Thursday, December 30, 2010

‘Weimar İstanbul’

İstanbul Türkiye değildir, ama zeitgeist(zamanın ruhu) söz konusu olduğunda daha fazla bir şeydir. Dünü, yarını bir arada görebilirsiniz İstanbul’da. Ya bugünü? Onu bir türlü yakalayamazsınız… AKP döneminde yaşanan “değişimi” anlamanın yeri de İstanbul’dur; İsmail Ağa Camii’nden, Cahide’ye kadar…

Halimiz, T.S. Eliot’un, “Olayı yaşadık ama anlamını kaçırdık” sözlerini akla getiriyor. Bu kenti ne kadar çözümlesek, hep bir “şey” o kadar eksik kalıyor, şöyle bir görünüp kayboluyor, kendini ele vermiyor… Bilgiyi aşan bir şeyler var…Soruşturan özneyle, ilgi nesnesi arasındaki mesafeyi silen, ama yaşananın özgünlüğünü de evrenselle buluşturan, toplumsal/tarihsel çözümlemeyle, sanatı birleştiren bir çaba gerekiyor…

Siyasal yelpazenin birbirine uzak uçlarında yaşıyoruz Clair Berlinski ile, ama City Journal’daki “Weimar Istanbul”başlıklı yazısını okuyunca, “işte böyle bir şey” demekten kendimi alamadım[1]. Berlinski, “değişimin” tüm şiddetini, insanın başını döndüren hızını, midesini altüst eden iniş çıkışlarını, “grotesk güzelliğini” (İstanbul artık bir‘oxymoron’dur!) büyük bir başarıyla yakalamış.

Weimar kenti
Berlinski bir “kent” betimleyerek başlıyor yazısına, adını koymadan…Burası İstabul diye düşünüyorsunuz hemen. Az sonra, burası giderek faşizm arifesindeki Berlin’e (Weimar Cumhuriyeti 1919-1933) dönüşmeye başlıyor, sonra tekrar İstanbul oluyor, sonra Berlin… İki farklı dönemin iki farklı kenti arasındaki benzerlikler sizi korkutuyor. Eski çözülürken, yeninin, daha şekillenirken can çekişmeye başladığı, adeta Hegel’in “kötü sonsuz”dediği yerde tutsak bir Kent tipolojisi var karşımızda. Bu kentin ömrü birkaç yıl olabildiği gibi, birkaç on yıldan daha uzun da olabiliyor… Berlinksi, “Weimar Kenti” diyor buna.

Cumhuriyetin “kriziyle”, Weimar Demokrasisi’nin başına gelenleri karşılaştırınca hak vermeden edemiyorsunuz. Siyasal İslam’ın yükselişiyle nasyonal sosyalizmin(faşizmin) yükselişi, her ikisinin karizmatik, dinamik, tutkulu ama tutkusundan bir türlü emin olamadığınız,“gerçek mi kurgumu mu?” diye düşünmeden edemediğiniz liderlerinin, tüm gerçek farklarına karşın, birbirine karışmaya başlayan yüzleriyle, Türkiye’nin dünle yarın arasına sıkışmış halinin bir simgesi olarak “Weimar İstanbul”

Weimar Kenti’ne karakterini, diyalektik anlamda, bir “aufhebung” olarak“değişim” değil, çözülme, parçalanarak, büyüyerek çürüme veriyor ve canlı bir siyasi-kültürel yaşamın ardından gelen koyu bir karanlık... Nüfus hızla artıyor, tarihi binalar çürüyor, gelişigüzel dikilen ölçüsüz yeni binaların betonu, camı alüminyumu korkutuyor, kente yeni gelen insanların görüntüleri gibi… Yeni gelenler de buldukları, gürültüden, ışıklardan, renklerden, haz ekonomisinin estetiğinden, kadınlarından, eşcinsellerinden, transseksüellerinden,“entellerinin” “anlaşılmaz” dilinden, metalarının cinselliğe bindirilmiş simgelerinin baş döndürücü dolaşım hızından korkuyorlar. Aslında herkes herkesten korkuyor; kaçınılmaz bir krizden, engellenemez bir çöküşün her an patlak verecek bir felaketin arifesinde yaşadığını “bilmekten” korkuyor. Bir deprem beklentisiyse İstanbul’da tüm bunların üzerine tüy dikiyor…

