Tuesday, June 28, 2011

Ya bu kriz…

“Küresel Kriz”den daha acil konular da var. Örneğin, seçimlerden sonra iyice hızlanan “ileri demokrasi” süreci bizi doğrudan ve “şimdi-burada” ilgilendiriyor. Ama geçen hafta, Avrupa Birliği ve Yunanistan, bağlamındaki tartışmaları izlerken birden kafama takıldı. Sakın bu kriz, “o kriz”den daha öte bir şey, insanlığı barbarlığın eşiğine getiren “son kriz” olmasın? Dahası, ya bu soruyla “ileri demokrasi” arasında bir bağ varsa?

Geleceğe (ulus devlete) dönüş
Liberallerin, “ekonomiden çıkartmak gerekir” (Bkz: Kemal Derviş) dedikleri devletin, mali piyasaları kurtarmak için ekonomiye geri dönmüş olmasını kast etmiyorum. Bu konu artık eskidi.
Geçen hafta, uluslararası medyada, ulus devletlere, imparatorluklara, savaş olasılıklarına ilişkin rastladığım, bir yıl öncesine kadar, “garipsenecek” yorumları paylaşmayı deneyeceğim.
Financial Times yorumcularından Philip Stevens, kısa süre önce, Lizbon yakınındaki Arribada Manastırında yapılan “dar katılımlı bir toplantıda” “Avrupa’nın Westphalia’ya geri dönüşü” başlıklı bir sunuş yapmış. Stephens Perşembe günü köşesinde bu sunuşunu aktarırken, “dünya küreselleşirken siyasetin yerel kaldığına” işaret ediyor: Bir ulus devlet üstü “birleştirilmiş egemenlik projesi” olan AB’de, hükümetler ülke içinden gelen basınçlara, Westphalia (Avrupa’da ulus devletler sistemini başlatan anlaşma) koşullarının getirdiği ulusal bağımsızlıklarını geri kazanmaya çalışarak cevap veriyorlarmış.
Stephens’e göre “küresel ağırlık merkezi Doğu’ya doğru kaymaya başlamışken,  Avrupa’nın gerileme hızını arttıracak bu parçalanma mantıksız”. Yazar “bunda da bir ironi yok değil: Avrupa’nın şimdi rekabet etmek zorunda olduğu yeni yükselen güçlerin hepsi (...) ulusal egemenliklerini kıskançlıkla koruyorlar”  diyor.

The Economist’in, geçmişte AB’de “siyasi bütünleşmeye”, “Brüksel”e karşı nasıl kararlı mücadele verdiğini bilenler, bu hafta “Ya Yunanistan batarsa” başlıklı yazısında, derginin AB liderliğine yönelik, “önce Yunanistan’ın kontrollü iflasını örgütlemesi, ülkeye uzun süreli dış destek sağlanması ve daha fazla siyasi bütünleşmeye gidilmesi, bunun için gerekli kurumların tartışmaya açılması gerekiyor” önerisiyle karşılaştılar.

İngiltere’nin, geçmişte, Avrupa Birliğinin siyasi kimlik kazanmasına karşı çıkan, ülkelerinin Brüksel karşısında bağımsızlığını korumaya kararlı, muhafazakar kesimine yakın iki yayın, bugün, gerekirse daha ileri bir siyasi birliğin kurulması pahasına, AB projesini savunurken, düne kadar projeyi güçlü bir biçimde savunanlar arasında aksi yönde bir kötümserlik söz konusu.

