Wednesday, July 28, 2010

“Büyük Durgunluk”, Büyük Tartışma, Büyük Belirsizlik

Bu günlerde genel kanı, devletlerin parasal ve mali kurtarma paketleri sayesinde bir “büyük depresyon”un önlendiği, ama dünya ekonomisinin, uzun süreli bir “büyük durgunluğa” girdiği yönünde. Bu noktada, uygulanması gereken ekonomi politikaları üzerinde büyük bir tartışma sürüyor. Karşımızda iki taban tabana zıt ekonomi politikası seçeneği konmuş durumda. Ancak, bunların ikisi de krizi derinleştirecek çelişkili sonuçlar üretebilecekler. Uzun sürecek bir büyük belirsizlikle karşı karşıyayız.

“Dokuz yıllık durgunluk”

Üç yıl önce geçen hafta, kredi değerlendirme kurumları, alacaklara dayalı menkul kıymetlerin kredi notlarını düşürmeye başladıklarını açıklayarak finansal köpüğü patlatmışlardı.

Geçen hafta ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke, Senato Komisyonu’nda ifade verirken, ABD ekonomisinin “olağan dışı bir belirsizlikle” karşı karşıya olduğunu söyledi. ABD’nin önünde 5-6 yıl sürecek bir yavaş büyüme süreci varmış. “Depresyonu” önleyen kurtarma paketleri, 2008 - 2009 yıllarında 8.5 milyon kişi artan işsizliği azaltamayacakmış. İşsizlik daha bir süre artmaya devam edecekmiş.

İngiltere Merkez Bankası baş ekonomisti Spencer Dale’de The Independent gazetesine, ülkeyi gelecek beş yıl boyunca, düşük büyüme, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik üçlüsünün beklediğini söylüyordu. “İki çöküşlü” (double dip) bir durgunluk olasılığı gündemden kalkmamış.

Geçtiğimiz haftalarda sanayi üretiminde, dünya ticaretinde, Çin’in ithalatında gözlemlenen gerileme eğilimi, gemi navlun fiyatlarında (Baltic Dry index), hem bu ticaretteki gerilemeyi, hem tanker sektöründeki kapasite fazlasını yansıtan rekor düşüşler “büyük durgunluk” un sürdüğünü söylüyor. Bu koşullarda, UPI editörü Martin Walker’in üç yılın geride kaldığından, Bernanke’nin 5-6 yıl beklentisinden hareketle geliştirdiği 9 yıllık “büyük resesyon” (UPI, 19/07) savı gerçeğe çok yakın görünüyor.

Washington Post yorumcularından Matt Miller de köpüklerin patlaması, mali piyasalarda yaşanan panikler, kredi piyasasında tıkanma gibi olayları kalp krizine benzetiyor. Miller’e göre nasıl, kalp, krizinden sonra, uzun bir toparlanma dönemi başlarsa, “büyük durgunluk” da aslında yeni başlıyor. Miller’in krizi (ABD ve Batı açısından) aşmaya yönelik öneriler de krizin “hakikatini” gözler önüne seriyor. Gerilemeyi durdurmak için sermaye yoğun, emek verimliliği yüksek işlerin yaratılması gerekiyormuş. Miller, “Ancak bunları yaratmak yetmez” diyor ve ekliyor “aynı zamanda bunlarla üretim yapmak gerekir”. Yoksa bu teknolojiler başka ülkelere göç ederek, onların yükselmesine katkı yaparmış. Miller’in saptamaları, yeni bir sermaye birikim rejimi şekillenmeden krizden çıkılamayacağını düşündürüyor.

Büyük Tartışma

Bu gün birbiriyle çatışan iki ekonomi politikası seçeneğine dönersek, birincisi maliye ve para politikalarıyla ekonomileri desteklemeye devam etmek gerektiğini savunan Keynesçi yaklaşımdan kaynaklanıyor. Bu yaklaşıma göre, teşviklere son veren daraltıcı maliye politikalar bir depresyona, siyasi krizlere yol açacak.

İkinci, yaklaşıma göre, kriz atlatılmış, şimdi konsolidasyon dönemiymiş. Keynesçiler riskleri abartıyorlarmış. Kamu harcamaları kısılmalı, kamu sektöründe büyük tensikatlara gidilmeli, sermaye desteklenmeliymiş. Keynesçilerin önerileri devletlerin mali krizini derinleştirecek, yüksek enflasyona yol açacakmış. Bu seçeneğin arkasında, neo-liberal ekonomistler, Merkez Bankası guvernörleri, İngiliz, Alman, Fransız hükümetleri, Finans sektörünün sözcüleri var.

Bir de Reagan’ın ekonomi danışmanı, Bilderberg, Trilateral Komisyon üyesi, Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) onursal başkanı Harward Profesörü Martin Feldstein var. Bu adam, “kemerleri sıkma politikaları iki çöküşlü bir durgunluğa yol açabilir. Ama uzun dönemde istikrar için buna değer” diyor. Wall Street ekonomistleri, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet gibi Feldstein de mali disiplinin yararlarının kanıtlandığına inanıyor. İyi de, 1990’ların mali sarsıntılarına, 1997 Asya krizine, bu günkü mali krize, hep mali disiplin dayatan ekonomi politikalarıyla gelmedik mi?

Feldstein bu tartışmanın halktan gizlenen yanını açığa çıkarıyor o kadar: Kemer sıkma politikaları, finans sermayesini korurken, kurtarmanın faturasını halka ödetecek, verimsiz işletmeleri tasfiye edecek, ücretleri aşağı çekecek.

