Monday, June 28, 2010

Zirvelerden Bakınca...

Hafta sonunda yapılan G8 ve G20 zirvelerinden dünyaya bakanlar hiç de iyi bir görüntü ile karşılaşmadılar. En zengin ülkelerin örgütü G8 toplantısından çıkan bildiri, “ekonomik toparlanmanın çok kırılgan olduğunu, korumacılık eğilimlerine direnmek gerektiğini” vurguluyordu.

Bu yazı yazılırken henüz yapılmamış olan G20 toplantısı öncesinde, geçen hafta boyunca yoğunlaşan tartışmalar ise, krizin hâlâ devam ettiğini, krizi yönetmeye ya da aşmaya yönelik politikalar üzerinde mutabakat oluşamadığını gösteriyor, G8 bildirisindeki “kırılgan toparlanma” saptamasının bile oldukça iyimser bir beklenti olduğunu düşündürüyordu.

Financial Times’ın bir başyazısında dile getirilen, krizin yönetilmesine ilişkin görüş ayrılıklarının G20 zirvesinde aşılamaması halinde “küresel siyaset, basit tartışmaların ötesinde kötü biçimler alabilir” uyarısıysa, gelinen aşamanın niteliği ile uyumluydu.

Kredi krizi aşılamıyor

2007’de patlak veren kredi krizi tüm şiddetiyle devam ediyor. Bu krizin oluşma sürecinin son aşamasında, varlığa dayalı çıkarılan borç enstrümanlarında (CDOs) görülmemiş bir patlama yaşanıyordu. Financial Times’ın mali sayfalar editörü Gilan Tett’in aktardığına göre Anglosakson ekonomilerinde, 2006 yılında satışları 560 milyar dolara ulaşan bu piyasada, 2007 yılındaki çöküşten sonra, satış hacmi 2009 yılında 4 milyar dolara kadar düştü. Avro piyasalarında da 2007’de 500 milyar dolar olan satışlar, 2009’da 30 milyar dolara geriledi.

Bu madalyonun öbür yüzündeki görüntü daha da korkutucu. Çöküşten önce, Avro piyasalarında bu enstrümanların yüzde 95’i özel sektöre satılırken, şimdi yüzde 95’i Avrupa Merkez Bankası’nca alınıyormuş. Tett, “Şimdi bu kâğıtlara ne olacak” diye soruyor ve ekliyor: “Ya hükümetler satın almaya devam edecekler. Ya da kredi daha da kıtlaşacak ve maliyetleri artacak.”

Geçen haftalarda yaşanan tartışmalar, Alman ve İngiliz hükümetlerinin, kemer sıkma konusundaki kararlı tavrı, birinci seçeneğin artık tükendiğini gösteriyor. İkinci seçenek ise iflasların, durgunluğun derinleşerek depresyonun uzayabileceğini düşündürüyor.

Euroentelligence’ın direktörü, Almanya Financial Times’ın editörlerinden Wolfgang Münchau’nun, bu köşede daha önce vurguladıklarımızı da destekleyen saptamaları, banka krizinden devletin mali krizine dönüşen sürecin kısa sürede yeniden banka krizine dönüşeceğini gösteriyor. Münchau, “Bu aslında her zaman bir banka kriziydi, devletlerin mali krizi değil” dedikten sonra ekliyor:“Piyasalar şimdi bunun ayırdına vardıkları için, Avrupa Birliği’nin açıkladığı 440 milyar Avro’luk koruma aracına rağmen yatışmıyorlar”... “AB’de ne yapılsa bir sonuç alınamıyor.”

Münchau’nun “bir kriz sonuna kadar gidecek” kanaatinin arkasında çok korkutucu bir tablo var. Alman bankalarının İspanya, İrlanda, Portekiz ve Yunanistan’dan alacakları sırasıyla ve milyar dolar olarak, 200, 175, 50, 50. Fransız bankalarınınkiler ise aynı sırayla, 250, 80, 100, 50. Bu alacaklar Almanya ve Fransa’da GSMH’nin yüzde 25’ine ulaşıyor. İspanya ve İrlanda’nın yabancı bankalara toplam borçları, sırasıyla, 1100 milyar dolar, 800 milyar dolar olmak üzere toplam 2 trilyon dolar. Bunun ne kadarının batık borç olduğunuysa hâlâ kimse kesin olarak bilmiyor.