The Guardian’ın editörlerinden, Martin Kettle Perşembe günkü yorumunda, “Yunanistan, Schengen, NATO, -Avrupa rüyasının bittiğini kabul etmenin zamanı geldi” diyordu. Kettle, geçen ay katıldığı bir konferansa tarihçi Niall Ferguson’un yaptığı “bizim kuşak Avrupa birliğinin çöküşüne şahit oluyor” saptamasını aktarıyor. Kettle, AB projesine inanmayan biri olarak Ferguson’un hep böyle provoke edici biçimde konuşmasını olağan karşılıyor. Esas şaşırtıcı olan, Sir. Stephen Wall’ın  geçenlerde bir seminerdeki, “Avrupa Birliğinin en yüksek noktasını geçtik (...) Ama artık sona eriyor. Neticede çok az kuruluş sonsuza kadar yaşayabilir” saptamasıymış. Çünkü, Stephen Wall, zamanımızın en etkili AB yanlısı İngiliz diplomatı, Tony Blair’e AB konusunda uzun süre danışmanlık yapmış biri. Kettle, “Wall’ın bu kötümserliği çok çarpıcı, ama daha da ilginci, bu saptamanın bu gün artık kulağa o kadar çarpıcı gelmiyor oluşu” diyor.

İmparatorluklar çökerken arkalarında, birbiriyle savaşan yerel/bölgesel güçlerin kaosunu bırakırlar. AB’de kendini, zorla dayatmayan, ama başkalarının katılmak için sırada beklediği bir “emperyalist olmayan imparatorluk” olarak görüyordu. Bu görüşün mimarı Mark Leonard’ın “Neden 21. Yüzyılı AB yönetecek” (2005) başlıklı çalışmasını yayınlandığında aktarmıştım.

Wall Street Journal’dan David Cottle Cuma günü bu konuya, “Avrupa liderliği,  AB’nin imparatorluk  projesi olduğunu asla kabul etmez” dedikten sonra, 2007’de bir gün Borroso’nun, “bizimki ilk emperyalist olmayan imparatorluktur” sözleriyle “ağzından kaçırdığını” anımsatarak değiniyordu.  Cottle “her imparatorluk iki belirgin aşamadan geçer” diyor: Yeni toprakların, kaynakların ve işçilerin edinildiği birinci, büyüme aşamasında, çok güçlü ve karlı olabiliyorlarmış; sonra, bakım, onarım dönemi diyebileceğimiz aşama geliyormuş. Bu aşamada iç çelişkileri ortaya çıkmaya başlayan imparatorlukları ayakta tutmak çok masraflı oluyormuş. Cottle, AB, “Avrupa’da kanlı bir birinci aşama denemesine olanak vermemek için, doğrudan ikinci aşamadan (gerekli kaynakları oluşturamadan, hegemonya sistemini kuramadan-E.Y) başlamak zorunda kalmış” bir “imparatorluktur” diyor. Şimdi bu “emperyalist olmayan imparatorluk”, maliyeti giderek artan bir bakım, onarım süreciyle karşı karşıya, yazara göre de, son tahlilde ayakta kalması olanaksız.

Neden “ulus devlet”?
Şimdi Philip Stephens’in, satır aralarında yaptığı, bir anlamda (kapitalist) sistemin hakikatine ilişkin ilginç saptamalar içeren yazısında dönebilirim. Stephens “Modern Avrupa devleti 1648 Westphalia Barış Anlaşmasıyla doğdu” (...) “Avrupa’nın egemenleri ülke içinde düzeni ve halkın onayını devletler arasında rekabeti körüklemek pahasına satın aldılar”... “Bu sistem 20. Yüzyılın ortalarına kadar büyük yıkımlara yol açtıktan sonra, Avrupa liderleri, düzeni sağlamanın bu biçiminin maliyetinin çok yüksek olduğuna karar verdiler... AB projesi böyle gündeme geldi” diyor.

Stephens’ın bu saptamaları, Avrupa’nın egemenlerinin, ulus devleti ve ulusalcılığı, mülk sahipleriyle mülksüzleri, zenginlerle yoksulları, Ağa ile köylüyü, işçi ile patronu aynı toplumsal yapı içinde bir arada, bir düzen içinde tutmanın aracı olarak ürettiklerini, bu düzeni de savaşlar pahasına ve sayesinde sürdürdüklerini de söylemiş olmuyor mu?