İkisi de çözüm değil

Keynes biyografisinin yazarı Lord Skidelski’nin neo-liberallere, ekonomist, Andy Xie’nin de Keynesçilere yönelttiği eleştiriler, gündemdeki ekonomi politikalarının çıkmazını çok iyi özetliyor. Skidelski, “Mali teşvikleri çekmek isteyenler, bunu neye inandıkları için istiyorlar?” diye soruyor. Skidelski’ye göre bunlar üç şeye inanıyorlar: Birincisi, rekabetçi piyasalar müdahaleye gerek kalmadan dengeye gelir. İkincisi, böylece, her zaman, çalışmaya istekli insan sayısı kadar iş yaratılmış olur. Üçüncü, piyasa oyuncuları bilgiye eksiksiz ulaşabildiklerinden riskleri doğru fiyatladıklarından, büyük çaplı mali çöküşleri yaşanmaz.

Bu inançlardan birincisinin ve üçüncüsünün 2007-2009 arasında pratikte iflas ettiğini gördük. Birincisi, arzın kendi talebini yaratacağını savunan (Say yasası), ikincisiyse, işsizliğin, verili ücret düzeyinde çalışmak istemeyen işçilerin kendi tercihlerinden kaynaklandığını iddia eden saçmalıkların ürünü. Böyle bir teorinin krize çözüm üretme Şansı yok.

Öbür taraftan, ekonomist Andy Xie’ye göre, devletlerin borç krizi riskini artıran, destekle yaratılan taleple ithalatı körükleyerek gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde aşırı ısınma yaratan, küresel ekonomide enflasyon riskini arttıran Keynesçi yaklaşım da çözüm değil. Günümüzde, yatırımı ve üretimi küresel düzeyde düzenleyen, çok uluslu şirketlerin egemenliği, ulusal ekonomilerden dışarıya kaynak sızıntısına, teşviklerin, başka ülkelerin ekonomilerini desteklemesine yol açıyor. Borsalar de artık, ÇUŞ’ların performansına odaklandıklarından yerel ekonomiyle bağları koptu, “servet-talep- yaratma” etkisi yaşanmıyor.

İyi de, merkez ülkelerde, Keynesçi teşvikler yerine neo-liberal kemer sıkma politikaları izlense de sermayenin krizi aşılamayacak. Çünkü, ihracata yönelik model sayesinde, Asya ülkelerinin Batı’ya ihracatı GSMH’larının %48’ine ulaştı. Merkezdeki talep daralması, halen büyümekte olan çevreyi de vuracak…

Bu bağlamda Morgan Stanley Asya CEO’su Stephen Roach’ın şu iki tespiti ilgiye değer. Birincisi, Asya ülkeleri dünya ekonomisinin talep açığını kapatacak derinlikten yoksunlar. Bunların, öncelikle ihracata yönelik büyüme modelini terk etmeleri, iç talebi güçlendirmeleri geriyor. Roach’ın, bu saptaması da yukarıda değindiğim bir “yeni sermaye birikim rejimi gerekiyor” savını destekliyor.

İkincisi küresel dengesizliklerin büyük sorun yaratacaklarını yıllardır vurgulayan Roach, “bu dengesizliklerle ilgilenmenin tam zamanıdır” diyor ve ekliyor “dengesiz dünya bir başka şans saha yakalayamaya bilir”.

Euro Pacific’in CEO’su Peter Schiff de webde oldukça ilgi çeken bir yorumunda, 1930’ları düşünerek, “Bize yine bir dünya savaşı gerekiyor galiba”… “neden ABD Rusya ve Çin yalancıktan savaşıyor gibi yapıp askeri harcamaları hızlandırıp, tam istihdamı sağlamıyorlar” diyordu. Tabii şaka olsun diye…

Tuesday, July 20, 2010

Krizin Tüm Boyutları

Otuz yıllık küreselleşme, serbest piyasa ütopyası nihayet dağılıyor. Neo-liberal“ekonomistler” krizi tüm boyutlarıyla kabullenmeye başlıyorlar. Ancak bu kabullenmeden bir çözüm beklemek anlamsız. Onlar açısından şu anda her şey tepetaklak olmuş durumda.

Köpük üstünde refah…

The Economist’in “borç” konulu ekindeki, “Borçlanma geçen 25 yılın tüm ekonomik sorunlarına çare oldu”saptamasını aktarmıştım. Böylece The Economist, küreselleşme adıyla satılan emperyalizmin yarattığı “refahın”aslında bir balon köpüğü olduğunu itiraf etmiş oluyordu. Bu hafta da dergi, bankaların aslında topluma sanıldığı kadar yararlı kurumlar olmadığını ileri sürüyor. Mucize değil bir serap” (A Mirage not a Miracle) başlıklı yazıda dergi, özetle geçen 30 yıl boyunca bankaları yönetenlerin ceplerini doldurduklarını, toplumu kandırdıklarını,şimdi de yükü vergi mükellefinin omuzlarına yıktıklarını anlatıyor.