The Economist’in tepetaklak dünyası

The Economist bu hafta borç krizinin nedenleri ve aşılmasına ilişkin önlemleri tartışan bir özel ek yayımladı. Bu ek, ekonomik çözümlerin tartışıldığı yerlerde kafaların ne kadar karışık, niyetlerin de ne kadar kötü olduğu konusunda önemli ipuçlarını içeriyordu.

The Economist’e göre borç krizinin nedeni, düşüncesizce, hesapsız kitapsız borçlanan tüketiciler ve girişimciler. Diğer bir deyişle, rekabet süreci içinde sürekli kapasite fazlası üreten, bu kapasitenin ürettiği malları satmak için, insanları, her türlü reklam aracıyla,‘estetik yöneticilikle’ hazlarına odaklanmış tüketim, marka manyağına çeviren sermayenin hiçbir sorumluluğu yok. Bu yeni tüketici türünün geliri‘tüketim manyaklığını’ desteklemeye yetmeyince, her türlü kredi enstrümanının yayılmasına göz yuman, hatta kolaylaştıran hükümetler, merkez bankaları masum. Bu hızla büyüyen kredi piyasasına, türev araçlarıyla yapışarak sonunda patlatan asalakların multi-milyonluk ikramiyeleri, hükümetler tarafından kurtarılmaları ve yükün halkın sırtına yıkılması olağan...

Diğer bir deyişle, krizin nedeni, her şeyi kendine tabi kılarak genişleyen bir “kâr makinesi” olarak sermaye değil. Krizin nedeni, onun genişleme (etrafındaki her şeyi tüketme) sürecine, ‘tüketim manyağına’ çevrilerek yem yapılan (tüketilen) insanlar. Sermaye şimdi kurtarılmayı beklerken, ikincisine, tutumluluğun, fedakârlığın erdemleri üzerine vaaz dinlemek, acılara katlanmayı öğrenmek kalıyor. Mustafa Balbay’ın deyişiyle, bizlere bir şeyleri“feda” etmek, sermayeye de “kâr” oranlarını restore etmek düşüyor… Ama nasıl?

Tarihsel çelişki...

Çözüm olarak iki seçenek dayatılmış durumda: “Hemen şimdi büyüme”, “hemen şimdi kemer sıkma”. Birincisi, bankalara verilen desteklere, kredi piyasasını şişirmeye, “tüketim manyaklığına” (geçen 25 yılda dünya ekonomisinin, gezegenin kaynakları, insanların ruhsal durumlarında oluşan tahribata aldırmadan) devam diyor. İkincisi, bütçe açıklarını, borç yükünü tasfiye etmek için toplumsal harcamaları (getireceği yoksullaşmaya, maddi ve ruhsal yıkıma aldırmadan) hemen ve en derin biçimde kesmek gerektiğini savunuyor. Economist’in tepetaklak dünyasında, her ikisini de ama“büyümeye öncelik vererek” gerçekleştirmek gerekiyor: Hem kırk katır, hem kırk satır…

Bu işleri (özellikle siyasi riskleri) daha iyi bilenlerden birine, örneğin dünyanın en büyük bono yönetim fonu Pimco’nun CEO’su El-Erian’a göre, Batı ülkelerinin, büyüme ve kemer sıkma ikileminin ötesine geçmeleri, sürece, hem uzun hem kısa dönemli önlemler açısından bakmaları gerekiyor. El-Erian’a göre, insan sermayesinin geliştirilmesi, emek gücünün yeniden eğitilmesi, emek hareketliliğinin arttırılması, altyapı ve teknolojik yatırımlara öncelik verilmesi, en önemlisi de siyasi risklerin azaltılması için, acilen toplumsal güvenlik ağlarının güçlendirilmesi gerekiyor. El-Erian, dünya derin yapısal dönüşümler beklerken, liderlerin, kısa dönemli bir kafa yapısına kilitlenmiş olmalarından yakınıyor...

El-Erian haklı, ama yanılıyor. Çünkü kendi denetlediği sermayeyle, genel olarak sermayeyi birbirine karıştırıyor, genel olarak sermayenin, akılcı bir biçimde yönetilebileceğini, görüş ayrılıklarının, bireylerin yetersizliğinden kaynaklandığını düşünüyor.

Evet, dünya ekonomisinin ulaştığı karmaşıklık, bütünleşmişlik düzeyi, uzun dönemli düşünmeyi, aktörler arasında eşgüdümü gerektiriyor. Diğer bir deyişle planlamayı, merkezi bir iradeyi... Ancak sermayenin çok katmanlı, çok karmaşık, çoğu uzlaşmaz iç çelişkilerinin etkisinin harekete geçirdiği insani ve teknolojik etkenler her ikisine de olanak vermiyor. Krizden çıkmanın tek yolu, krizin,“fazlalıkları” temizleyerek sonuna kadar gitmesinden geçiyor. Bu ise üretici güçler, insan kaynakları, birikmiş servet, üretim kapasitesi, gezegenin çevre koşulları açısından büyük bir yıkım anlamına geliyor.