Berlin-İstanbul
Weimar Kenti’nin arkasında ağır bir tarih mirası ve bu tarihi durdurarak yeni bir yöne döndüren bir “olay” var. Bu“olay”ın getirdiği yeni insan, yeni bir“hakikate” dayanarak ileriye doğru gitmeye çabalarken, bu “olaya”direnmeye kararlı eski insan ve tutunduğu anakronistik “hakikat”,kaybolan bir dünyayı, “bir asrı saadet”i özlüyor. Berlinski, Osmanlı’nın, tarihi mirası, Cumhuriyet’in ve modernliğin,“olayı”, yeni insanı temsil ettiğini, AKP’nin ve beraberinde getirdiklerinin ise, ilerlemeyi değil, tüm demokratikleşme iddialarına karşın,“olay”ın öncesine dönmeyi arzulayan bir“nostaljiyi” temsil ettiğini düşünüyor. Berlinski de, artık AKP’nin cilasını kazıyarak altındakileri görmeye başlayanlardan biri. “Demokratikleşme”, “yolsuzlukla mücadele” iddialarının, birbirini izleyen açılımların, dosyalardan, Ergenekon’a kadar uzanan olayların, kendisinden farklı siyasi görüşte olanları akıl hastası olmakla suçlayanların söylemi, her şeyin tam aksi bir anlama geldiği, Yeni-Osmanlı fantezileri, Orwell’in “1984” dünyasını aratmıyor.

“Olayın” henüz tamamlanamayan modernitesi, bir noktadan sonra bu nostaljiye dayanamaz. Siyaset de“Bundan sonra ne olacak” sorusuna bir cevap bulamamanın gerginliğini tümüyle yansıtır. Her köşeden “öcü” gibi insanın üzerine gelen “komplo teorileri”, her taşın altından çıkan “Yahudi/Siyonist proje”, aklın yerine geçen paranoya…Weimar’ın yıkılışı, Roma’nın “barbarlar”tarafından talan edilmesi, “fetih”ten önceki Constantiople gibi bir “şey”dir bugün İstanbul’da egemen “zeitgeist”.
Kentin yaşamı, çokdilli, çok çelişkili siyasi kültürel projeleri, müstehcen servetlerle, uygarlığın yüz karası yoksullukları, kösnül çıplaklıklarla, köktendinci örtünmeleri, ortaokullara kadar yayılan uyuşturucu dalgasıyla, sigara yasağını, içkili lokantalardaki baskınları birlikte yaşayan kalabalığın her gün yeniden boğuşmak zorunda kaldığı bir anlamlar karmaşasıdır…Bunlar, yaklaşan “felaketin”, yeni bir“olay”ın habercisidir ama… “Olay”gelmez… Çürüme devam eder…

Bu bekleyişin, Kent’in kültür ve sanat yaşamına, entelektüel üretkenliğine de yansıması kaçınılmazdır. Ya da öyle sanırsınız! Weimar dönemine bakarsanız sanatın, Dix, Grosz, Kandinsky, Brecht, Hesse, Kafka, Mann, Berg, Schoenberg, Webern, Fritz Lang gibi isimleri, felsefenin Adorno, Walter Benjamin, Heidegger –Max Horkheimer, Max Weber gibi devleri gözleriniz kamaştırır. Weimar’ı bunlar bile koruyamadıysa, İstanbul karanlığa nasıl direnecektir? Berlinski İstanbul’un sanat yaşamına bakınca, Berlin-Viyana-Prag üçgeninin zenginliğiyle değil, postmodernizmin çölüyle karşılaşır. Bir tarafta İnci Eviner’in Harem’i, Taner Ceylan’ın hiperrealits resimleri, öbür tarafta, Kurtlar Vadisi…