Dünyanın en büyük bankalarından, HSBC’nin baş ekonomisti Stephen Kingde, düne kadar ağza alınamayan kimi gerçekleri dile getirmeye başlayanlardan biri. Financial Times’daMartin Wolf’un aktardığına göre King, son kitabında, Batı’nın yükselişinin, piyasa, ticaret gibi kurumların bilim ve teknolojinin yanı sıra “en az bunlar kadar, rant peşinde koşmaya, daha açık söylemek gerekirse, dünyanın fiziksel ve insani kaynaklarını talan etmeye dayandığını” (Financial Times/12/07), diğer bir deyişle emperyalizmedayandığını anlatıyor. King’in kitabının başlığı “Loosing Control” (Denetimi Elden Kaçırmak)…

Geçen 30 yılın refahının bir balon köpüğü olduğunu söyleyenlerden biri de 40 yaşında IMF baş ekonomistliğine atanmış, sıra dışı yaklaşımları dile getirebilen bir akademisyen olan Prof. Raghuram Rajan. Prof. Rajan 2005’te,Alan Greenspan emekli olurken onuruna düzenlenen bir toplantıda, yaptığı konuşmada, mali sektörün risklerinden ve bir krizin gelmekte olduğundan söz etmişti. Daha sonra Ağustos 2006’da,Kansas Federal Reserve Bank’ındüzenlediği bir konferansta, “yabancı sermayeden çok kendi kaynaklarına dayanan gelişmekte olan ülkelerin,kendi kaynaklarından çok yabancı sermaye girişine dayanan gelişmekte olan ülkelerden daha hızlı büyüdüğünü”bulgulara dayanarak savunmuştu.

Prof. Rajan, Mayıs 2010’da yayımlananFault Lines (Fay Hatları) başlıklı kitabında krizin temel nedenini gelir dağılımındaki bozulmaya bağlıyor (Rajan, Project Syndicat, 09/07/2010). Kitabın anafikri kısaca şöyle: 1970’lerden bu yana Amerika’da ve genelde Batı dünyasında, ücretle çalışanların en yüksek gelirli yüzde 10’unun (üst düzey yöneticiler) gelirleri, geriye kalan yüzde 90’ınkinden çok daha büyük bir hızla artmış.

Krizin nedeni, gelir dağılımındaki bozulmaymış

Prof. Rajan’a göre bu gelir dağılımını düzeltmek için, eğitimi, aile kurumlarını, çocuk beslenmesini destekleyen sistemleri güçlendirerek, işgücünü uluslararası piyasalarda rekabet edecek bir düzeye getirmek (verimliliği ve kârlılığı restore etmek-E.Y) gerekiyormuş. Ancak, toplumsal istikrar açısındangelirin değil tüketimin önemli olduğunu bilen yönetimler, bu uzun dönemli kalıcı çözümler yerine, gittikçe göreli olarak yoksullaşan kesimlere, çok uygun ama gerçek dışı koşullarda, tüketici, ev kredisi vererek tüketim düzeyini, bir refah yanılsamasını korumuşlar. Kredi hacmi böyle büyürken süper rekabetçi, ahlaksız (amoral) mali piyasalar devreye girip bugünkü koşulları yaratmışlar.

King’in kitabını tanıtan yazısından bir gün sonra, Rajan’ın kitabını yorumlayan Wolf, Rajan’dan, “yaratılan her bir dolarlık gerçek gelirin 58 sentinin hane halkının en üst yüzde birlik kesimine gittiğini” aktarıyor. Wolf, Rajan’ın “bu çarpıcı duruma” karşı gelişmesi olası tepkilerin kredi yoluyla denetlendiğine ilişkin görüşlerine katılıyor.

Wolf’a göre, dünya ekonomisi ilk çöküntüden sonra toparlandı ama krize yol açan “fay hatları” hâlâ bizimle. Böylece, bizim yıllardır burada vurguladığımız yapısal kriz kavramına Wolf da gelmiş oluyor.

Wolf’a göre, geçen dönemin en önemli özellikleri artık geçerli değil. Örneğin refah devletini artık sürdürmek olanaklı değil. Artık hükümetlerin kriziyle karşı karşıyayız (devletin mali krizi dediğimiz durum). İhracata dayalı üretimi sürdürmeye devam etme çabaları uluslararası çatışmalara yol açmak durumunda. Büyük çaplı uluslararası sermaye hareketlerinin sakıncalarını artık herkes görüyor. Mali entegrasyonu sürdürmek bile olanaklı olmayabilir.

Wolf’un diğer saptamaları da çok çarpıcı: Batı eski gücüne sahip değil. Yakıtını borçtan alan tüketicisi artık dünyanın lokomotifi değil. Batı’nın mali sistemi eskisi gibi dünyanın mali kaynağını oluşturmuyor. Ekonomilerin bütünleşmesi (neo-liberal küreselleşme) artık dünya ekonomisinin sürücü gücü değil. Dünya ekonomisinin gelecek yıllarda başka depremler yaşamaması için, tüm dünya liderlerinin bir eşgüdüm ve işbirliği içinde bir reform programı uygulaması gerekiyor.

Ama nasıl?

Bugün bilgece eleştiri üreten çözüm arayanlarla, geçen 30 yıl boyunca bugün kötülediklerini bize satanlar aynı insanlar. Dün sağlık sistemine, okula, toplu konuta, emekli maşlarına gelince“Valla hiç kaynak yok” diyenler, bankaları, gelirin yüzde 58’ini alan yüzde 1’i “kurtarmak için” iki yılda yaklaşık 12 trilyon dolar para buldular…

Dün biz, küreselleşmeyi anlamak istiyorsanız, bu kredi piyasası neden bu kadar büyüdü diye sormak gerekir, diyorduk. Şimdi onlar, krizin nedenini gelir dağılımındaki bozulmaya bağlıyorlar. Peki, gelir dağılımı neden bozuldu? Bu soruyu neden sormak istemiyorlar?