Thursday, June 24, 2010

Bu Sırada İsrail’de…

İsrail’in önündeki sorunlar gittikçe birikiyor, ağırlaşıyor. Böyle kritik bir dönemde ülkenin gündemini, Avrupa kökenli “Ultra-Ortadoks Yahudiler”in çocuklarını Ortodoğu kökenli Yahudilerin çocuklarıyla aynı okula göndermeyi reddetmelerinden kaynaklanan gerginlikler meşgul ediyor. Eğer, Haaretzyazarı Yedidia Stern’in vurguladığı gibi. İsrail’de “dini otoritenin, devlet otoritesinin yerine geçmeye başladığını gösteren tarihsel bir süreç yaşanıyorsa”, hem özel olarak barış sürecini hem de genel olarak bölge halklarını çok karanlık günler bekliyor.

Yolun sonunda…

İsrail’in, Oslo barış sürecinin çökmesiyle içine girdiği süreçte daha fazla ilerlemesi olanaklı değil. Gelinen noktadan geriye doğru bakınca başarısızlıklardan, gittikçe artan bir tecrit edilmişlik duygusundan, acılardan başka bir şey görmek olanaklı değil. Liste uzun, ama önemli dönüm noktalarını kısaca anımsayalım. İsrail, Filistin ulusal, seküler direniş hareketini, özellikleArafat’ın liderliğini zayıflatacağını düşünerek, Hamas’ın oluşmasına, yükselmesine göz yumdu. Hamas, Filistin direniş hareketini bölmekle kalmadı, Gazze’de yönetimi ele geçirdi, şiddet eylemleriyle İsrail’in başına bela oldu. Hamas’ın direnişini engelleme taktikleri İsrail’i, bugün tüm dünyada bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalmasına yol açan abluka politikasına getirdi. Oslo sürecinin çökmesi, Hamas’ın yükselmesi Filistin sorununu çıkmaza sokarken İsrail’e, bu kez bir ayrımcılık çözümüne yönlendirerek tüm dünyanın nefretini çeken o utanç verici duvarı inşa ettirdi.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin içine gizlenen Büyük İsrail Projesi (“Clean Break” fantezisi, Perle ve takımı…),İsrail’i Saddam’dan kurtardı ama bu kez nükleer silah yapma noktasına her gün biraz daha yaklaşan İran’la, Lübnan’da da İran etkisinde, çok daha güçlenmiş bir Hizbullah’la baş başa bıraktı. Hizbullah sorununa, askeri bir çözüm bulma çabası, Lübnan seferiyse, beklenenin tam aksine İsrail’in“yenilmezlik imajının” yıkılmasına, Hizbullah’ın daha da güçlenmesine yol açtı. Gazze’deki Hamas sorununu askeri yöntemlerle çözme çabası ise utanç verici “savaş suçlusu” iddialarına yol açtı.

Artık İsrail derdini, Batı dünyasına anlatmakta zorlanıyor, en büyük destekçisi ABD’de, savunma çevrelerinde Prof. Walt ve Prof.Mearshiemer gibi kuramcılar, İsrail lobisinin etkilerinden yakınan raporlar yazıyorlar; Brzezinski gibi stratejistler ABD’nin Ortadoğu politikasının bu etkiden arındırılmasından söz ediyorlardı. Bu İsrail açısından “canım ne isterse onu yaparım, ABD yönetimi de buna katlanır” döneminin kapandığını gösteriyordu…

Obama yönetimi, başlayan yeni dönemin ilk işaretlerini verirken, Türkiye’de AKP hükümetinin İsrail karşıtı, giderek sertleşen bir tutum geliştirdiği görülüyordu. Bu süreç içinde, Mavi Marmara gemisine yönelik kanlı saldırı,İsrail yönetimini tüm dünyada hızla ağırlaşmaya başlayan bir yalnızlaşmayla, ilk kez ciddi bir meşruiyet sorunuyla baş başa bıraktı. Üstelik İran, Türkiye ile rekabet çabası içinde Gazze’de gerginliği tırmandırmaya kararlı görünüyordu.