Stephens böylece, “ Westphalia’ya dönüş” saptamasıyla gelecekte gündeme gelecek savaş olasılıklarına dikkat çekerken, Kettle, “gelecekte amaç, devletler arasında savaş, etnik çatışma riskini azaltmak, savunmasızları korumak, sefaleti önlemek olacak” derken, yeniden bir “Barbarlık Eşiğine” gelmek üzere olduğumuzu söylemiş olmuyorlar mı?

Peki, AB de egemenler, ülke içinde iktidar düzenini koruyabilmek için, savaş olasılıklarının yeniden gündeme gelmesi pahasına “ulus devlet” sistemine geri dönmeyi göze alıyorlarsa, “ulusçuluğun” adeta yasaklandığı (emperyalist sistemin gereği) çevre ülkelerde, aralarında giderilmesi olanaksız farklar olan sınıf ve grupları bir arada tutmak, bu farklara karşın ortak bir kimlik kurmak nasıl söz konusu olacak? Acaba, bu sorunun bir çözümü taraflara, farklılıkların, bu dünyadan kaynaklanmadığını, aslında birer “İnayet-i rabbaniye” olduklarını kabul ettirmekten geçebilir mi?

Belki geçebilir, ama bunun için de, burjuva demokrasisinin ve komünizmin (eşitlik özgürlük talebinin) tarihini, kavramlarıyla birlikte unutturmak, Aydınlanma geleneğinin “hakikat rejimini” yıkarak yerine, bu farklılıkları ilahi adaleti havale eden, başka bir “hakikat rejimini” geçirmek gerekiyor. Bu da bizi,  “ileri demokrasi”nin (ve siyasal İslam’ın) faydalarına getiriyor...

Wednesday, June 15, 2011

Kriz ve OPEC

Bu kriz “o kriz” ve dünyada, ekonomik siyasi dengeleri zorlamaya, kriz öncesinin kurumlarını işlevsizleştirmeye, çöküşe doğru itmeye devam ediyor.

Dünya Bankası/IMF, ABD Doları’nın büyük ölçüde bu ikilinin politikalarından güç alan uluslararası konumu (ve tabii ABD hegemonyası), Avrupa Birliği, hatta Birleşmiş Milletler etkilerini, iç uyumlarını kaybediyorlardı, hatta çok az bir zorlamayla, artık kaybettikleri dahi söylenebilir. Geçen hafta Viyana’da yapılan OPEC toplantısından sonra, Suudi Arabistan’ın tek başına davranacağını açıklaması, sıranın petrol ihracatçısı on iki ülkenin kurdukları bir kartel olan OPEC’e, “artık günleri sayılı” yorumlarına yol açacak biçimde geldiğini düşündürüyor.

‘Kriz’e ilişkin kısa bir güncelleme 
Geçen haftayı da negatif bölgede kapatan ABD borsaları, altı haftadır aralıksız düşüyor. Bu Dow Jones Sanayi Endeksi açısından 2002’den bu yana en uzun süreli gerileme anlamına geliyor. Çok daha geniş kapsamlı bir endeks olan S&P 500’ün, 29 Nisan’daki son tepe noktasından bu ABD menkul kıymetler piyasalarının kaybı bir trilyon doları geçmiş.

Cuma günü ABD’deki endeksler yüzde 1.4 ile 1.65 arasında düşerken Fransa, Almanya ve İngiltere’deki gerilemeler sırasıyla yüzde 1.9, 1.55 ve 1.2, olarak gerçekleşiyor, Euro Stoxx 50 de yüzde 1.6 geriliyordu (Bloomberg). Yorumcular, dünya ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan bu bölgede sermaye piyasalarındaki gerilemeleri, genelde ekonomik toparlanmaya olan güvenin sarsılmasına bağlıyorlar.