Bu tehlikeli bir soru. Eğer bu soruyu sorarlarsa, bir adım sonra, üç yıldır seyrettiğimiz görüntülerin (gösteri toplumunun ekranlarının) arkasındaki“reel”e, yaşam dünyamızın gerçeğine,sermayeye, onun yapısal krizineulaşacağız.

Bu yüzden, bunlar krize “çözüm”bulamazlar. Çünkü, bulmakla görevli olanlar, sermayeye hizmet etmekle yükümlüler, topluma değil. Sermaye bir“kâr makinesi” olduğundan bunlarınrasyonalitesinin çekirdeğini, sermaye üzerinde yaşadıkları sürece de kâr sürecine hizmet etmek oluşturuyor. Ama sermaye çok katmanlı, çok çelişkili karmaşıklık. Her parçası öbürüyle, her parça üzerine yaşayan “parazit”, öbür parçanın üzerinde yaşayan parazitle yarışıyor. Ortak tutum, ortak akıl yok, kör ve etik kaygılardan bağımsız bir kâr itkisinden başka…

Üstelik bunların ellerinde tüm yaşam dünyamızı yıkabilecek araçlar var. Artıkkrediyle disiplin altına alma olanağını yitirdikleri emekçilere, kıt enerji, mineral, su ve besin kaynaklarına ulaşmak için birbirlerine saldırma olasılıkları çok yüksek.

Diğer taraftan küresel krizin, küresel çapta bir ortak karar alma alanı açtığını görüyoruz. İnsanlığın, bu fırsatı değerlendirip uygarlığını bu barbarların elinden kurtarmak için sermaye düzeninin ötesine geçmeyi bir kez daha denemekten başka çaresi yok. Çünkü artık böyle devam etmek de olanaklı değil.

Thursday, July 15, 2010

Yine Savaş Rüzgârları

Bugün İsrail’in, Lübnan’da Hizbullah hedeflerine saldırısıyla başlayan temmuz savaşının dördüncü yıldönümü. Yine Ortadoğu’da savaş rüzgârları esiyor.

“Savaş rüzgârları ne zaman dindi ki, savaş beklentileri ne zaman azaldı ki?” diyebilirsiniz; ne de olsa burası Ortadoğu. Ancak, geçen haftalarda yoğunlaşan, kimi olaylara, bölge medyasındaki yorumlara bakınca, olağan dışı bir durumun şekillenmekte olduğu düşünülebilir.

Lübnan’da gerginlik

Geçen haftalarda, 2006 savaşından sonra, İsrail ile Lübnan sınırının güvenliğini korumak, İsrail’e yönelik saldırıları önlemek, Litani nehrinin güneyinin silahsızlandırılmasını sağlamak için yerleştirilen Birleşmiş Milletler güçlerine (UNIFIL) yönelik, “bölge sakinlerinin tepkilerinden” kaynaklanan taciz saldırılarında belirgin bir artış görülüyordu. UNIFIL’e yönelik bu taşlı sopalı saldırıların düzeyi, önceki hafta bir derece daha yükseldi. Daha önce Ganalı askerler taşlanmış, Hintli askerlerin fotoğraf makineleri gasp edilmişti. Bu kez de saldırganlar Fransız askerlerinden oluşan birliği etkisiz hale getirerek silahlarını almışlar.

Cuma günü Ajans France Press, Lübnan Genelkurmay Başkanı’nın, böyle bir durumun bir daha gerçekleşmeyeceğine, UNIFIL’in güvenliğinin yüzde yüz sağlanacağına ilişkin güvence verdiğini aktarıyordu. Hizbullah sözcüsüyse, UNIFIL’in kendisine verilen yetkilerin dışına çıkmazsa, “bölge sakinlerinin” tepkisini çekmeyeceğini söylemiş...

Suudi Arabistan gazetesi Al Hayat’ta, Hasan Haydar bu gelişmeleri irdeliyor, bölge sakini köylüler, “UNIFIL’in yetkilerinin dışına çıktığını, acaba nereden biliyor?” diyerek, olayların bizzat Hizbullah tarafından düzenlendiğini ileri sürüyordu (08/07). Böylece ortaya şöyle garip bir durum çıkmıştı: UNIFIL, Hizbullah’ı denetlemek, Lübnan ordusuna destek olmak için gelmişti. Şimdi, yerel halkın tepkilerine karşı Lübnan ordusu tarafından korunması gerekiyor.

Al Hayat yazarının yorumu okuyucuyu, doğrudan, “Hizbullah UNIFIL’in işlevini tümüyle nötralize etti, inisiyatifi yeniden ele aldı, dolayısıyla, İsrail açısından yine bir güvenlik sorunu oluştu” sonucuna götürüyor. Dahası, Haydar’ın, gelecekteki olası bir İsrail saldırısını meşrulaştıran yorumunda, “BM yaptırımları onaylandı, ABD ve AB ek yaptırımlar getiriyorlar, bu koşullarda, Tahran’da birileri, İran üzerindeki baskıyı azaltmak için bazı bölgelerde kimi açılımlar gerekebileceğini” düşünmüş olabilir diyerek, İran’ı da denklemin içine sokuyordu. Haydar’ın yorumu, Sünni Arap ülkelerinin giderek yükselen İran korkusunu yansıtıyor.