Bu “durum” içinde ırkçılığa varan kökten dinci akımların (Haredim) gelişmesiyle, Filistin topraklarını işgal etmeye devam eden “yerleşimciliğin” kesiştiği noktada ortaya çıkan Hasidim (tekil olursa Hasidi), Mizrahi/Sefardi çelişkisi, işte bu çözümsüzlüklerin bir semptomu olarak görülebilir.

‘Irk ayrımcılığı’

Emanuel adlı yerleşimci kasabasından,“Ultra-Ortodoks Hasidim” (Avrupa kökenli Eşkanazi) akımının “Slonim” (Sloven kökenli) tarikatına ait bir grup aile, aylardır çocuklarını, kültürel olarak geri, inançları açısından yetersiz gördükleri“Mizrahi” (Ortadoğu kökenli) ailelerin çocuklarıyla aynı okulda birlikte ders yapmalarına karşı çıkıyorlar. Bu ailelerden bir kısmı, yüksek mahkemenin, okul içinde ayrımı gerçekleştiren paravanların kaldırılmasına, çocukların birlikte okumasına ilişkin kararına karşı çıktılar. Çocuklarını, yasalara aykırı bir biçimde alıp başka bir okula götürdüler. Bu nedenle cuma günü cezaevine konmak üzere tutuklandılar. Haredim de, yüz binden fazla katılımla bu kararı protesto etmek için Kudüs’te büyük bir protesto gösterisi düzenledi (Yedioth Ahranot,18/06).

Bu sorunun bu kadar kritik dönemde İsrail’de gündemi işgal etmesinin yanı sıra iki boyutu var. Birincisi, acı bir ironiyle ilgili: Bir grup Yahudi etnik kökeni farklı bir başka grup Yahudiyi aşağı görüyor, ayrımcılık uyguluyor. İkinci boyut da, Likud (muhafazakâr) partisinin dini siyasete alet etmeye başlamasıyla gelişen, Filistin sorunuyla kesişen bir süreçle ilgili.

1960’lardan, 1996 seçimlerine kadar, İsrail siyasi coğrafyası üç ana bloktan oluşuyordu. Solda ılımlı, toprak konusunda uzlaşmaya eğilimli İşçi Partisi. Sağda uzlaşmaz bir çizgi izleyenLikud. Ortada toprak, devlet gibi dünyevi işlerle ilgilenmeyen, Mehdi’nin gelmesini beklerken Yaşivalarda din eğitimi alan, askerlik yapmayan, “Ultra-Ortodoks”, Haredim gruplar var. Bu ortadaki kesimler seçim sonuçlarına göre, kim kazanırsa ona destek vererek, kendi cemaatleri için finansal, yasal imtiyazlar kopartmaya bakıyorlardı.

Bu betimlemeyi tamamlamak için 1967 savaşından sonra Likud içinde biri aşırı sağcı yerleşimciler, diğeri pragmatik seküler milliyetçiler olmak üzere şekillenen iki kanadı ve 1989’dan sonra gelmesi hızlanan Rusya kökenli göçmenleri eklemek gerekiyor. 1996’da, Natenyahu’yu iktidara getiren seçimlerde, Araplara ve “Allahsız İsrail soluna” karşı büyük nefret üzerinden, Haredim bloku ve Rusya göçmenleri belirgin bir biçimde sağa kayarak Likud’u desteklediler. Böylece, İsrail’de siyasetin ekseni değişirken (Prof.Sprinzak, Foreign Affaires Tem/Ağus. 1998), “Ultra-Ortodoks” kesimler (700.000+), yerleşimcilerle (500.000+) birleşiyor (İsrail nüfusu 7.5 milyon), ikisinin karşılıklı etkileşimiyle İsrail toplumu içinde köktendinci akımların siyasi gücü, demografik ağırlıklarını çok aşan bir biçimde artmaya başlıyordu. Dini akımlar güçlendikçe, Yaşiva öğrencileri siyasallaşmaya, hatta silahlanmaya da başlıyor, Haredim grupların kendi aralarındaki farklar ortaya dökülmeye, son olayın da gösterdiği gibi ayrımcılığa varmaya başlıyordu.

