Tuesday, September 28, 2010

Kriz bitmiş – Durum kötü

Yaz tatili boyunca, Referandum tartışmaları, “yeni demokrasi” derken, dünya ekonomisini unutmuştum. Dünya ekonomisine geri dönünce garip bir görüntüyle karşılaştım: Bir yanda “krizi bitti” iddiaları, diğer yanda, “durum daha da kötüleşiyor” kaygıları…

Borsalar canlı, altın daha da canlı

Obama, geçen hafta Birleşmiş Milletler de yaptığı konuşmada, krizin aşıldığını, dünya ekonomisinin, (tabii ABD önderliğinde piyasalara pompalanan 12 trilyon dolarlık kurtarma paketleri sayesinde) büyük bir depresyonun eşiğinden geri döndüğünü açıkladı. ABD Ulusal İstatistik Bürosu’na göre de 2007 Aralık ayında başlayan resesyon, Haziran 2009’da bitmişti. Borsalar, dört hafta önce başlayan yükselme eğilimine devam ederek, geçen haftayı büyük kazançlarla kapattılar.

Ancak değerli metallerin fiyatlarında görülen artışlar, piyasalarda güvensizlik duygusunun, enflasyon beklentisinin artmaya başladığına işaret ediyordu. Altının fiyatı 1300 dolara vururken, gümüş son otuz yılın en yüksek düzeyine ulaşmıştı.

Halbuki, bazı yorumcular, bu kez resesyondan çıkış sürecinin önceki (1950 sonrası) resesyonlardan çıkış süreçlerine benzemediğine, büyümenin çok yavaş, işsizliğin çok yüksek seyrettiğine dikkat çekiyorlardı. Öyleyse deflasyonist baskıların devam ediyor olması gerekmez mi?

Bir taraftan resesyon/kriz bitti yorumları, 12 trilyonluk finansal desteğin etkilerine ilişkin beklentileri yansıtıyor. Öbür taraftan, piyasalar bu finansal destelerin etkisinin son erdiğini, merkez bankalarının, “niceliksel genişleme” adı altında piyasalara yeniden para basmaya başlamalarının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor, güvenlikli limanlara (madenlere) yöneliyorlar.

Bu resmi bankaların güvenlik altına almaya yönelik Basel-III tedbirleri üzerine bir notla tamamlayabiliriz. Bankaların, sermaye tabanlarını genişletmeye, karşılıklarını arttırmaya zorlayan önlemleri içeren, bu yüzden ilk anda güven vermesi gereken Basel-III’ün, en önemli önlemlerin devreye girmesini 2017’ye kadar ertelemesi, iki kaygıyı birden güçlendiriyor. Birincisi, bizzat Basel-III’ün varlığı büyük bankaların mali yapılarını temizleyemediğine, her an büyük bir “olayla” karşılaşabileceğimize ilişkin savları destekliyor. İkincisi bankaları zorlayacak önlemlerin 2017’ye kadar ertelenmesi, bu temizliğin sanılandan çok daha uzun süreceğini (pisliğin çok büyük olduğunu) gösteriyor.

Krize, tümöre ve ağrı kesicilere dair

Tam bu noktada, ender olayların, olasılıklarını inceleyen “Siyah Kuğu” başlıklı kitabın yazarı istatistikçi Nassim Taleb’in Cuma günü Montreal’da yaptığı bir konuşmada söylediklerine bakabiliriz. Taleb, finansal krizden önce, piyasalarda geçerli risk sistemlerinin, sakat, hatta anlamsız, finansal bir krizin kaçınılmaz olduğunu savunuyordu. Montreal’daki konuşmasında söyledikleri de çok anlamlıydı. Taleb’e göre Obama yönetiminin uygulamaları, “kanserli bir hastaya, tümörü almak yerine, ağrıkesici veremeye benziyor”. ABD yönetimi, borç köpüğünü temizleyeceğine, finansal kurtarma paketleriyle (ağrı kesiciyle) borcun (tümörün) daha da büyümesine neden olmuş. Taleb, “borç daha büyüdü, işsizlik daha da arttı… Hükümet borcu azaltmaya öncelik vermeli, batık şirketleri kendi haline bırakmalı” diyor.