Gerçekten de ABD Federal Reserve Başkanı Ben Bernanke geçen hafta, “ekonomik toparlanmanın asap bozucu biçimde yavaş ilerliyor” olmasından yakınıyordu. Ancak sanırım kaygılar, toparlanmanın yavaş ilerliyor olmasından, çok daha korkutucu gelişmelerin olasılıklar yelpazesi içine girmeye başlamasından kaynaklanıyor.

Market Watch yorumcularından Beter Brimlow, pazartesi yazısına, “piyasalarda yeni bir çöküş olasılığı fısıltılarının dolaşmaya başladığını” aktararak giriyor, son günlerde “bazı saygın ve güvenilirliği sınanmış yatırımcı bültenlerinde çok daha karanlık senaryoların konuşulduğuna” dikkat çekiyordu.

Brimlow, “Dow Theory Letters” adlı bülteni çıkaran deneyimli (ve “Büyük Durgunluğu anımsayacak yaşta”) yatırımcı Richard Russel’in piyasalardaki son durumla ilgili olarak “Şu sıralardaki pislik bana 1929-30’u çok fazla anımsatıyor. 1929 borsa çöküşünden sonra, ekonomi sürekli zayıflarken borsalar kükreyerek yükseldiler. Çöküş sonrası toparlanma Nisan 1930’da tükendikten sonra, piyasalarda endeksler adeta intikam alırcasına düşmeye başladılar ve Büyük Bunalım başladı. (...) Piyasa bugün sanırım karmaşık bir gerilemeyi hazırlama sürecine girdi. Eğer piyasa kalıcı bir biçimde düşmeye başlarsa, Büyük Depresyon No: 2’nin başlangıcını görebiliriz” saptamasını aktarıyordu.

Bir başka analist, Denis Slothower de “ekonomik veriler böyle gelmeye devam ederse, bu ‘Boğa Piyasası’ (yükselme trendi - E.Y) nihayet sona erer ve bir ‘Ayı Piyasası’ (gerileme trendi) yerleşir, bu da korkarım 2008’deki kadar kötü olur” diyormuş. Ancak Slothower, “Bankaların ham petrol piyasalarından birkaç damla daha çıkarabileceğini” düşünüyormuş.

OPEC’in günler sayılı mı? 
Gündemde “Büyük Depresyon No: 2” gibi bir olasılık olunca da temel enerji kaynağı, sayısız stratejik hammaddenin kaynağı olan ham petrolün fiyat düzeyi, dünya ekonomisinin, uluslararası liderliğini giderek daha çok askeri kapasitesine dayandıran ABD’nin geleceği açısından yaşamsal bir önem kazanıyor. Petrolün fiyatını (büyük bankaların spekülatif hareketlerini bir kenara bırakırsak), tüketicinin talebi ile üreticinin bu talebi karşılama kapasitesi arasındaki denge belirliyor. Bu noktada da karşımıza, dünya toplam petrol üretiminin yüzde 40’ını gerçekleştiren üretici karteli OPEC çıkıyor. Artmakta olan talebi karşılayacak ek kapasiteye esas olarak OPEC’in daha da önemlisi OPEC üyesi Suudi Arabistan’ın sahip olması (her ne kadar, bundan emin olamıyorsak da) bu örgütün fiyatları belirleme gücünü neredeyse mutlak düzeye yakınlaştırıyor. Piyasalardan Libya savaşı nedeniyle günlük 1.3 milyon varillik, Yemen olaylarının etkisiyle 300 bin varillik üretimin çekilmiş olması, yaklaşık 1.5-2 milyon varil günlük kapasite fazlası olduğu varsayılan Suudi üretiminin önemini arttırıyor.

OPEC hesaplarına göre, kartelin günlük üretim kapasitesi 28.9 milyon varil düzeyinde. Buna karşılık günlük talebin bu yıl ortalama 29.9 milyon varil olması bekleniyor. Geçen hafta, Viyana’da yapılan OPEC toplantısı öncesinde, petrolün varil fiyatlarının yılın ikinci yarısında daha da yükselerek 2008 yazındaki gibi 140 doların üstüne çıkmaması için OPEC’in üretimi bu farkı karşılayacak biçimde arttırması gerektiği söyleniyordu.

ABD’nin yakın müttefikleri (bağımlı ülkeleri) olan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt, Viyana toplantısında kartel üyelerini üretimi arttırmaya ikna etmeye çalıştılar, ama başarılı olamadılar. İran, Venezüella ve Cezayir üretimi arttırmaya karşı çıktılar. Bu iki tarafın ortasında yer alan Angola, Irak ve Nijerya da üretimin arttırılmasına karşı çıktı. Petrolün varil fiyatı perşembe günü yüzde 2.1 yükseldi.

Bundan sonra da “OPEC’in günleri sayılı mı” sorusunu gündeme getiren gelişmeler başladı. Suudi devletine bağlı Al Hayat gezetesi cuma günü, Suudi rejiminin OPEC kararına uymayarak temmuzdan itibaren üretimi günde 9.3 milyon varilden 10 milyon varile yükselteceğini duyurdu. Petrolün varil fiyatı hemen 2.64 dolar kaybederek 99.29 dolara indi.

Böylece OPEC’in en büyük üyesi, kartelin kararına uymuyordu. Wall Street Journal da cuma günü, petrolün fiyatında 1990’larda yaşanan çöküşten sonra, OPEC’in toparlanmasına yardımcı olan Suudi-İran yakınlaşmasının artık yerini bir rekabete bırakmış olmasının, kartelin istikrarına bir büyük darbe vurduğunu yazıyordu.

Diğer taraftan, diğer OPEC üyelerinin fiyat arttırımına karşı çıkmasının arkasında “ABD düşmanlığının” ötesinde, çok önemli nedenler var. Birincisi, kapasite fazlasına sahip olmayan bu ülkelerin, fiyatlar düşerken üretimlerini arttırarak gelirlerini koruma olanakları yok. İkincisi, bu ülkelerin yönetimleri petrol gelirlerinin önemli bir kısmını, hızla artan gıda fiyatlarının iç pazara yansımasını yumuşatacak sübvansiyonları finanse etmekte kullanıyor, böylece toplumsal ayaklanmaları önlemeye çalışıyorlar.

Bu koşullarda, Suudi Arabistan’ın OPEC kararlarına uyamayacağını açıklaması, hem kartelin geleceğini hem de birçok OPEC üyesinin siyasi istikrarını tehdit ediyor. Böylece, ABD’nin hem kartelden kurtulma hem de patlak verecek devrimler üzerinden bölgede manevra alanını genişletme olanağını arttırma olasılığı artıyor.

Kriz, küresel jeopolitiği, kurumlarıyla birlikte yeniden şekillenmeye zorluyor. Ama bu arada da yeni toplumsal ayaklanma, devrim olasılıklarını, emperyalizmin bunları yönlendirme çabalarıyla birlikte gündeme getiriyor.

Monday, June 06, 2011

‘İkinci resesyon’, belki depresyon

Geçen hafta dünya ekonomisinin üzerinde kara bulutların birikmeye, “ekonomik toparlanma”nın yavaşlamaya başladığına dikkat çekmiştim. Bu hafta o bulutlar daha da kalınlaşırken görüntü de belirginleşmeye başladı. Yavaşlama belirtileri dünya ekonomisinin hemen her köşesinden geliyor. Ama yaklaşan fırtınanın merkezinde, toplam hasılaları dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 55’ine ulaşan ABD ve AB ekonomileri, öncelikle dünyanın en büyük ülke ekonomisi ABD var.

ABD ekonomisinin en temel göstergeleri ikinci bir “resesyona” işaret ederken ekonomi basınında, uzun bir aradan sonra, az sayıda da olsa, yeniden “depresyon” olasılığına değinen tartışmalara da rastlanıyordu.

Kısaca Avrupa
Esas olarak ABD ekonomisini irdelemek istediğimden, AB üzerinde kısaca, beş Morgan Stanley ekonomistinin Global Economic Forum’da cuma günü yayımlanan ortak yorumunu aktararak duracağım.

Ekonomistler yorumlarına, Avro bölgesinde bu ayın ilk üç ayında görülen beklenmedik derecede güçlü büyüme oranlarından hareketle 2011 büyüme hızı beklentilerini yüzde 1.7’den 2’ye yükselterek başlıyorlar. Ancak hemen arkasından, Avro bölgesinde bulutların toplanmaya başladığına işaret ederek devam ediyorlar. MS ekonomistlerine göre tüm ölçümler bir yavaşlamaya işaret ediyor. Avro bölgesinde siparişler düşüyor, hem cari üretim, hem de üretimi arttırma planları küçülüyor.

Ekonomistler Avro ülkeleri arasındaki performans farklarına da dikkat çekiyorlar. Belçika ve İspanya’da üretim trendin çok altında seyrederken Almanya’nın üretimi hâlâ trendin üstünde. Ancak Fransa’da ani bir gerileme, Almanya’da da giderek artan bir yavaşlama eğilimi görünüyor. Kısacası dünya hasılasının yüzde 27’sini üreten bölgenin ekonomik manzarasında ufuklar giderek kararıyor.

Kırılgan ve tedirgin
Dünya hasılasının 28.8’ini üreten ABD ekonomisine gelince, yeni bir resesyon riski olasılıklar içine girerken geçen hafta yaşanan iki “mini” sarsıntı piyasalardaki kırılganlığın ve tedirginliğin giderek arttığını gösteriyordu.

ABD ekonomisinin yüzde 70’ini tüketim harcamaları, yüzde 10’unu konut sektörü, yüzde 10’unu da imalat sanayisi oluşturuyor. Tüketim harcamaları büyüme oranları geçen yıl yüzde 4 dolayındayken bu yıl yüzde 2 düzeyine inmiş durumda. Konut sektörü hâlâ 2007 düzeyinin yüzde 75 altında seyrediyor. Kısacası ABD ekonomisinin yüzde 90’ında resesyona, hatta depresyona benzer bir ortam yaşanıyor.

Madalyonun bu yüzünde yetersiz talep (eksik tüketim) varken öbür yüzünde bir aşırı birikim sorunu hiç hafiflemeden devam ediyor. Mali sektör dışındaki firmaların gelirlerinden biriktirdikleri 2 trilyon dolarlık sermayeyi, yeni yatırımlara ya da üretime, yönlendirmeden nakitte tutmaya devam ediyor olmaları (Reich, Financial Times 01/06; Altucher, Market Watch, 02/06) da bu alanda beklentilerde bir iyileşme olmadığını gösteriyor. Althucher bu nakit fonların yakında şirketlerin, kendi hisselerini almaya başlamasıyla yine borsaya dönmesini bekliyor; yani üretime değil spekülasyona...

Bu arka plan üzerinden, geçen hafta ilk mini şok çarşamba günü hem imalat sanayi verilerinin hem de istihdam verilerinin talep yetersizliğinin artmakta olduğunu göstermesiyle yaşandı.

Satın Alma Müdürleri İndeksi’nin sert bir gerilemeyle nisan ayında 60.4’ten mayıs ayında 53.2’ye düşmesi (50 durgunluk anlamına geliyor) yeni siparişlerin ise 10 puan gerileyerek 51 seviyesine inmesi imalat sanayiinin duraklamaya başladığını gösteriyordu. Aynı gün gelen özel sektör istihdam verileri, yeni yaratılan işlerin, nisan ayında 177.000’den mayıs ayında 175.000’e gerilediğini ortaya koydu. Aynı gün başta ABD borsaları olmak üzere dünya borsaları bu verilere tepki olarak sert düşüşler sergilediler. Standard & Poor’s 500 indeksi yüzde 2.3 Dow Jones Sanayi İndeksi de 280 puan gerileyerek günü yüzde 2.2 düşüşle kapadı.

