresyonda. Buna karşılık dünya ekonomisinin yarısını, nüfusunun çoğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler, 2007’den bu yana, “kriz boyunca” yüzde 10’a varan hızlarda büyümeye devam ediyorlar. Buna karşılık egemen ekonomik model, siyasi, asker, iktidarın dağılımı hâlâ Batı’nın damgasını taşıyor onun çıkarlarına öncelik veriyor. Bu durumda, bu kurallar çerçevesinde krizden çıkmak Batı’nın egemenliğinin korunması anlamına geliyor. “Orkestranın bir bölümü” bu “parçayı” çalmak istemiyor. Krizden çıkarken güçler dengesinin, yeniden düzenlenmesi, oyunun kurallarının değişmesi gerekiyor. Ama nasıl?

Acaba savaş...
Bu soru ne zaman gündeme gelse, söz de dönüp dolaşıp savaş konusuna geliyor. Harvard Üniversitesi, Kennedy School of Government’dan, dış politika alanında etkin isimlerden Prof. Stephen M. Walt da Foreign Policy’deki yorumunda “Ya dünya ekonomisi bir eksiksiz fırtınaya toslarsa?” diye sorduktan sonra, “Ben ekonomist değilim, eksiksiz fırtına senaryosu ne kadar olası bilmiyorum” diyerek ekliyordu, “ama unutmayalım ABD’yi, Büyük Depresyon’dan II. Dünya Savaşı çıkarttı... Gündemde kazanılacak bir savaş vardı. ABD halkı bütçe açığına, bütçenin yüzde kırkının savunmaya gitmesine itiraz etmedi. Fedakârlıklara katlandılar, partizan tartışmalar yatıştı. Devasa Keynesgil harcama ekonomiyi krizden çıkarttı”

Evet, Walt ekonomist değil. O yüzden savaş başladığında, ABD’de, yeni bir sermaye birikim rejiminin temel unsurlarının (Taylorizm, bant sistemi, kitlesel üretim, kitlesel tüketim) bazı öncü sektörlerde, örneğin otomotivde çoktan ortaya çıkmış olduğunun ayırdında değil. Savaş sırasında bunlar başka sektörleri de etkileri altına alarak egemen hale gelmeye başladı. ABD’nin askeri kapasitesinin arkasında bu yeni rejimin unsurlarının üretkenlikte yaptığı sıçrama yatıyordu. Savaştan sonra kurulan ABD hegemonyasının, bu hegemonya altında krizden çıkışın temelinde de hem bu askeri kapasite hem de bu yeni sermaye birikim rejiminin (Fordizm) tüm kültürel bileşenleriyle birlikte dünyanın geri kalanında (Batı’da) benimsenmeye başlamış olması vardı.

Bugün ortada yeni bir sermaye brikim rejiminin şekillenmeye başladığına ilişkin belirtiler yok. Bu yüzden olası bir savaş, ekolojik ve insani faturası bir yana, kapitalizmi yapısal krizinden çıkaramaz, yalnızca yıkım, sömürgecilik, totaliter rejimler, daha derin krizler anlamına gelir.

No comments: