Tuesday, August 31, 2010

‘Yaz Rehaveti Bitiyor, Hareketli Döneme Giriyoruz…’

Bu başlığa geçen haftanın ekonomik gelişmelerini gözden geçirirken rastladım. Yazar mali piyasalardan söz ediyor, “Yaz döneminin düşük işlem düşük volatilite dönemi sona eriyor, hareketli bir döneme giriyoruz” diyordu. Sonra da, “ama işaretler hiç de iç açıcı değil” diyerek devam ediyordu.

Sanırım geçen haftanın iklimini en iyi bu saptamalar ifade ediyor. Bir de, Wall Street Journal’da rastladığım “İsveç, ABD ekonomisinden kaygı duyuyorsa biz de duymalıyız başlıklı” yorum. ABD dünyanın en büyük ekonomisi. Halen yüzde 4 büyüme hızıyla göreli olarak rahat bir konumda olması gereken İsveç’te Merkez Bankası, son raporunda ABD’deki ekonomik gelişmelerin, dünya ekonomisindeki toparlanma açısından kaygı verici olduğunu saptıyormuş. Geçen hafta açıklanan veriler İsveç Merkez Bankası’nın kaygılarını daha da arttırmıştır.

‘Bu toparlanma filan değil?’

Hafta sonunda, ABD Merkez Bankası’nın, önde gelen ekonomistlerin “durum değerlendirmesi yaptıkları” Jackson Hole toplantısı yapıldı. Toplantıdan önceki günlerde, ABD ekonomisinin birinci üç aylık dönemde yüzde 3.4 büyüdükten sonra ikinci üç aylık dönemde yüzde 2.4 beklenirken, gerçekleşen yüzde1.6 büyümenin, ev satışlarında temmuz ayında yüzde 27’lik, ev fiyatlarında yüzde 12’lik çöküşün (başka ne denebilir ki), Dow Jones indeksinin üç kez 10.000’in altını görmesinin, dış ticaret açığındaki artışın anlamı tartışılıyor. Medyada “iki dipli resesyon”, “deflasyon”, “Japonya mı olduk” soruları soruluyorken, Prof. Krugman, New York Times’daki köşesinde, cuma günü Jackson Hole toplantısında, “ekonomi yavaş da olsa toparlanmaya devam edecek diyecekler”, “Bu, hiçbir anlamda bir ekonomik toparlanma değil” diye yazıyordu.

Cumartesi günü gördüm ki Bernanke, Krugman’ı yanıltmış; “Ekonomi yavaş da olsa toparlanmaya devam edecek” demek yerine, kendi jargonuyla aslında “resesyonun devam ettiğini açıklamış”. Bernanke şöyle demiş: “Büyümede 2011 yılında bir artış olabilmesi için gerekli önkoşullar yerinde duruyor gibi görünüyor.”(abç)

Bu önkoşullar yerinde duruyor gibi görünüyor olabilir, ama (a) bu önkoşulların, bir büyüme etkisi yaratacağı anlamına gelmez; (b) “görünmek”le “olmak” aynı şey değildir, hatta görüntü gerçeği yanlış yansıtıyor olabilir... “Ne yapsın adam?” diyeceksiniz haklı olarak; “ne yani tam Dow 10.000’in altını gördüğü noktada, toparlanma filan yok mu deseydi?”. Geçen sefer de, Bernanke herkesi, resesyon derinleşirken, en az bir yıl, “resesyon yok” diye oyalayamadı mı? Zaten resesyon tarihlerini resmen saptayan NBER’in açıklamaları, bir yıl, 8 ay geriden gelmez mi?

Cumartesi günü, Bloomberg’in aktardığına göre, Prof. Martin Felstein (NBER’in eski başkanı, Harward Ekonomi Bölümü), ABD ekonomisinin zayıf, kırılgan olduğunu ve yeniden resesyona düşme olasılığının güçlü olduğunu düşünüyormuş. Cuma günü Market Watch’a konuşan Prof. Shiller (Yale Üniversitesi) NBER’in, 2007’de başlayan resesyonun henüz sonunun geldiğini resmen açıklamadığını anımsatıyordu. “Yedi sekiz ay sonra, NBER belki de bu günlere bakarak, ikinci resesyonun başladığını söyleyebilirdi”...

Piyasalardaki kimi analistler de zaten, “ekonomik toparlanma var ama yokmuş gibi yaşanıyor” (Market Watch, 25/08) diyorlar. Çünkü işsizlik artmaya devam ediyor, kredi piyasaları açılmadı. Önceki hafta Wall Street Journal’da Brett Arends, “Bir çöküntü (crash) mü geliyor? Tedbirli olmak için 10 gerekçe” başlıklı yazısını bence çok parlak bir soruyla, şöyle bitiriyordu: “Eğer işini kaybetmiş, iki çocuklu, evi ipotekli, arabası taksitli bir inşaat ustası, mahallesindeki benzin istasyonunda haftada üç gece vardiyası yapıyorsa, Noel geldiğinde çocuklarına kaç iPad alabilir?