Taleb’in bu sapması bizi kapitalist toplumun bir paradoksuyla karşı karşıya getiriyor. Evet krizin aşılması için borçların temizlenmesi, batık şirketlerin tasfiye edilmesi gerekiyor. Ancak, bu teorik modeldeki (“ekonominin yasaları” denen şey) değişkenlerin hayattaki karşılıkları, gerçek insanlar ve gerçek firmalar. Bunlara “kusura bakmayın, genelde karları restore temek, krizi aşmak için, özelde siz tasfiye olacaksınız” dediğinizde, onlar da “asıl sen tasfiye ol, başkası gelsin” diyebiliyorlar. Bu yüzden hükümetler “tümörü” almak yerine son dakikaya kadar “ağrı kesici” vermeye devam ediyorlar. Ama eninde sonunda, sermayenin gereksinimini karşılamak için, siyasi risklerin üstlenileceği, itiraz edenlerin bertaraf edileceği o “son dakikaya” geliniyor. Sanırım artık, o “son dakikaya” geliniyor…

“Ekonomik yavaşlama bir bilmece”…

İşin ilginç yanı, bu “son dakikaya” gidiş, çoğu zaman ekonomiyi yönetenlerin şaşkın bakışları altında gerçekleşiyor. Bu yüzden, ulaşıldığında da, çoğu zaman kadro hatta rejim değişiklikleri de gündeme geliyor.

ABD Merkez Bankası başkan Bernanke, geçen hafta Princeton üniversitesinde yaptığı bir konuşmanın, soru cevap bölümünde “bu son yavaşlamanın nedenlerinin bir bilmece (puzzle) olarak kalmaya devam ettiğini”, söylemiş (MarketWatch, 25/09). On beş Eylül’de Council on Foreign Relations’da konuşan Greenspan’ın da hala şaşkınlıktan kurtulamamış olduğu görülüyor.

Financial Times’dan Robin Harding de, Böyle olmamalıydı, on milyarlarca banka kurtarma, yüz milyarlarca finansal destek, trilyonlarca dolar bono satın alma işleminden sonra, ABD ekonomisi onarılmış, bu yıl güçlü bir büyüme yılı olmuş olmalıydı” diyor ve devam ediyordu: “Nerdeee… Ekonomi yavaşlıyor, işsizlik artıyor” (24/09)

Bu nedenlerle, Financial Times, “Bankalar B Planını hazırlıyor” başlıklı yorumunda, merkez bankalarının yeni bir likidite genişlemesi raunduna hazırlandıklarını düşünüyor. Financial Times’a göre bu ikinci raundun etkili olup olmayacağı belli değil. Bu yüzden “siyasi olarak zor olsalar bile maliye politikalarının (borçların tasfiyesine yönelik önlemler) masadan kaldırılmaması gerekiyor”.

Greenspan’ın konuşmasına dönersek, medyanın, siyasilerin iyimserliklerine karşın, durumun ne kadar vahim olduğunu görebileceğiz. (http://www.cfr.org/publication/22965/conversation_with_alan_greenspan.html) Bu konuşmanın önemli bir kısmında Greenspan ABD’nin en zengin 150 iş adamından biri olan, gayrimenkul yatırımcısı Zuckerman’ın, mültimilyarder Pete Peterson gibi uzmanların, “hiçbir şey kıpırdamıyor”, “borcunu ödemeyen ev sahiperini ne zaman tahliye etmeye başlayacağız”, “piyasalar ne zaman temizlenecek” gibi sorularına cevap vermeye çalışıyor. Ortaya da, aslında krizin aşılmasına yönelik herhangi bir çözümün olmadığına ilişkin zavallı bir durum çıkıyor.

Greenspan’ın verdiği cevaplar şöyle özetlenebilir. 2008 ve 2009 yıllarındaki finansal tedbirler etkili olmadı. Para sisteme girdi, ama kimse uzun dönemli risk almak istemediğinden, bankalardan çıkarak sabit sermaye yatırımlarına yönelmiyor. “Likidite kapanı oluştu”. “Sorun üretkenlik” diyor Greenspan. Diğer bir değişle sermaye üretimde kar görmediğinden spekülasyonda kalıyor. Böylece büyümeyi destekleyecek yeni “değerler”, borç ödemelerini, tüketimi destekleyecek yeni iş olanakları oluşmuyor. Bu günkü koşullarda bankalara giden paralar piyasaya girse enflasyon riski yaratacak gözlemleri de “çıkmazı” çok güzel sergiliyor: Karlılık geri gelmeden (kapasite fazlası tavsiye edilmeden) parasal genişlemeye devam etmek sorunu daha da ağırlaştırıyor. Greenspan nedenini bir türlü anlamıyoruz diyor ama, kıymetli metallerin fiyatları (dövizlere göre) işte bu nedenle artıyor.

Bu sürdürülebilir bir süreç değil. Bir aşamada sermaye birikiminin, yeniden başlaması için gereken temizlik, iflaslar, işten çıkartmalarla (büyük çaplı sermaye devalüasyonu), insanın direnci, tüm siyasi sonuçlarıyla birlikte kafa kafaya gelecek. Greenspan da zaten “seçeneklerimiz iyi ile kötü arasında değil, kötü ile çok kötü arasında” diyor.

Monday, September 13, 2010

İki Seçeneğin Yol Ayrımında...

Bu yazıyı hazırlamaya oturduğumda, iki konu aklımda birbirleriyle rekabet ediyordu. Birincisi son haftalarda, uluslararası basında rastladığım, gıda, su, krizlerine ve ekonomik modelin tükenişine ilişkin bir sürdürülebilirlik tartışmasıydı. İkinci konu, kaçınılmaz olarak pazar günü yapılacak olan referandumun olası sonuçlarıyla ilgiliydi. Bu iki konu arasında gidip gelirken, bu ikisini birbirine bağlayan bir soru aklımda şekillenmeye başladı: Ya insanlığın geleceğine ilişkin birbirine taban tabana zıt iki seçenekten oluşan bir yol ayrımında duruyorsak? Ya bu iki konu arasındaki bağlantı, bundan sonra ne tür rejimlerle yönetileceğimize ilişkin bir soruysa?

Uygarlığın sürdürülemezlik çıkmazı

Önce Akdeniz sonra, dünya pazarının şekillenmesiyle, bunun içinde başlayan sanayi devriminin etkisiyle çeşitli uygarlıklar, kapitalist üretim tarzının elinde özgünlüklerini kaybederek birbirlerine benzemeye başladılar. Zamanla tüm yerel “yaşam dünyaları”/kültürler/“uygarlıklar”kapitalizmin ekolojik egemenliği altına girdiler: Bu “yerellikler”, artık kapitalizmi yeniden üretebildikleri ölçüde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Diğer bir deyişle, artık tek bir dünya var kapitalizmin dünyası.

Ancak tam bunu söyleyebildiğimiz noktada, bu dünyanın artıksürdürülemezliğinin de ayırtına varmaya başlıyoruz. Bu algıyı yaratan etkenlerin başında, yaşamımızı doğrudan etkileyen ekonomik kriz geliyor. 2007’de başlayan mali krizi, 1980’den bu yana kârların gerçekleşmesi için gerekli talebi krediyle destekleyerek aşırı birikim (kapasite fazlası) sorununu öteleyen (ötelerken doğal kaynakların tüketimini daha da hızlandıran) kriz yönetme modelinin (neoliberal küreselleşme) tükendiğini gösterdi. Böylece hem mali kriz etkisini sürdürmeye devam ediyor hem de kapitalizmin krizi, sorunlarını öteleyecek yeni bir model bulamadığından, kendini en temel özellikleriyle dayatıyor.

Bu dayatma, pratikte devletlerin krizin yükünü doğrudan geniş halk kitlelerinin üzerine yıkma çabası olarak karşımıza çıkıyor: Toplumsal harcamalara yönelik kesintiler derinleşiyor; sosyal hakların, özgürlüklerin kısıtlanma süreci hızlanıyor; işsizlik ve yoksulluk artıyor, artmaya da devam edeceği anlaşılıyor. Tüm bunlara karşın kimse bu krizden nasıl çıkılabileceğini söyleyemiyor.

Böylece kapitalist üretim tarzının, 1970’lerde başlayan yapısal krizin bir dönüm noktasında, belirsizliğe takılıp kaldığını söyleyebiliyoruz. Geçen 20 yıl boyunca insanların kafasını serbest piyasa, fırsat eşitliği, küreselleşme safsatalarıyla dolduran, tüm dikkatleri bedenlerin hazlarına, hedonist tüketime odaklaştıran, “pasif nihilizmi” genel ruh hali olarak egemen kılan kapitalizminekonomik krizi şimdi, bu yarattığı öznelliklerin iktidarsızlığının üzerinde, giderek bir uygarlık krizine dönüşüyor. Çünkü bu “pasif nihilist” insan, uygarlığın karşı karşıya olduğu yaşamsal sorunları çözebilecek, uzun soluklu, haz ilkesinin ötesine geçen çözümlere açık değildir.

Gittikçe ağırlaşan su, gıda, enerji kıtlığı iklim ve çevre aşınması sorunları, kapitalist uygarlığın nasıl bir yaşamsal, bekli de “terminal” bir krizle karşı karşıya olduğunu kolaylıkla gösterebiliyor. Bugünkü yaşam koşullarını koruyabilmek için bile, insanlığa 2040 yılına kadar ikinci bir gezegen daha bulmak gerekiyor.

Bunu bulacak durumda olmadığımıza göre, geçen hafta yayımlanan ABD dış politikasında etkin bir düşünce kuruluşuCouncil on Foreign Relations’un bir yorumundaki şu paragraf üzerinde düşünerek devam edebiliriz: “Sel felaketleri, gittikçe hızlanan çölleşme, yerel halkların ve hükümetlerin önüne, uluslararası etkileri de olabilecek büyük sorunlar koyuyor. Devletler gittikçe azalan kaynaklar üzerinde rekabet ediyorlar, büyük göç dalgaları oluşuyor. Hükümetler ülke içindeki siyasi basınçları komşularının üzerine yansıtmaya çalışıyorlar.”

Bilim insanları tartışadursun, dünyanın büyük güçlerinin orduları, iklim değişikliğinin getireceği krizlere, bu şokların yaratacağı durumları yönetmeye yönelik planlar, simülasyonlar yapıyorlar (Michael L. Baker, Council on Foreign Relations 07/09/2010). Afrika, Latin Amerika ve Asya’da büyük güçlerin tarım alanları edinme yarışı hızlanıyor. Gelişmiş, ülkelerin içinde yabancı düşmanlığı, ırkçı eğilimler, emperyalizme bağımlı ülkelerde dini, etnik çatışmalar, diğer bir deyişle “günah keçisi” (bizi bu hale düşüren, aklımızı bozan yabancı unsur) arama eğilimleri güçleniyor.

‘Demokrasi’ bitiyor

Uygarlığın dokusu, ekonomik, ideolojik (pasif nihilizme karşı, dinci fanatizm), siyasi, ekolojik krizlerin basıncı altında çözülürken egemen sınıfların, seçkinlerinin, siyasi, ekonomik güçlerinin maddi zemininin giderek aşınmasına seyirci kalmaları düşünülemez. Bu kesimlerin ellerindeki devletin disiplin ve ceza aygıtları (bürokrasi, ordu, polis) ve ideolojik (itaat yaratma) aygıtları yoluyla gidişe el koyarak kendi çözümlerini dayatmaları kaçınılmaz.

Hatta 11 Eylül 2001’den bu yana, uygulamaya konan güvenlik önlemleri, kurumları, dini, ırkçı söylemlere bakarak bu sürecin başladığını söyleyebiliriz. Bu sırada devlet, finans kapitalin yönetim kurumu olarak ekonomiye müdahale pratiklerine geri dönüyor. Yükselen güçlerin bünyesinde devlet kapitalizmi şekilleniyor. Kıt kaynaklara erişimde serbest piyasaya güvenilemeyeceği ortaya çıkıyor. Tüm bunları, yeni model arayışıyla birlikte, oluşmaya başlayan yeni ortamın parçaları olarak düşünebiliriz.

Bu ortamın sergilediği sürdürülemezlik, karşısında seçkinler, halk kitlelerini, aptalca kendi hazlarının peşinde koşan, bunun nedenlerini ve sonuçlarını kavramaktan aciz, kendi gerçek çıkarlarını bilemeyen, edilgen bireyler sürüsü olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlamalar, totaliter ideolojilerle desteklenen otoriter rejimlere açılıyor. Nitekim, daha şimdiden kapitalist uygarlığı kurtarabilmek için, bireyi, tüketim alışkanlıklarına, zaman ve mekânına kadar denetlemeye niyetli bir biyopolitik rejiminin yavaş yavaş, (bazı ülkelerde daha hızlı) gündeme geldiğini görüyoruz.

Egemen güçler yeni muhafazakâr-liberal burjuva düşüncesinin son sığınağı olan bireysel “özgürlükler” kavramını da bir kenara itmeye, kendi gereksinimlerine göre yeni değerleri gündeme getirmeye başlıyorlar. Liberal- muhafazakâr ittifakı çatlıyor, liberal eğilimler geriliyor; yeni muhafazakârlığın, reaksiyoner, totaliter eğilimleri öne çıkmaya başlıyor…

AKP hükümetini destekleyen ve taşıyan uluslararası eğilimleri, siyasal İslamın gelişmesine verilen desteği yukarıdaki tanımlamalar altında anlamlandırabiliriz. Eğer referandumdan “evet” sonucu çıktıysa, birinci, totaliter seçeneğin Türkiye’deki yansıması giderek güçlenecek demektir.

Öyleyse, Türkiye’nin de ufkunun ötesinde“büyük resme” bakarak, geniş kitleleri pasif, çocuksu, yönetilecek kalabalıklar olarak değil, ortak çıkarların etrafında bütünleşmiş, aktif bir irade olarak düşünen bir başka seçenek gerekiyor.

Bu seçenek uygarlık krizinin gündeme getirdiği sorunları, büyük çoğunluğun çıkarları açısından ele almalıdır. Bu nedenle “genel irade” kavramına geri dönülmelidir. “Genel irade”, kamusal alan, kamu katılımı kavramlarıyla birlikte, sermayenin küreselleşmesinin, karşısına çalışanların, emeklilerin, çocukların, engellilerin, genel çıkarlarını temsil eden evrensel haklarını koyarak, yeniden düşünülmelidir.

Şimdi bir yol ayrımındayız. Bu yollardaniyice aşınmış olanını seçersek, önümüzde totaliter kapitalizm var. Eğer farklı bir şey istiyorsak (Robert Frost’un ünlü şiirinden çalarak) “daha az gidilmiş olanı”seçebiliriz.