Geçen haftanın ikinci sarsıntısı cuma günü istihdam verileri gelince yaşandı. Ekonomistler tarım dışı sektörün mayıs ayında 125.000 yeni iş yaratmasını, işsizlik oranının da yüzde 9’dan yüzde 8.9’a gerilemesini bekliyorlardı. Gelen veriler yeni yaratılan işlerin 54.000’de kaldığını, resmi işsizlik oranının da yüzde 9’dan yüzde 9.1 çıktığını ortaya koydu. Belli ki ekonomik durum sanılandan çok daha kırılgandı. Bu verileri, Federal Rezerv’in piyasalara parasal desteğinin (QE2) bu ay sona erecek olmasıyla birleşince, “Peki ekonomik toparlanmayı şimdi ne ayakta tutacak” sorusunu gündeme getirdi. Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki anlaşmazlıklar da bir QE3 (yeni bir parasal genişleme) olasılığının en azından şimdilik söz konusu olmadığını gösteriyordu.

ABD’de ve İngiltere’de indeksler çok sert bir gerileme yaşadılar. Dow Jones borsa açılır açılmaz 121 puan birden düştü. Avrupa Maliye bakanlarının Yunanistan’a yönelik yeni bir yardım paketi üzerinde anlaştıklarına ve ABD hizmet sektörünün performansını ölçen Arz Yönetimi Enstitüsü İndeksi’nin (ISM) nisan ayında 52.8’den mayıs ayında 54.6’ya yükselmesiyle ilgili haberlerin olumlu etkisiyle 115 puan toparlandı ancak bu hava daha fazla devam etmedi ve indeks günü 97 puan ya da yüzde 0.79 gerileyerek tamamladı. S&P 500 ve FT 100 indekslerin de DJ’yi adeta gölgesi gibi izlediler.

Çok belirgin ve küresel
Uluslararası yatırım firması RIT Capital Partners (RCP) Yönetim Kurulu Başkanı Jacob Rotschild’e göre “dünya ekonomisinin karşı karşıya olduğu riskler çok belirgin ve küresel”, Merkez Bankaları’nın “parasal ve mali uyarıcıyı geri çekmesi, ki bu çok yakında gerçekleşecek, küresel büyüme üzerinde olumsuz etki yapacak. Aslında bu etkilerin marttan bu yana başladığını düşündüren belirtiler var” (Bloomberg, 03/06).

Gerçekten de piyasaların kendi kendilerini gaza getirdikleri “ekonomik toparlanma” neredeyse tümüyle QE1 ve QE2 olarak bilinen bu mali ve parasal uyarıcıların üzerinde yaşanıyordu. Diğer bir deyişle, ABD ve Avrupa’da aşırı üretim krizini destekleyecek talebi yaratan kredi köpüğü etrafa büyük bir finansal pislik bulaştırarak patladıktan sonra, önce finans ve banka sektörünü kurtarmak sonra da talebi desteklemek işini bu QE1 ve QE2 ile üstlenmişler, bu arada sürdürülemez devlet borçları üretmişlerdi. Ama, bu sırada yeni talep yaratacak ya da sermaye birikiminin yeniden kârlı bir biçimde başlayabilmesine olanak verecek temizlik (yaratıcı yıkım) gerçekleşememiş, hatta, toplumsal maliyeti çok büyük olacağından bu önlenmişti.

Şimdi yine döndük dolaştık aynı noktaya geldik. Üstelik bu kez, devlet hazinesi de tamtakır... Krizden çıkış ise hâlâ galaksiler kadar uzak...