Adnan Khan da Macleans (Kanada) dergisindeki denemesinde, İstanbul’u bir barut fıçısına benzetir (23/12/2010). Radikal milliyetçiler, (Kürt ya da Türk), radikal İslam, cemaate teslim olmuş polis, “yandaş medya” bir yana, bir mafya babasının, kendine has beden diliyle oturduğu kahvede çayına şeker atarken Khan’a dediği gibi “halen yarım düzüne küçük çaplı savaş sürmektedir İstanbul’da…” Ancak Khan’ın, İstanbul’unda “esas uyuşturucu paradır; herkes buna tutkundur. Her şey bu yüzden böyle değişmektedir”.

Yine de, bu kent sizi büyüler. Başka bir yerde yaşamak istemezsiniz, özellikle bugün İstanbul’u yazan Berlinski, dün Berlin’i yazan Isherwood gibi bir entelektüelseniz. Çünkü, kentin trajedisi, artık sizin “maddenizdir”; kimi zaman eroin etkisi yapar üzerinizde, bugünün belirsizliğinden kaçarken sığınırsınız…Kimi zaman da kokain olur sizin için, kentin her gün size yeniden çarpan rüzgârının peşinden koşarken…
---------------------
(1) Bu 6000 sözcüklü denemeyi, burada özetlemeyi, alıntılarla temsil etmeyi denemek yerine, bende bıraktığı “izi”,kimi yerde plajerizme düşmek pahasına, aktarmaya çalışacağım. Yazıyı burada okuyabilirsiniz: http://www.city-journal.org/2010/20_4_weimar-city.html

Friday, December 24, 2010

Mali Krizin ‘Beşinci’ Yılına Girerken

Mali krizi ilk kez 2007’de (“Hışt, Hışt Geliyor…” Cumhuriyet 05.02.2007) konuşmaya başlamıştık. Kriz “resmen”2008’de patlak verdi, ama New York Federal Reserve Bank’ın Wall Street’e (büyük olasılıkla o zaman dünya mali piyasalarına) egemen “14 aileyi”toplayarak, türev piyasalarında hızla şekillenmekte olan mali krizi engellemek için acilen önlem almalarını istediği 16 Şubat 2006 toplantısını (David Wessel, Wall Street Journal, 16/02/2006) temel alırsak, mali krizin beşinci yılına girmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Mali kriz ABD’de patlak vermiş, hızla dünya ekonomisini etkilemiş, sonra yatışmaya başlamıştı. 2010 yılının gündemini esas olarak, mali krizin Avrupa’daki etkileri işgal etti; ABD piyasalarındaki “istikrar” ise daha çok, fırtınadan önceki bir dinginliğe benziyordu.

Bir yılda yedi zirve

Geçten hafta, Avrupa Birliği’nin 27 üyesi, komisyon yetkilileri ve Avrupa Merkez Bankası derinleşmeye devam eden mali krize bir çözüm üretmek için yine Brüksel’de bir araya geldiler. Yıl başından bu yana yedinci kez toplanan AB zirvesi sonunda liderler aldıkları kararları açıklamaya hazırlanırken, reyting şirketi Moody’s, birkaç hafta önce kurtarılan İrlanda’nın kredi notunu beş kademe birden düşürdü. Daha önce Moody’s İspanya’da krizin derinleştiğini vurgulamıştı, bu kez Yunanistan’da durumun kritik olduğuna yeniden dikkat çekti. Moody’s’in AB liderlerini kızdıran (Daily Telegraph,17/12), piyasalarışaşırtan açıklamasının ardından, RIA Capital Markets’den bono uzmanı Nick Stamenkoviç, zamanlamaya dikkat çekerek “bu tür açıklamaların krizi derinleştirici yönde etki yaptığını”söylüyordu (Telegraph, 17/12/2010).
Halbuki zirvede, AB liderliğinin, devlet iflaslarına karşı son tahlilde kullanılmak kaydıyla bir Avrupa İstikrar Mekanizması oluşturarak mali piyasaların istekleri yönünde önemli adımlar atmaya başladığı söylenebilir. Bu mekanizmanın, zirvede öngörüldüğü gibi 2013’te devreye girebilmesi için Lizbon Anlaşması’nın 136. maddesine iki cümle eklenerek değiştirilmesi de kabul edildi. Böylece Almanya anlaşmayı deliyor, AB sürecini kendi öngördüğü yönde yeniden biçimlendirmek için bir olanak elde ediyordu. Almanya’nın bir “Birleşik bir Avrupa Bonosu” yaratılmasına direnmesi piyasaları, paralarını park edecek yeni ve güvenlikli bir araçtan mahrum etmeye devam ettiği için düş kırıklığı yaratıyor, ama zirvede başka “olumlu” gelişmeler de var. Almanya’nın devlet iflaslarında, krediyi veren kuruluşların da zararın bir kısmını üstlenmesini isteyen önerisinin, her alacaklının özel koşullarına bağlanarak sulandırılması da bono piyasalarının istekleri doğrultusunda bir gelişme. AB Merkez Bankası’nın, sermayesini iki kat büyüterek yeni sarsıntılara karşı önlem alma kapasitesini arttırmasının da güven vermesi gerekir.
Bu bağlamda, Moody’s’in açıklamasının zamanlamasında bir gariplik olduğu kesin. Ama, AB sürecinin çok ciddi sorunlarla boğuştuğu ve krizi aşacak uygun önlemler geliştirmekte yetersiz kaldığı da çok açık.

Almanya yükseliyor, tedirginlik artıyor

Ya da... Belki, henüz krizi aşacak bir gelişme ortada yok ama Almanya’nın AB içinde, “vazgeçilmez ülke” konumuna artık tartışılmaz bir biçimde yerleştiği, AB’nin siyasi-mali bütünleşme sürecinin daha hızlı ilerlemeye başladığı, bunun da ortak para birimine olan güveni pekiştirmek açısından çok önemli olduğu söylenebilir.
Ancak, ironi şurada ki, bu süreç giderek, AB içinde “yoksul ülkelerle” “zengin ülkeler” arasındaki ekonomik uçuruma bir de siyasi boyut ekleyerek birliğin bütünlüğünü tehdit etmeye başlıyor.
İngiltere ve Fransa gibi büyükler, Almanya ile ortak bir eksen oluşturmaya çalışırken daha küçük ülkeler ulusal egemenliklerini kaybetmekte olduklarını görerek kaygılanıyorlar. Yılbaşında kriz derinleşmeye başlarken Merkel krizi yönetmeye, diğer ülkelere yardım etmeye ilişkin Almanya’nın koşullarını ortaya koymuştu. Almanya “önce mali disiplin” derken, Fransa’nın talebi canlandırıcı harcamalardan, kurtarma önlemlerinden yana olduğu anlaşılıyordu. Ekim ayında Normandiya zirvesinde Sarkozy, yalnız kalmaktansa Almanya ile birlikte davranmaya karar vermeye “ikna olunca”, Almanya’nın önü açıldı. Perşembe günü de Financial Times, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın AB bütçesini dondurmaya ilişkin “gizli bir anlaşma yaptıklarını” aktarıyordu.
Cumartesi günü de Le Monde, “Brüksel’de zengin ve yoksul ülkeler arasında savaş” başlığıyla verdiği yorumunda, “Polonya açısından her şey anlaşılmıştı. Fransa, İngiltere ve Almanya arasında gerçekleşen, Avrupa bütçesini dondurmaya yönelik anlaşma, zengin ülkelerin kendi tarım harcamalarını koruyabilmek için, en yoksul ülkelerin aldıkları mali desteklere yönelik bir saldırıydı” diyordu.
Lüksemburg Dışişleri Bakanı, Almanya ve Fransa’nın “liderlik dayatmasından ve küstahlığından” yakınıyor, İrlanda Başbakanı’nı da AB mali desteğini alabilmek için ağır koşulları kabul ettikten sonra, şimdi, “AB içinde Almanya’nın anlayışına uymayan bir karar almak her zaman çok zordu. Bu konuda yeni bir şey yok. Yeni olan olgu şu, Almanlar konuşuyorlar, ama dinlemiyorlar. İlk defa önemli bir konuda Almanya’nın tutumuna canım çok sıkıldı”diyordu (The Guardian, 17/12).
Belki de ortada bir ironi yok; Almanya, Merkel’in zirvenin kapanış basın toplantısında değindiği gibi iki farklı parçadan oluşan bir AB düşünüyor (Der Spiegel 17/12). Merkezde ekonomik, siyasi bütünleşmesini hızla ilerleten güçlü bir çekirdek şekillenecek. Yoksul ülkeler de merkeze bağımlı (adeta “özel statülü üyelik” gibi) bir çevre oluşturacaklar.
Hesap belki bu, ama Spiegel’in bir deyimini ödünç alırsak, süreç “Bir yavaşlatılmış (filmlerdeki-E.Y) tren kazası görüntüsü sergileyerek gelişmeye devam ediyor”. Zirve yapılırken, Pimco (dünyanın en büyük bono yönetim kuruluşu) CEO’su El Erian (Financial Times’da) ve ekonomist Rubini (CNBC’de) yorumlarında krize, likidite krizi olarak yaklaşmanın, sorunları erteleyerek daha da ağırlaştırmaya devam etmesinden yakınıyorlardı. El Erian, piyasaların, Almanya ve AB Merkez Bankası bilançolarının “kirlenmeye başladığını”düşünmeye başladığına da işaret ediyordu. Bank of America analistleri de, AB’deki krizin 2011’de ABD’ye sıçramasından korkuyorlardı (Le Monde18/12).
Rubini’ye göre kamu açıklarını bir an evvel kapatmak gerekiyor ama, vergileri arttırmak, harcamaları kısmak da bunalıma yol açacaktı. Öyleyse, bir an evvel büyümeyi güçlendirecek (birikimi hızlandıracak-EY) “yapısal önlemler” gerekiyordu. Rubini ile konuşan CNBC yapımcısının “demokrasilerde işin ne kadar zor olduğuna” işaret etmesi de aklıma, nedense, “Bıçak kemiğe dayanınca demokrasi engeli de aşılır” düşüncesini getirdi...

Monday, December 13, 2010

‘Korkunç Bir Güzellik’Doğuyor

Perşembe akşamı Londra’da öğrencilerin eylemlerini, parlamento meydanındaki işgali ve çatışmaları izlerken aklıma, W.B. Yates’in “Paskalya, 1919” başlıklı şiirinin ünlü dizeleri geldi“Her şey değişti, değişti tümüyle /Korkunç bir güzellik doğdu”. Yates bu şiiri, İngiltere’nin orantısız bir güçle, mutlak bir önyargıyla bastırdığı, ama daha sonra IRA’nın doğum günü olarak tarihe geçen Dublin ayaklanmasına katılanlar için yazmıştı.

‘V’ for Vandetta

Mali kriz başlar başlamaz mali sermaye başta ABD olmak üzere devletlerin zirvelerini doğrudan eline aldı; önce, devletlerin tüm hazır kaynaklarını ve kaynak yaratma kapasitesini bankaları kurtarmaya yönlendirdi; arkasından, böylece oluşan kamu açıklarını, borç yükünü halkın üzerine yıkmaya yönelik acımasız “kemer sıkma önlemlerini”gündeme getirdi. Bir süredir, İrlanda, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya’da işçiler (çalışanlar) öğrenciler, bu saldırıya, çeşitli kitlesel protesto eylemleriyle direniyorlar.
Bu sırada WikiLeaks’in ortaya çıkarttığı (kaynağı ne olursa olsun!!) bilgiler, kafaları karıştırıyor, “imparatorun”çıplaklığını sergiliyor, hatta panik yaratıyordu. Dünyanın ünlü çokuluslu şirketleri verdikleri hizmetleri, ABD’nin baskısıyla, çekerek WikiLeaks’i sabote etmeye çalışıyorlar; bu sabotaja,“anonim” adlı, bir internet “hackers”kolektifi, VISA, Mastercard, PayPal gibi“Wiki düşmanı” şirketlerin Web sitelerini işlemez hale getiren (ama finansal kaynaklara ve işlemlere bir zarar vermeden) siber saldırılarla cevap veriyor.
“Anonim”in imza olarak “V” (V for Vandetta, filmindeki anarşist kahraman)maskesi imajını taşıyan mesajlar bırakması da özellikle dikkat çekiyor.
Perşembe gecesi Londra Parlamento Meydanı da adeta “V for Vandetta”filminin sonundaki ayaklanma sahnelerini anımsatıyordu. On binlerce öğrenci meydanı işgal ediyor, önde gelen saygın bir TV sunucusu,“öğrenciler yıllar sonra ilk kez Parlamento Meydanı’nı halk adına protesto eylemlerine açtılar” demekten kendini alamıyordu. Bu sırada polis, öğrencilere atlı birlikleriyle saldırıyor, acımasızca copluyor, çocuklar mevzilerini korumak için inanılmaz bir direnç gösteriyorlardı. Küçük çaplı bir anarşist kolektifi, liseli öğrencileri de peşine takıp Maliye Bakanlığı’nın camlarını kırarak, içeri girmeye çalışıyor, bir başka grup içinde her biri milyonlarca sterlin kıymetinde tabloların sergilendiği Ulusal Portre Galerisi’ni işgal etmeye çalışıyordu.
Meydanda ateşler yanıyor, Curchill’in heykeline “Biz senin kölelerin değiliz”flaması asılıyor, biri heykelin kaidesine işiyordu. Bir kız öğrenci İngiltere bayrağına asılarak sallanıyordu. Tüm otorite simgeleri ayaklar altındaydı. Hükümet ve polis şaşkınlık ve panik içindeydi. O kadar ki, olayların tüm şiddetiyle sürdüğü meydana birkaç yüz metre ötede Regents Street’teki bir tiyatroda sahnelenecek Royal Variety Show’u (aristokrasi onuruna eğlence programı) ertelemek kimsenin aklına gelmiyor, gösteriye gelen Prens Charlesve karısı Camilla’nın limuzini birden kendini bir grup protestocu tarafından çevrilmiş olarak buluyordu. Birileri, Fransız devrimini anımsayarak “Off with their heads” (Uçurun kafalarını) diye bağırıyordu. Televizyonlar haberlerinde, Charles ve Camilla’nın, sonuna kadar açılmış ağızlarını, korkudan beyazlaşmış yüzlerini, bu sloganla birlikte izleyicilerine ulaştırıyordu: “Off with their heads”!
Bu sırada parlamentonun içinde, harçları 9 bin sterline kadar yükseltecek, en yoksul öğrencilerin yararlandığı eğitim ödeneklerini kesecek, üniversitelere devlet yardımını yüzde 85 oranında düşürecek yasa tasarısı oylanıyordu. Muhafazakâr Parti’yle koalisyon kurabilmek için ruhunu satan Liberal Parti (liberaller her yerde aynıdır), öğrencilerin basıncına dayanamayarak tam ortasından ikiye bölündü. Üyelerinin yarısından çoğu tasarıya hayır oyu verme cesaretini son anda kendilerinde bulabildiler. Oylamadan sonra, BBC yorumcusu, “Şimdi eve gitmek için parlamento binasından çıkmaya korkuyorlar” diyecekti. BBC’nin politika editörü, parlamentodan yaptığı yorumunda, yasanın küçük bir farkla, ama koalisyon hükümeti için büyük bir siyasi yenilgiyle geçtiğini vurguluyordu.
Polisin binlerce öğrenciyi, bu arada oradan geçmekte olan kimi turistler ve ilgisiz insanlarla bitlikte muhasara altına alarak saat 15.00’ten gece 23.30’a kadar önce meydanda, sonra köprünün (suyun) üzerinde soğukta, aç susuz, tuvalet olanağından yoksun bırakarak esir alması, medyada dahi büyük tepki çekti. Londra Emniyet Müdürü’yle konuşan hemen tüm medya temsilcileri hep aynı soruyu sordular: “Şiddet olaylarına sizin bu tecrit taktiğiniz yol açtı diyorlar, ne dersiniz?”