Lübnan’da giderek artan gerginliğin bir diğer göstergesi de İsrail ordusunun, beklenmedik bir kararla, Hizbullah üslerini, askeri yığınaklarını gösteren, haritaları, fotoğrafları ve videoları basına açıklamasıydı. Yaakov Katz’ın yorumuna göre, bu olağanüstü tutumun arkasında esas olarak iki neden yatıyordu. Birincisi, İsrail ordusu Hizbullah’a, “nerede olduğunu biliyoruz” diyordu. İkincisi, İsrail ordusu 2006 savaşında ve Mavi Marmara olayında yapılan hataları tekrarlamak istemiyordu. Bu kez dünya kamuoyu, olaylar başlamadan önce durum hakkında bilgilendirilecek, İsrail’in gerekçeleri kapsamlı bir biçimde anlatılacaktı (Jarusalem Post, 08/07)

İran korkusu

Al Hayat yazarının Lübnan’da gerginliklerden Hizbullah’ı sorumlu tutan, gelişmeleri İran’la ilişkilendiren yorumunun, bölgedeki kaygıları yansıttığına yukarda işaret ettim.

Anımsarsanız, geçen ay, İran’a yönelik bir savaş durumunda Suudi Arabistan’ın hava sahasını İsrail’e açmayı kabul ettiği ileri sürülmüştü (The Times 12/06). Arkasından İsrail istihbarat sitesi DEBKA, bir grup ABD savaş gemisinin körfeze gitmek üzere Süveyş kanalından geçtiğini aktarmıştı. DEBKA güvenilir bir kaynak değil. Ancak Pentagon kaynaklarının bu haberi Press TV’ye onaylaması (21/06), Al Quds gazetesinin, Mısır kaynaklarına dayanarak, 11 firkateyn ve bir uçak gemisinin Süveyş’ten Kızıl Deniz’e geçtiğini bildirmesi, (Haaretz, 24/06) bir şeylerin başlamış olabileceğini düşündürüyordu. Al-Quds gazetesi yorumunda, ABD ve İsrail’in, Mısır’la birlikte İran’a yönelik bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu da ileri sürüyordu.

Aynı günlerde FARS haber ajansı, İsrail helikopterlerinin Suudi Arabistan’ın Tabuk havaalanına malzeme indirdiğini iddia edince, eğer haber doğruysa, İran karşıtı koalisyona Suudi Arabistan da eklenmiş oluyordu. Ama en önemli petrol kuyuları Şiilerin yoğun olduğu bölgelerde bulunan Suudi Arabistan’dan başka ülkeler de İran’ın atom bombası yapma olasılığından korkuyorlar.

Birleşik Arap Emirliği’nin Washington Büyükelçisi Yousef al-Otaiba’nın, geçen hafta Aspen kasabasında bir konferansta konuşurken “Ben yalnızca BAE adına konuşabilirim, ancak, bu İran’ı frenlemek, caydırma sözleri beni gerçekten çok tedirgin ediyor. Bunların işe yarayacağına neden inanayım ki. Bugün İran’ın nükleer gücü yok, ama bölgedeki davranışlarını frenleyemiyoruz. Nükleer programları olunca nasıl sınırlayacağız?” (The Atlantic Monthly 06/07) sözleri İran karşıtı koalisyonun giderek, bölgedeki tüm Sünni Arap ülkelerini kapsamaya başladığını gösteriyordu.

Örneğin Mısır ve Ürdün’ü ziyaret eden İsrail heyeti, bu kez farklı bir havayla karşılaşmış. Bu iki ülkenin yönetimleri, İran’ın atom bombası yapması halinde Müslüman Kardeşler’e koruyucu bir nükleer şemsiye sunmasından korkuyorlarmış (Jarusalem Post, 09/07).

Gazze’deki Hamas’la aynı çizgiyi paylaşan Müslüman Kardeşler, Mısır’da ve Ürdün’de ana muhalefet hareketlerini oluşturuyorlar. Mısır’da Mübarek hükümetinin geçen aylarda bir Hizbullah hücresi olduğu iddiasıyla kimi Şii ve İran uyrukluları tutuklaması da çok anlamlıydı.

Bölgede, istikrarı ve barışı daha da zorlaştıracak bir diğer kaygı verici gelişme de, genelde siyasal İslam, özelde Müslüman Kardeşler içinde, radikal eğilimlerin giderek güçlenmesiyle ilgili. Daha önce değinmiştik, Mısır’da siyasal İslam içinde iki önemli gelişme yaşanıyor. Birincisi, Müslüman Kardeşler hareketinde, Aralık 2009 seçimlerinin de gösterdiği gibi iktidar olmaya yönelik daha radikal bir siyasi strateji öneren genç bir kuşak yükseliyor. Müslüman Kardeşler dışında, çok daha radikal, köktendinci Salafi bir hareket giderek güçleniyor (Arab Reform Bulletin, 09/03/09; Al-Masry Al-Youm, 27/04/2010, Le Monde Diplomatique, Temmuz 2010). Benzer bir radikalleşmenin Ürdün Müslüman Kardeşler içinde de yaşandığı, akımın, seçimleri boykottan yana “şahinler” ve siyasi katılımdan yana olan “güvercinler” olarak ikiye bölünmeye başladığı görülüyor (Hadeel Ghabun,Al-Ghad, 27/06/, Jordan Times, 20/06/2010).