Krugman’a göre, işsizliğin bugünkü düzeyde kalabilmesi için ekonominin en az yüzde 2.5 büyümesi gerekiyor. Öyleyse işsizlik, talep yetersizliği artmaya devam edecek...

‘Sıkıntılı ve uğursuz bir şeyler...’

Dünya bono piyasalarının en büyük oyuncusu, PIMCO’nun CEO’su Muhammed El-Arian da, “Neden yeni bir mali uyarıcı işe yaramayacak” başlıklı yorumunda, toparlanmanın hız kestiğinden, hükümetlerin, işsizliği azaltacak, yeni iş olanakları yaratacak yapısal çözümlere (eğitim, sağlık, altyapı vb...) yönelmek yerine, topu birbirlerine atmaya çalıştıklarından yakınıyordu. Erian, sonra “ekonomideki bu yumuşaklığın” çok daha “sıkıntılı ve uğursuz bir şeylere evrimleşmesinden korkuyorum” diyordu (Washington Post 27/08).

Dünyanın en büyük ekonomisinde, işsizlik artmaya devam ederken, “Dış ticaret açığı büyümeyi boğuyor, işsizliği arttırıyor” korosu güçleniyor. Avrupa Birliği’nde Almanya dışında, bir canlılık görülmüyor. Frankfurter Allgemeine, Avro bölgesinde özel sektör kredilerinin gerilemeye devam ettiğini, diğer bir deyişle kredi piyasalarının açılmamakta ısrar ettiğini bildiriyor (26/08). “En korkutucu ekonomi Yunanistan değil Japonya yorumları” (Newsweek, 25/08) sıklaşıyor. Financial Times’ın eski tüfeklerinden Samuel Brittan da çarşamba günü “merkantilist politikaların (devlet gücünü kullanarak uluslararası ticarette, rakip ülkeler karşısında avantaj elde etmeye çalışmak) gündeme gelmeye başladığını gösteren belirtilerin yadsınamayacak kadar arttığını” savunuyordu.

Yeniden mali piyasalara dönersek, Prof. Charles Nenner de uzun dönemli döngüler ve dalgalar -cyces & waves- üzerindeki, çalışmaları ve öngörüleriyle, büyük saygınlık kazanmış bir araştırmacı. Cuma günü Bloomberg TV’de, deflasyonun çoktan başladığını, bir Japonya senaryosunun (durgunluk-deflasyon) küresel çapta yaşanmasını engelleyecek hiçbir neden göremediğini söylüyordu. Şu günlerde finans medyasında, pek bir ilgi odağı olan Nenner aslında teknik analist değil, tarihsel ve yapısal gelişmelerle, uzun dönemli trendlerle ilgileniyor. Nenner, çarşamba günü de CNBC’de iki yıl içinde Dow Jones’un dalgalanarak 5000 düzeyine kadar ineceğini ileri sürüyordu. Nenner, 2020 yılına kadar bir toparlanma görmüyor. Savaş devreleriyle de ilgilenen Nenner, 2012-13 döneminde büyük çaplı bir savaş bekliyor...

Cuma günü CNBC’de çok ilginç bir araştırma tartışılıyordu. Bankalar alacakları üzerinden yaptıkları menkulleştirmeleri (CDO) yine kendileri satın alıyorlarmış. Ben işin teknik yanından pek anlamam, ama tartışmaya katılanların yorumlarından, bu işlemin piyasaları ve bankaları olduklarından daha canlı gösterdiğini, “kendi kendinle işlem yapmanın yasal olarak da suç sayılabileceğini” kavrayabildim. Bunlardan da, mali piyasaların eski “oyunlara” devam ettikleri ve dolaplarda hâlâ keşfedilmemiş çok sayıda cesedin saklanmakta olduğu soncuna ulaştım. Sürprizlere hazır olmakta yarar var.

Wednesday, August 25, 2010

Pakistan: Neo-liberalizm, Feodalizm, ‘Taliban’

Damlara, insan bedenlerine, asfalta düşen yumuşak ama kararlı yağmur damlalarının çıkardığı tıpırtıları dinlerken, hayatımda ilk kez, Lahor’un cesur yüreğinin sıkıştığına şahit oldum” diye yazıyordu, Zaahir Hüseyin, The Daily Times gazetesindeki köşesinde. Devam eden yağmurların, Pakistan’ın son yıllarda iyice kırılganlaşan toplumsal yapısını önüne katıp götürmeye başlayan sel felaketini daha da ağırlaştırması bekleniyordu…

Taliban’ın, “Bu tufan Tanrı’nın, günahkârları (Pakistan’ın en yoksullarını, çaresizlerini-E.Y) cezalandıran gazabıdır” iddiaları tam bir müstehcenlik örneği. Ama felaket yalnızca yağmurların ürünü de değil. Yağmurlar, çürümüş bir toplumsal yapıyı önüne katmış sürüklüyor o kadar… Bu yapıyı çürüten etkenlere bakınca da karşımıza bildik suçlular çıkıyor: IMF, özelleştirmeler sayesinde hemen her sanayi dalında kartelleşen yerli/yabancı sermaye grupları, tüccarlaşmış, yozlaşmış bir ordu, feodal toprak sahipleri. Taliban’a gelince, o bu yapının çürüyen tahtaları üzerinde büyüyen zehirli mantarlardan yalnızca biri…

Bir felaketin görüntüsü

Temmuzun sonuna doğru Kuzeybatı Pakistan’ın dağlık bölgesinde hızlanan Muson yağmurları ülkede son 63 yılın en büyük sel felaketine yol açtı. Sel suları önce Kiber-Pahtunva ve Belucistan eyaletlerini etkiledi. Sonra sular hızla güneye doğru Pencap eyaletini de kaplayan yaklaşık 130.000 km2 alanı ve 20 milyon insanı etkisi altına alarak Umman Denizi’ne doğru yayılmaya başladı. En son verilere göre yaklaşık 1600 kişi yaşamını yitirdi, iki milyon kişi evsiz kaldı, yaklaşık 6 milyon kişi, kolera gibi salgın hastalıkların tehdidi altına girdi.

Sel suları ülkenin en verimli tarım alanlarında 17 milyon dönüm toprağı kapladı, 200 bin baş hayvanı, depolanmış gıda stoklarını alıp götürdü. Sel sularından en çok pirinç, mısır, pamuk, şekerkamışı ve buğday ürünlerinin etkilendiği görülüyor. Taze gıda gereksiniminin yüzde 70’ini Pencap eyaletinden sağlayan Karaçi kentinde kıtlık baş göstermeye, tüm ülkede gıda fiyatları hızla artmaya başladı. Pakistan’ın ihracatının yüzde 60’ını gerçekleştiren tekstil sektörünü besleyen yerli pamuğun yüzde 20’si sellerde yok oldu. Sel suları, 500 bin tonluk buğday hasadını ve 300 bin dönüm hayvan yemi tarlasını yok etti. Pakistan dünyanın üçüncü büyük buğday ihracatçısı olduğundan, bu kayıplar, diğer mallarda getirecekleri ek talep, dünya piyasalarında gıda fiyatlarında gözlenen genel artış eğilimini daha da güçlendirecek. Pamuğunun yüzde 30-40’ını kaybettiği düşünülen Pakistan’da tekstil sektöründe şimdi yaygın iflaslar, işten çıkarmalar bekleniyor. Yedi elektrik santralı da sular altında kaldı (New York Times 16/08; The Asia Times, 12/08).

Pakistan’ın böylece tahrip olan tarım alanlarının, seli izleyen toplumsal çöküntünün, yıkılan altyapının, santralların vb. tamir edilmesi yıllar sürecek; o da Pakistan bir siyasi birim olarak var olmaya devam ederse. Pakistan’ın ekonomik toplumsal bir siyasi yapı olarak varlığını koruma olasılığı, ABD’nin Afganistan savaşını Pakistan’a doğru genişletmesinin de etkisiyle, bu son felaketin öncesinde bile giderek zayıflıyordu. Pakistan’ın bu yeniden inşa sürecini gerçekleştirme olasılığının şimdi iyice zayıfladığını söyleyebiliriz.

Çürüme ve çözülme

Sel riski, her yıl tekrarlanan Muson yağmurlarının doğasında var. Küresel iklim değişikliği sürecinin bu olasılığı güçlendirdiğini kabul edelim, etmeyelim, hükümetlerin, sellerin ekonomik toplumsal tahribatını sınırlamaya yönelik tedbirleri almış olmaları gerekiyordu. Ne yazık ki Pakistan hükümeti, toplumsal yapısı, bu tedbirlerin alınması bir yana, var olan altyapının aşınmasını önlemek için, gerekli onarımları yapacak maddi olanaklardan, toplumsal ilişkilerden yoksun.

Bu bağlamda iki etken söz konusu, biri uluslararası mali sermayenin, IMF’nin vesayeti altında gerçekleştirilen özelleştirme, kemer sıkma uygulamaları dalgası. İkincisi de kırsal alanlarda egemen feodal toprak ağalığı düzeni.

IMF ile1997’den bu yana 9 (onuncusu geçen yıl başladı) dalga halinde gerçekleştirilen özelleştirme, kemer sıkma politikaları süreci boyunca, Pakistan’ın hemen tüm sanayi, mali yapısı, enerji sektörü, finansal yapısı özelleştirildi. Bu özelleştirme sürecinde, ekonominin hemen her alanında karteller oluşurken, gelirler ülkenin askeri, elitleri, sermaye grupları, iktidarda birbirileriyle adeta tahterevalli oynayan feodal aileleri tarafından talan edildi. Böylece devlet gelir kaynaklarını kaybederken, özelleştirme sonrasında vergi gelirlerinden beklenen kaynaklar da sağlanamadı. Kaynak açığı borçla karşılanmaya, her seferinde IMF’nin dayattığı tedbirler işsizliği, temel gıda fiyatlarını, yoksulluğu arttırmaya devam etti. Belki inanmak istemeyeceksiniz ama geçen yıl, Pakistan hükümeti Taliban’la en sert savaşları yaşarken, bir taraftan da son IMF programı gereği, halkın giderek artan kesimlerini kendine düşman ederek Taliban’ın kucağına itecek ekonomik tedbirler almaya devam ediyordu…

Toprak ağalığı düzenine gelince, halkı soymasının, ezmesinin yanı sıra bu kesim, verimli tarım alanlarının yüzde 70-80’ini elinde tutuyor; yarıcılık, kiracılık, gündelikçilik yoluyla işletiyor. Sulama kanalları esas olarak bu feodallerin gereksinimlerine göre, hemen her zaman da topraklar kanalların başında yer alacak, akışı kontrol etmelerine olanak verecek biçimde inşa ediliyor. Sulama kanallarına konan bentler taşmayı önleyecek yönde değil, büyük toprak sahiplerinin suları istedikleri gibi yönlendirmesine öncelik verecek biçimde düzenleniyor.

Taliban ve sınıf mücadelesi

Pakistan’ın bir çürüme, çözülme sürecinde olduğunu gösteren başka göstergeler de var.

Birincisi, ordu, ABD’nin de baskısıyla Taliban’la savaşırken, Taliban aynı zamanda, topraksız köylüleri, feodal toprak sahiplerine karşı kışkırtıyor, kızgınlıklarını örgütlüyor.

İkincisi bu stratejinin bir parçası olarak Taliban, siyasal İslamın diğer örgütlenmeleri, sel bölgesindeki yardım etkinliklerini tekellerine almaya çalışıyorlar (Wall Street Journal, The New York Times, The Guardian). Bu bağlamda Taliban seküler ulusalcı düzen partilerinin temsilcilerinin bölgeye gelmelerini dahi engelliyor, gelmeye çalışanları öldürüyor (The Daily Times 20/08).

Üçüncüsü, Pakistan halkı sel felaketinin şokunu yaşarken düzenin iki önemli partisi birbirine düşmüş durumda. Ülkenin en büyük kenti Karaçi’de, Paştun etnik grubuna dayalı Ulusal Halk Partisi ve 1947’de bölünmeyle gelenlerin Urdu dilini konuşanların soyundan gelenlerin, liberal eğilimli Birleşik Ulusal Partisi arasında çeşitli mafya gruplarını da kapsayan silahlı çatışmalar yaşanıyor (Foreign Policy, 18/08).

Pakistan’ın toplumsal dokusu, iktidar ilişkileri çözülüyor, Taliban, sel felaketinin şokundan yararlanarak etkinliğini arttırıyor, tüm gözler giderek daha çok, tümüyle yozlaşmış bir kurum olmasına karşın orduya dönüyor…

Tuesday, August 10, 2010

Yeni bir savaşı beklerken…

Bu yıl yaza Ortadoğu’da yeni bir savaş beklentisiyle girdik (“Yine Savaş Rüzgarları”, 12/07). Council on Foreign Relations’un “A Third Lebanon War” (Üçüncü Lübnan Savaşı) ve International Crisis Group’un “Drums of War: Israel and the ‘Axis of Resistance’” (Savaş Davulları: İsrail ve ‘Direniş Ekseni’) başlıklı raporlarının yayımlanmasının üzerinden daha bir hafta geçmeden Akabe (Ürdün), Eilat (İsrail) kentlerine “Katyuşa” ve “Grad” tipi roketler düştü (kaynağı hala tartışılıyor). Lübnan- İsrail sınırında çatışma çıktı iki asker bir gazeteci Lübnanlı ve bir İsrailli Albay öldü.

Cumartesi günü, Lübnan gazetesi The Daily Star, İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında, korkutma amaçlı, saldırı taklidi yapan uçuşlar yaptıklarını yazıyordu.

Geçen hafta uluslararası medya da, özellikle İsrail’de ve Arap ülkelerinde yorumcular, kimsenin savaştan yana olmadığında, savaşın kimseye bir yarar getirmeyeceğinde, hemen herkesin hem fikir olmasına karşın yeni bir savaşın her gün biraz daha yakınlaşmaya devam ettiğini vurguluyorlardı.

Dahası, yeni bir savaşın Lübnan’la sınırlı kalması da artık zayıf bir olasılık. Bu kez, Suriye’den -İran’a, Türkiye’den, ABD’ye birçok ülkenin savaşın burgacına kapılması kaçınılmaz görünüyor.

İki rapor

ABD’nin dış ilişkiler alanında en etkili düşünce kuruluşu CFR ’in, ABD’nin Mısır eski büyük elçilerinden Dan Kurtzer’e hazırlattığı, “III. Lübnan Savaşı” başlıklı araştırmanın sonuçlarına göre, “ABD’nin yeni bir savaşı engelleme kapasitesi çok düşük”. Bu yüzden Kurtzer’e göre ABD dışişlerinin “önümüzdeki 12-18 ay içinde patlak vermesi olası bir savaşın” yayılmasını engellemeye yönelik önlemler üzerinde yoğunlaşması gerekiyor.

Kurtzer’in bu kötümserliğinin arkasında, Hizbullah’ın, 2006’dan bu yana, Birleşmiş Milletler kararlarına karşın, edindiği gelişmiş füze sistemlerinin, İsrail’in güvenlik açısından kabul etmeye hazır olduğu sınırı aşmış olabileceği düşüncesi yatıyor. Kurtzer, Hizbullah’ın yerden havaya füze sistemi edinme olasılığının, İsrail’in Lübnan hava sahasındaki üstünlüğüne son vereceği için, İsrail ordusu tarafından kabul edilemez olduğunu düşünüyor.

Kurtzer’in İsrail’in güvenlik kaygılarını eleştirisiz kabullenmesi, ABD’nin Hizbullah’ı etkisizleştirecek tedbirler geliştirmesine ilişkin önerileri adeta İsrail’e yeşil ışık yakıyor. Nitekim, Kurtzer ABD’nin, büyük çaplı, yayılma eğilimi taşıyacak bir operasyonu engellemek, veya ötelemek için İsrail’i daha küçük çaplı bir operasyona teşvik edebileceğini de düşünüyor. Özetle CFR’nin raporu kötümser bir yerden kalkıyor ve çok tehlikeli bir noktaya ulaşıyor.

International Crisis Group’un “Savaş Davulları: İsrail ve direniş ekseni” başlıklı raporuna göre 2006 Savaşı’ndan dört yıl sonra bölgede durum, “olağan üstü sakin ve bir o kadar da tehlikeli”. Taraflar yeni bir savaşın, hem 2006’dakinden daha yıkıcı olacağının, hızla genişleyebileceğinin bilincinde olarak, savaşa yol açabilecek adımlardan kaçınıyorlar. Bu günkü koşullarda, Hizbullah çok daha iyi silahlanmış, Lübnan hükümetinin parçası haline gelmiş durumda; Lübnan’daki toplumsal saygınlığı da çok yüksek. Bu yüzden Hizbullah’ın siyasi durumunu tehlikeye atacak bir adım atma olasılığı çok düşük. Buna karşılık, yine bu yüzden İsrail’in bir savaş sırasında, Lübnan resmi güçleriyle Hizbullah, sivillerle askeri hedefler arasında bir ayrım gözetme olasılığı çok düşük, bu nedenle yıkımın çok daha büyük olacağı kesin. Ancak, yine aynı nedenlerden, bu savaşın Hizbullah’ı tasfiye etme şansı 2006 savaşından daha düşük; ama Hizbullah roketlerinin İsrail’de sivillere zarar verme şansı çok yüksek. Diğer taraftan, “direniş ekseni” olarak nitelenen İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah arasındaki ilişkiler çok daha derin. Bu yüzden birine yönelik bir saldırıya, “eksen”in diğer üyelerinin de cevap vermesi olasılığı yüksek. Tüm bu etkenler taraflar üzerinde caydırıcı bir etki yapıyor

Ancak rapora göre bunlar öykünün iyimser yanı. Kötümser yandaysa, bu görüntünün altında “gerginliklerin basıncının, herhangi bir güvenlik vanasından yoksun olarak yükselmeye devam ediyor olması” var. Rapora göre Lübnan krizi bölgesel sorunlardan kaynaklanıyor ve bu sorunlar çözülemediğinden, savaşı engelleyen en büyük etken, tarafların ortaya çıkacak bir felaketin büyüklüğüne ilişkin korkularıyla sınırlı kalmaya devam ediyor.

Eksen sorunu…

Olaylar, gerginliklerin bu iki raporun gözlemleri doğrultusunda artmaya devam ettiğini gösteriyor. Örneğin Lübnan İsrail sınırında yaşanan çatışma, İsrail askerleriyle Hizbullah arasında değil, Lübnan ordusu ile yaşandı. Ama çatışmanın hemen ardından Hizbullah’ın direniş gücünü Lübnan ordusunun hizmetine vermeye hazır olduğunu açıklaması, “Hizbullah ve hükümet, Şiiler ve diğerleri” ayrımlarının artık geçerli olmadığını gösteriyor. Nitekim, Cumartesi günü gazeteler, Lübnan devlet başkanı Suleiman’ın “İsrail’in saldırganlığı karşısında orduyu gelişkin silahlarla donatacağı açıkladığını” yazıyordu (Haaretz, The Daily Star)

Bu gelişmelere ek olarak, Hariri suikastını soruşturmak için uluslar arası mahkeme bulgularını açıklamaya hazırlanıyor. Sızan bilgiler mahkemenin Hizbullah’la ilişkili kimi isimleri suçlayacağını düşündürüyor. Yorumcular mahkemenin doğrudan Hizbullah’ı suçlaması halinde Lübnan’ın bir iç savaşın eşiğine geleceğini ileri sürüyorlar. Bu gözlemler, bölgede bir Şii –Sünni çatışmasına yatırım yapan güçlerin süreci iç savaş yönde etkilemeye çalışacağını düşündürüyor. Buna karşılık, Hariri’nin oğlu, Başbakan Saad Hariri, böyle bir olasılığı engellemek için, Hizbullah’ı değil, “kimi denetim dışı unsurları” suçlamaya hazırlandığı anlaşılıyor. Hizbullah’ın lideri Nasrallah da, daha panelin sonucu açıklanmadan İsrail’i suçladı, bu gün (Pazartesi) iddiasını destekleyecek somut verileri açıklayacağın söyledi. Tüm aksi yönde çabalar karşın, Hariri soruşturması bölgeyi ateşleyecek fünye görevini kolaylıkla üstlenebilecek.

Lübnan savaşının bölgeyi etkileme olasılığı aslında İran’la ilgili bir dinamik. İsrail ve ABD medyası, “bölgede tüten tüm dumanların İran’dan kaynaklandığını”, İran’ın Lübnan’dan Afganistan’a, Irak’a barış ve istikrar önünde büyük bir engel oluşturduğunu, nükleer silah edinme sürecinin engellenemediğini ısrarla savunuyor.

İddialar, İran’ın Beyaz Rusya üzerinde S-300 füzeleri almasından, Suriye üzerinden Hizbullah’ı silahlandırmaya devam etmesine kadar uzanıyor. Uzanırken de, geçen hafta İsrail Savunma bakanı Barak’ın ısrarla tekrarladığı gibi Türkiye’den geçiyor. İsrail tarafı geçmişte Türkiye’nin, İran’ın Hizbullah’a, Türkiye üzerinden silah taşımasını engellediğini, ancak yeni MIT başkanının İran’la yakınlığından dolayı bu durumun değişmesinden kaygı duyduklarını söylüyor.

Bu eksen tartışmaları sürerken, Zaman gazetesinin “Dışişleri Bakanı Davudoğlu Türkiye kendi eksenini saptar” başlıklı haberi oldukça düşündürücüydü. Çünkü “Türkiye’nin kendisini ilgilendiren konularda kendi sesinin olması”nı istemesi bir şey, dünyanın geri kalanında bu sesin, İran, Suriye ve Hamas’ın sözcüsü olarak algılanmaya başlanmasıysa başka bir şey, özellikle bu günlerde…

Monday, August 02, 2010

Washington’da Hava Bozuyor…

Geçen hafta Heritage Foundation’un yayımladığı, “Türkiye’nin stratejik sürüklenmesini önlemek” başlıklı rapor (www.heritage.org/Research/Reports/2010/07/Countering-Turkey-s-Strategic-Drift), ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu oturumunda yaşananlar, Washington’da havanın AKP yönetimindeki Türkiye’nin aleyhine değişmeye başladığını gösteriyor.

‘Neo-conlar’dan ‘ana akım’a

Heritage Foundation’un raporu, yakın zamana kadar AKP politikalarına olumlu bakan çevrelerin kaygılanmaya başladığını gösteriyordu. Diğer taraftan, oturuma başkanlık eden temsilci Howard Berman’ın açış konuşmasında işaret ettiği gibi, “komisyonun tarihinde ilk kez, yalnızca Türkiye’yi tartışmak için bir oturum yapılıyormuş”. Çünkü, “ABD ve Atlantik Topluluğu’ylaTürkiye arasındaki ilişkilerin kritik bir noktaya geldiğini gösteren güçlü belirtiler varmış”.

Türkiye’nin bu biçimde tartışılmaya başlanması, bir süredir ABD muhafazakâr kesimleri “neo-con” yazarlar tarafından dile getirilen eleştirilerin, şimdi her iki partiden “ana akım” siyasetçileri de etkilemeye başladığını düşündürüyor.

AKP’nin doğuşunda, iktidar olmasında, Bush dönemi neo-con uzmanlar büyük rol oynadılar. Hatta Merdan Yanardağ’ın kitabında sergilediği gibi, AKP’nin bir “ABD projesi” olduğu bile ileri sürülebilir. Başlangıçta, AKP’yi, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında, ılımlı (ABD yanlısı, İsrail dostu, neo-liberal) ülke olarak destekleyen neo-con çevre, “1 Mart Tezkeresi”, Hamas’ın Türkiye ziyareti olaylarından sonra tutum değiştirmeye başladı; Weekly Standard, National Review, Wall Street Journal gibi yayınlarda, AKP hükümetini hedef alan yorumlar yayımlandı. Washington Institute’den Soner Çağaptay’ın AKP’ye yönelik analiz ve eleştirileri, Newsweek gibi kitlesel “ana akım” yayınlarında yer aldı.

Türkiye-İsrail ilişkileri bozulunca, bu eleştirilerin dozu giderek arttı, geçen ay Jim Lobe’un IPS’de ayrıntılı bir biçimde aktardığı gibi adeta bir neo-con kampanyasına dönüştü (http://ipsnews.net/news.asp?idnews=51771).

Komisyonda oturum başkanlığı yapan Berman’ın, katılan diğer temsilcilerin komisyona çağrılan uzmanlara sordukları sorular kadar, bilgi almak için çağrılan uzmanların niteliği de bu “kampanyanın” başarılı olduğunu düşündürüyor.

Berman açış konuşmasında, AKP iktidara geldikten sonra, kimi çevrelerde ülkenin gidişatına ilişkin oluşan kuşkulara işaret ettikten sonra, “Ama ben onlardan değildim” dedi. Berman, AKP hükümetinin, Ortadoğu’da, “ılımlı ve demokratik bir İslam ülkesi olarak örnek oluşturabileceğini” düşünenlerdenmiş. Ancak 2006’da Hamas’ın Türkiye ziyaretinden sonra giderek biriken kaygılar onu da etkilemiş. Önce Türkiye’nin Hamas’ı yumuşatacağını düşünmüş. Berman, “Ama dört yıl geçti, Hamas’la Türkiye arasında temaslar devam etti. Hamas değişmedi, ama Türkiye değişti” diyor.

İsrail’e karşı tavrına, Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanımamaktaki ısrarına, Kıbrıs sorununa, basın özgürlüğüne, Patrikhane gibi kritik konulara değinen Berman, konuşmasında, “AKP hükümeti Ortadoğu’da güçlü bir liderlik mi kurmak istiyor? İstiyorsa bu ne anlama geliyor?” diye de sordu.

Komisyona bilgi almak için çağrılan uzmanlara, konuşma sırasına bakarak, komisyonun aslında ne duymak istediğini de tahmin edebiliriz sanırım. Soner Çağaptay, İsrail’e yakın Washington Enstitute’den. Ross Wilson ABD’nin eski Türkiye büyükelçisi. Ian Lesser, German Marshall Fund’da üst düzey görevli. Michael Rubin, American Enterprise Institute’den, “neo-con”ların içinde AKP hükümetine karşı alarm zillerini ilk çalan yazarlardan. Komisyon AKP’ye eleştirel bir konuşmayla başlıyor, AKP deneyimi olan bir bürokratla, Avrupa’nın yaklaşımını yansıtabilecek bir uzmanla devam ediyor. En son, “neo-con” çevreden, İsrail yanlısı bir uzman konuşuyor.

İlişkiler hep zordu ama...

Konuşmaları,http://foreignaffairs.house.gov/hearing_notice.asp?id=1199 adresinde bulabilirsiniz. Ben burada yalnızca ilginç bulduğum kimi noktaları aktarmakla yetineceğim.