Tarih sahnesinde yeni bir kuşak geldi…

Bir taraftan Londra’dan Roma’ya (ve Türkiye’ye) öğrenci olayları, diğer taraftan “Anonim” kolektifi, özgürlüklerini, sosyal ekonomik haklarını savunmaya kararlı yeni bir kuşağın tarih sahnesine çıktığını gösteriyor.
İngiltere’de sokakları dolduran öğrenci hareketi, yalnızca üniversitelilerden oluşmuyor, liseli gençleri de kapsıyor. Bu hareket, salt kendi çıkarları için mücadele etmiyor, işçi hareketiyle ilişki kuruyor, yürüyüş ve okul işgallerinin yanı sıra önde gelen şirketlerin ve mağazaların binaları önünde “vergini öde” temalı korsan gösteriler düzenleyerek bunları teşhir ediyor, kendilerini savunmaya zorluyor. Bu korsan gösteriler (flash-mob) eğitimin toplumun tümünün refahı ve geleceği açısından önemini vurgularken “Bunlar vergi vermediği için bu kesintiler yaşanıyor” diyerek hem sorunu genelleştiriyor hem de halkın sempatisini topluyor.
Öğrencilerin bir kesimi sokaklarda, işgallerde, korsan gösterilerde mücadele ederken, bir diğer kesimi, dünya çapında çeşitli uluslara, kültürlere ait “hacktivist”lerden (hacker– activist) oluşan“Anonim” kolektifi, “Low Orbit Ion Canon” (alçak yörünge iyon topu) gibi kurgu bilim dizilerini anımsatan bilgisayar yazılımlarının yardımıyla, özgürlükleri sınırlamaya çalışan güçlere (şirketlere ve devletlere) karşı, internet ortamında, yepyeni mücadele yöntemleri, örgütlenme biçimleri yaratarak kafa tutuyorlar. Financial Times da şaşkınlığını gizlemeye gerek duymadan, “Bu yıl uzmanlar siber savaştan çok söz ettiler, ama hiçbiri, büyük şirketlere yönelik en büyük saldırının, dünyanın her tarafına yayılmış, belli bir liderliği, ulusal kimliği olmayan anarşist ve idealistlerden gelmesini beklemiyordu” diye yazıyordu.
Sakın kimse bu çocukları, öğrenci, küçük burjuva gibi sıfatlarla küçümsemeye çalışmasın. Bunlar, bilgi ve teknolojinin, sermaye birikimine eklemlenmesinin günümüzdeki biçimlerinin, ağlar ve gayri madde emek süreçleri ortamında artık proletaryanın yeni ve organik bir parçasını oluşturuyorlar. Siyasette de bu betimlemeye uygun bir refleks sergileyerek tüm insanlığın özgürlükleri, sosyal hakları ve geleceği için devletlere ve sermayeye karşı, her fırsatta geleneksel işçi sınıfıyla birleşmeye çalışarak, kimi zaman özverili bireyler, çoğu zaman bunların kolektifleri olarak, uzun süredir görülmeyen yaratıcılık örneklerini sergileyerek baş kaldırıyorlar.
Bu yeni kuşağı sevinçle, saygıyla, ama en önemlisi umutla karşılıyorum. Çünkü“korkunç bir güzellik doğuyor”kavgalarının içinde…