Ortadoğu kazanı giderek artan bir enerjiyle kaynarken, sözde stratejik bir derinliğe sahip Türkiye’nin “sıfır sorun” dış politikası, İran’la, Hamas ve Müslüman Kardeşler’le ilişkileri ne durumda acaba?

Monday, July 05, 2010

Ekonomik Kriz, ‘Büyük Uyanış’, ‘Kürt Sorunu’

Dünya ekonomisinde koşullar “yeniden”bozulmaya başladı. Bu yazımda bu gelişmeleri irdeleyecektim. Ancak, gözüm, Andrew Gavin Marshall imzalı“Küresel Siyasi Uyanış ve Yeni Dünya Düzeni” başlıklı bir yazıya takıldı(“http://globalresearch.ca”). Yazıda,Zbigniew Brzezinski’den ilginç alıntılar vardı. Bu alıntıların izini sürmeye başlayınca da rastladıklarımın, artık iyice çıkmaza girmiş gibi görünen “Kürt sorununu” düşünmeye yardımcı olabileceğini gördüm.

Büyük uyanış’

Zbigniew Brzezinski’nin uzmanlık alanı jeopolitik ve “ABD hegemonyasını koruma” paradigması içinde çalışıyor. Marshall’ın yazısındaki alıntılarda, Brzezinski, günümüzde uluslararası jeopolitiği iki önemli gelişmenin belirlediğini vurguluyor. Birincisi, küresel siyasi liderliğin giderek çeşitlenmeye başlamasıyla, yükselen güçlerle ilgili. Bu ABD hegemonyasını korumayı giderek zorlaştırıyor.

İkincisi, daha ilginç olanıysa “Büyük uyanış” (“Great awakening”) dediği olguyla ilgili. Brzezinski’ye göre, “Geçen yüzyıl boyunca insanlık siyasi olarak uyandı ve giderek kımıldanıyor. Artık, nereye giderseniz gidiniz, insanların çoğu, dünyada neler olduğunu genel olarak biliyorlar; küresel eşitsizliklerin, sömürünün ve saygı yokluğunun farkındalar”... “Bugün yaşananlar tarihsel olarak özgün olmakla birlikte, insanlık genelde Fransız devriminin ilkeleriylehareket ediyor. İnsan onuruna saygı talebi ilk kez bu kadar yaygın bir biçimde dile getiriliyor.”

Bu, tarihte görülmemiş bir karşılıklı iletişim içinde gerçekleşen siyasi uyanış,çoğu kez kendini etnik, dini kimlikleresaygı talebi olarak gösteriyor.

Aslına bakarsanız, bu “büyük uyanışı”konuşmaya başlamamız, neoliberalizmin egemenliğiyle ve iletişim araçlarında yaşanan gelişmelerle yakından ilgili. Bu yöndeki ilk saptamaları 1990’larda izlemeye başlamış (örneğin, Tony Judth,“Social Question Redivivus” Foreign Affaires, Eylül Ekim 1997), bu konuyu Seattle 1999 olayından sonra, “yükselen yeni bir dalga” bağlamında işlemeye çalışmıştım.

Geçen 25 yılda serbest piyasa modelinin toplumların dokuları üzerinde yaptığı tahribatların yarattığı güvensizlik duygusu dini, etnik kimliklerin kendi aralarındaki çelişkileri keskinleştirdi. Bu süreçte, genelde neolibralizmin kaynağı ABD ve Batı egemenliğine (emperyalizme), özelde de egemen konumdaki etnik gruplarda, sertleşen bölüşüm ilişkilerinin basıncıyla gelişen aşağılayıcı, küçük görücü, suçlu arayıcı tavırlara tepkiler giderek arttı. Bu zeminde, iletişim teknolojilerinin getirdiği haberleşme ve bilgilenme olanaklarının, bu teknolojiler üzerinde başlayan yeni sınıf şekillenmelerinin de (yeni orta sınıf proletarya) katkısıyla toplumsal yapıların içinde “patlayıcı”koşullar oluşmaya başladı.

Bu sırada ABD ve Avrupa Birliği dış politika çevreleri bu gelişmeleri görüyor, etnik, dini talepleri, yeni sınıf şekillenmelerini, yeni iletişim araçlarının sunduğu tüm olanaklardan, mali kaynaklardan da yararlanarak çarpıtarak, kışkırtarak kullanmanın, böylece tepkiyi savuşturmanın yollarını arıyorlardı. Bu arayışları “renkli devrimlerde” görüyor, çeşitli düşünce kuruluşlarının yayımladıkları raporlarda okuyorduk.

Ekonomi önemli ama söylem de...

Geçen hafta borsalarda endekslerin yeniden kritik sınırların altına inmesi, destekleme paketlerinin etkisinin bitmesiyle, tam kemer sıkma politikaları devreye girerken, dünya ekonomisinde sanayi üretiminde genelleşmiş bir gerilemenin başlaması çok özel bir dönemin başladığını haber veriyordu: Yukarda özetlediğim çelişkilerin önümüzdeki dönemde daha da keskinleşeceğini, sürecin hızlanacağını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Böyle durumlarda, yönetenlerin, (krize karşı bir ortak politika geliştirilememesinin de gösterdiği gibi)yönetemediğinin görülmesiyle birlikte,halk arasında umutsuzluk, kızgınlık giderek artıyor. Süreçten zarar gören kesimler radikal çözümlere ilgi duymaya, güvenlik kaygısıyla önceliklesomut aidiyetlere (din, etnik kimlik, aile, klan vb.) cevap veren siyasi projelere yönelmeye başlıyorlar.