Soner Çağaptay, AKP hükümetinin dış politikasında ABD açısından oluşan bildik sorunları (Hamas, İsrail, İran) özetliyor. AB sürecine gereken önceliği vermeyen AKP’nin, artık ülkeyi Atlantik Topluluğu’nun üyesi olarak görmediğini ileri sürüyor. Çağaptay’a göre AKP uygarlıklar çatışması savını benimsiyor, her yerde bunun izlerini görüyor. Bir farkla ki yerini Batı karşısında seçiyor, “Bu yüzden AKP yönetimindeki bir Türkiye’nin aracılık yapması olanaksız”. Çağaptay, AKP’nin ülke içinde denetimi arttırdığını, bağımsız basını baskı altına aldığını, bu nedenle Türkiye’nin bölgedeki en ABD karşıtı ülke haline geldiğini vurguluyor. “Çözüm olarak yapacak pek bir şey yok, ama AKP liderliği ile siyasi temasları keserek, ilişkiyi bürokratlar arası temaslarla sınırlayabiliriz. Türkiye halkına yönelik, özgürlükleri, kadın haklarını vb. destekleyen bir kamu diplomasisi izleyebiliriz” diyor.

Ross Wilson ise Türkiye’nin ABD açısından önemini, ilişkilerinse hiçbir zaman kolay olmadığını vurguladıktan sonra, “ama bu kez, birçok ana akım yorumcu farklı bir durum olduğunu saptıyor” diyor. Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi olarak tanımlayan Ross, “Türkiye, İran karşısında arabulucu olamaz ama tarafsız da kalamaz” diyor. “Ne yapmalı” sorusuna cevap olarak Wilson, son Obama - Erdoğan görüşmesini örnek veriyor. Wilson’a gelen bilgilere göre “toplantı uzunmuş, Obama çok doğrudan (direct) konuşmuş, sert ve eleştirelmiş”. Wilson, “İşte tam da böyle yapmak gerekir” diyor…

Avrupa Birliği’nin deyim yerindeyse “derin” ruhuna yakın bir yerde, Alman Marshall Fund’da çalışan Ian Lesser, bugüne kadar, AKP hükümetine olumlu yaklaşan bir çizgi izliyordu. Lesser, komisyona, Türkiye dış politikasının, “hükümetin kendine güveninin”… “Türkiye’nin AB, NATO ve ABD ile stratejik ortaklığa ilgisinin azalmasının”… “salt AKP’den kaynaklanmadığını, kültürel, ekonomik temellere dayandığını” vurguladı. Böyle diyerek Lesser, “kaygı veren gelişmeleri”, bence siyasal İslamın ekonomik ve kültürel yükselişiyle ilişkilendirmiş oluyordu. Lesser’e göre AKP dış politikasında “kimi olumlu yanlar olmakla birlikte, kaygı verici yanlar daha çoktu”. Lesser’e göre “Geleneksel ABD-Türkiye ilişkilerindeki istikrarın kaynağı olarak transatlantik ortaklığının, Türkiye dış politikası içindeki ağırlığında sürekli gerileme yaşanıyor”… “Türkiye’nin İran ve Ortadoğu konularındaki tutumları transatlantik ortakların perspektifiyle uyumsuz”.

Son konuşmacı Rubin, temsilcilere, AKP yönetiminin, “Türkiye’yi planlı bir biçimde Arapların ve İran’ın Ortadoğu’suna yönelttiğini, burada en radikal unsurlarla yakınlaştığını, ülkeyi de çok köklü biçimde dönüştürdüğünü” anlattı. Rubin, AKP’nin laik eğitimi bozduğunu, yargı bağımsızlığını azalttığını, siyasi rakiplerini güvenlik güçlerine izlettiğini, basının bağımsızlığını zayıflattığını savundu.

Reuters ve Amerika’nın Sesi, oturuma katılan temsilcilerin sordukları kimi soruları ve kaygılarını aktardılar. Örneğin, Dişişleri Komisyonu’nun en kıdemli üyesi Ros-Lehtinen (Cumhuriyetçi) Türkiye’nin tavrının ikili ilişkileri bozduğunu, Gazze ablukasını delme çabasının provokasyon olduğunu söylemiş. Ros-Lehtinen, AKP’yi İslami bir parti olarak niteleyerek, Ergenekon soruşturmasını eleştirmiş. Gary Ackerman “Türkiye’yi nasıl geri kazanırız” diye sormuş. Bir temsilci, ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemiş. Bir başkası, ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı bir duruma geldiğini düşünüyormuş.

Özetle, Washington’un AKP’ye bakışında bir değişimin başladığı görülüyor