Bu karanlık sürece müdahale edebilen halkçı, sosyalist hareketler, liberal/sosyal demokrat hükümetler, etnik, dini çelişkilerin kanlı iç savaşlara yol açmasını, toplumlarının dağılmasını engelleme şansını yakalayabilecekler. Bu şansın yakalanmasıysa son tahlilde,vatandaşlık kimliğinin, sınıf aidiyetleriningüçlendirilmesine dayanıyor.

Ancak, bu “son tahlil”deki yere giderken Brzezinski’nin, halkların saygı talebineilişkin gözlemlerini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum.

Saygı talebine cevap vermek için, eşitlik, kardeşlik, dayanışma ilişkilerini güçlendirecek hukuki, kültürel, hatta ekonomik adımlar atmaya başlamak önemli. Böylece “toplumda, neyin görülebilir, neyin söylenebilir, hatta düşünülebilir olduğunu saptayan sınır”genişletilebilir. Böylece toplumda konuşma gücü olanların karşısında, yalnızca ses çıkartma gücüyle sınırlanmış olanlar, konuşma gücü kazanmaya başlayabilirler (Jacques Ranciere). Böylece konuşma gücü kazananların taleplerini dinlemek, cevaplandırmak, cevaplandırılamayan noktada, cana ve toplumsal servete en az zarar verecek çözümleri birlikte, eşit koşullarda düşünmek söz konusu olabilir.

Konuşmaya ve birlikte düşünmeye başlayabilmek için de, tarafların birbirlerini insani özelliklerinden soyutlamayan, şeyleştirmeyen, canavarlaştırmayan bir söylem benimsemeleri gerekiyor.

Etnik kökenli savaşlar sürerken, “silahlar sussun” diyenlerin, o silahları tutanların, inançları, umutları, ölümü, öldürmeyi göze almak için çok ciddi gerekçeleri olan insanlar olduklarını unutmamaları; onları tuttukları silaha (birer ölüm makinesine) indirgememeleri gerekiyor.

Örneğin yöntemleri büyük nefret uyandırsa da PKK’yi yalnızca dağdaki silahlı insanlara indirgemek gerçekliğe uygun, konuşmaya, hatta düşünmeye yardımcı bir tutum değil. 26 yılda, çoğu Kürt olmak üzere, yaklaşık 36 bin kişi yaşamını yitirmişse, insanlar ölmeye devam ediyorsa, PKK’nin kültürel kuruluşlarını, sivil toplum içindeki temsil ilişkilerini, yerel yönetimlerdeki, parlamentodaki etkilerini görmek, buraları, konuşma, şiddet politikasına karşı ileri sürülecek savları birlikte düşünme alanı olarak değerlendirmek, kızgınlığa kapılıp bu olanakları itmemek gerekiyor.

Diğer taraftan, silahları kullananların, ısrarla insanları öldürmeye devam etmelerinin arkasındaki gerekçeleri açıklıkla ortaya koymaları, savunmaları, amaçlarına yönelik eleştirilere açık yüreklilikle cevap vermeleri gerekiyor.

Örneğin, geçenlerde Mustafa Sönmez,2000’lerin Türkiyesi’nde Kürtlerin sadece Güneydoğu ve Doğu’daki 21 ilde değil, tüm Türkiye illerinde yaşamakta olmalarından hareketle, Kürtlerin demokratik haklarını coğrafya temelinde savunmaya çalışmanın, bölgeciliğe indirgemenin de kalkınmaya, yatırıma indirgemenin de yanlışlığına dikkat çekti.Güray Öz de ‘demokratik özerklik’kavramının aslında, bir ayrılma projesinin, andaki adı olduğunu vurguladı. Ben de özerklik, hatta ayrılma projesinin gerçekleşebilirliğini, daha da önemlisi “Komünist hipotez” açısından anlamını tartışma hakkım saklı kalmak koşuluyla şu soruyu eklemek istiyorum: Feodalizme, ağa, şeyh, aşiret“vesayetine”, bunları yaşatan toprak mülkiyeti biçimlerine karşı çıkmayan bir proje ne açıdan “demokratik” oluyor?

Kürt siyasi hareketinin bu saptamaların gündeme getirdiği sorunları kavradığını göstermesi, ilgili açıklamalarını, çözüm önerilerini tartışmaya açması gerekiyor.

Tüm bunlar, bugünkü, Türk ve Kürt bölgelerinin iç içe geçmiş “sınıflar matrisi”, bölge jeopolitiği, ülkedeki hâkim ideoloji içinde Kürt “sorununu”çözemez. Çözemez ama “çözülmesi amaçlanan sorunun”, içeriğini, sınırlarını, 19. yüzyıl kalıntılarından arındıracak bir biçimde, düşünmeye yardımcı olabilecek diyaloglara yol açabilir.

Thursday, July 01, 2010

Zirvelerden Bakınca... (II)

“G8 ve G20 zirvelerinden dünyaya bakanlar hiç de iyi bir görüntü ile karşılaşmadılar”sözleriyle aktardığım durumun, bir başka boyutu daha var. Bunu yazmaya hazırlanırken aklıma, John Cleese’in,Clockwise (saat yönünde) başlıklı komedi filmindeki sözleriyle Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi yapıtının ilk açılış cümlesi geldi.

Yeis tamam da, umut zor…

Clockwise, yaşamını saniyesine kadar planlayarak yaşayan bir lise müdürünün (Cleese) bir konferansta sunuş yapmaya giderken başına gelen saçma sapan rastlantılara bağlı olarak öznelliğinin yapısının altüst olmasıyla ilgili bir komedi filmi. Filmde bir noktada Cleese “Yeis sorun değil. Onunla yaşayabilirim, benim dayanamadığım şey umuttur” diyordu.

Üç asırlık Batı merkezli kapitalist dünya sistemi, geride bıraktığımız 30 yıl boyunca, mali kriz patlak verene kadar, finansal kârlara dayalı, dünyanın çevre koşullarını her gün biraz daha yıpratan neo-liberal model altında hızla parazitleşmişti. Bu var oluşun ideolojisi,“tarihin bittiğine” başka bir gelecek olmadığına ilişkindi. İnsanlık da, artık bundan sonra önemli bir “olay” yaşayamayacağına ilişkin bir iç sıkıntısı ve yeis içinde yaşamayı öğreniyordu, gittikçe daha bencil, zevk ilkesine göre yaşayan kimlikler edinerek… 11 Eylül, Afganistan ve Irak fiyaskoları bile bu algıyı değiştiremedi. Bunlar, Batı merkezli dünyaya direnen uzak geçmişin giderek soluklaşan ekoları değil miydi?

Mali kriz, bu algıları, egemen ideolojisiyle birlikte sarstı. Son 25 yılın parlaklığı aslında bir serap mıydı? Bu hafta The Economist’in“borç” konulu ekindeki, “Borçlanma geçen 25 yılın tüm ekonomik sorunlarına çare oldu”saptaması, bu kuşkuların, en olmayacak yerleri de etkileyerek arttığını, 25 yılın ekonomik modellerinin, insana ve topluma ilişkin varsayımlarının çözülmeye başladığını, tarihin yeniden ucu açık bir yola girdiğini gösteriyor.

Yeisle yaşamaya alışmış olan insanlık, şimdi bu krizden çıkınca daha iyi bir dünya bulma umuduyla yüzleşmek durumunda. Bu kolay bir durum değil: Zamanlar, artık değişmesi beklenmeyen “bugünün”, geride kalmaya başlamasıyla, yarının inşa edilmesi gibi bir sorunu getiriyor karşımıza.

Kapitalizm, çok katmanlı, çoğu uzlaşmaz çelişkilerden oluşan bir toplumsal yapı. Bu yüzden “umut”, “parlak döneme geri dönmekten”, “her şeyi olduğu gibi korumak içi her şeyi değiştirmekten”, başka bir kapitalizm umuduna, hatta başka bir toplumsal yapı kurmaya kadar, çok farklı anlamlara gelebiliyor.

En kötüsü ve en iyisi

İşte bu yüzden olacak, zirveden bakınca görünenler, Dickens’ın yapıtının girişindeki gibi, birilerine “zamanların en kötüsü”, bir başkalarına da “zamanların en iyisi”olarak gelebiliyor.

ABD ve Avrupa’da mali kriz, liderlik krizi, sosyal çalkantılar, savaşlar, giderek artan yoksullaşma ve işsizlik, giderek zayıflayan özgüven, tedirginlik… Egemen “umut”krizden çıkarken her şeyi olduğu gibi koruyabilmiş olmaya ilişkin…

Ama bu krizi “Her felaket her zaman büyük toplumsal ilerlemelerin katalizörüdür”sözleriyle karşılayanlar da var. Örneğin, Çin Çağdaş Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (devlet kurumu) Dr. Wang Zaibang (ABD, Kanada ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin önde gelen üç düşünce kuruluşunun birlikte hazırladığı, “Liderlik ve Küresel Yönetişim Gündemi: Üç Ses” başlıklı rapor, sf. 15) bunlardan biri.

Belli ki Çin seçkinleri, krizi, kendi yükselme dinamikleri açısından bir fırsat olarak görüyor; Batı analistlerinin kıskançlıkla gözlemlediği gibi, büyük bir başarıyla kullanıyor.

Çin devleti ülkesinde bilimsel, teknolojik gelişmeyi destekliyor, işçi ücretlerinin artmasına, grevlere göz yumarak, iç pazarı güçlendiriyor. Böylece çoğu Batı firmalarının taşeronu, düşük ücrete dayalı, ihracata yönelik üretim, yerini, yüksek katma değere, teknolojiye dayalı bir modele bırakmaya başlıyor.

Diğer taraftan Çin, Afrika’da, Latin Amerika’da, kaynaklara ulaşmaya yönelik ikili anlaşmalar yapıyor; mali krizin vurduğu, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan gibi AB ülkelerine el uzatıyor, yatırım, ticaret anlaşmaları yaparak AB pazarında kendine yer açıyor. Kazakistan’la gaz boru hattı anlaşması, Sri Lanka, Bangladeş ve Pakistan’la derin liman inşası projeleri, Pakistan’la nükleer santral projesi için adım atan Çin’in demokrasi, insan hakları gibi değer yargılarından bağımsız, salt sermayenin ve coğrafyanın mantığınagöre hareket ettiği görülüyor.

Bu mantık ise her zaman, kendiliğinden emperyalizme açılıyor. Bu yüzden bir başka umut daha gerekiyor insanlığa…