Netanyahu hükümetinin (bu şekillenmenin ürünü olduğundan) son olaylarda da kesin bir tutum alamadığı, buna karşılık, yüksek doğum oranları sayesinde 2015’e kadar en azından Kudüs’te çoğunluğu oluşturması beklenen “Ultra-Ortodoksların”, devletin (dünyevi) yasalarına karşı çıkma eğiliminin güçlendiği görülüyor. Son olaylarda, İsrail’in üç önemli gazetesi,Jarusalem Post, Haaretz, Yedioth Ahranot’un yorumları, toplumda “Ultra-Ortodokslara” karşı bir tepkinin yükselmeye başladığını gösteriyordu:“Devlet fonlarından besleniyorsunuz, bizim çocuklarımız savaşa giderken sizinkiler gitmiyor; üstelik de yasalara uymuyorsunuz, yettiniz artık!” Böylece İsrail iç siyasetinde oluşmuş bir kutuplaşma giderek sertleşiyor.

Tüm bunlardan Filistin sorunu ve Ortadoğu açısından şöyle iki ders çıkarabiliriz: Dini akımlar güçlenerek siyasete damga vurmaya başlayınca, birincisi, köktencilerin talepleri gittikçe artıyor (“aynı çadırda birleşiyorsunuz, sonra size bakıp ‘bu allahsızın burada ne işi var’ diyorlar” - Ben Gurion), ikincisi, siyaset giderek çıkmaza giriyor.

Monday, June 21, 2010


İlhan Selçuk’u kaybettik diyor gelen haberler. İlhan Selçuk’u kaybetmedik diye düşünüyorum. Ben onun yaşamını düşünmek istiyorum, ölümünü değil. Ve o ölmemiş, bir gün çıkıp gelecekmiş gibi yaşamayı

Tuesday, June 15, 2010

Finansal Krizin Üçüncü Yılını Geride Bırakırken

George Soros krizin ikinci aşamasına girildiğini, 1929 tarzı bir depresyon riskinin hâlâ gündemde olduğunu söylüyor (Bloomberg, 10/06). Dünyanın en büyük bono fonu Pimco’nun CEO’su Mohammed A. El Erian (Nobel ödüllü iktisatçı Michael Spence’le birlikte), “Yükselen piyasalar dünyayı kurtarabilir” başlıklı yorumunda (The Moscow Times, 09/06), umudunu gelişmekte olan piyasaların tüketicilerine bağlıyor. Kısacası piyasaların iki büyük ismi, krizin üçüncü yılında çok kritik bir konjonktürün şekillenmekte olduğuna işaret ediyor.

Yas tutmanın aşamaları gibi bir şey...

Finansal kriz 2007’nin ilk yarısında ABD ev piyasalarında başladı. Temmuz 2007’de Bear Sterns’in çöküşü krizin gerçek boyutlarını sergiledi. Ancak, piyasa ekonomistleri, medya bu gerçeği, Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de iflasına kadar yadsıdılar, sonra da büyük bir kızgınlıkla, bankacıları suçlamaya başladılar. Arkasından,uzlaşma arayışı aşaması başladı. Krizin derinleşmemesi için bankerlerin kurtarılması, devletlerin zararı üstlenmesi, piyasalara yeni denetimlerin getirilmesi gerekiyordu. Piyasalar denetim istemiyorlardı; yarın yokmuş gibi borçlananların hiç mi suçu yoktu? Çalışanlar da, devletlerin açıklarını kapatmak için yöneldikleri kemer sıkma politikalarına direnmeye başlıyordu.

Adeta hep birlikte değerli bir şeyi (bir insanı ya da serveti) kaybetmenin acısına uyum sağlama sürecinin aşamalarından geçiyorduk: Yadsıma, kızgınlık, müzakere, şimdi de sıra depresyona geliyordu. Durumukabullenme aşamasınaysa daha çok vardı.

Avrupa’da Portekiz, İrlanda, İspanya, Yunanistan hükümetlerinin yanı sıra, İngiltere ve Almanya gibi merkez ülkeler de değil, G20 grubu da önceki haftaki toplantılarında, bütçe disiplinine öncelik vereceklerini söylüyorlar. Adeta, ABD hariç herkes uluslararası mali sermayenin iradesine boyun eğerek, büyük fedakârlıklara katlanmaya hazırlanıyor. ABD mali sermayesinin, finansal piyasaların egemen fraksiyonu olduğunu düşünürsek, ABD’nin mali krizin yükünü dünyanın geri kalanına yüklemeye çalıştığını söylemek bile olanaklı. Tabii gelecekte bir karşı tepkinin oluşacağını da...

‘Depresyon ve kabullenme’ye doğru

Geçen hafta Financial Times’ın ekonomik editorü Martin Wolf, “Politikacılar arasında, büyük bütçe açıkları olan ülkelerin sıkı mali politikalar izlemesi gerektiğine dair bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Peki, politikacılar, iş çevrelerinin, tüketicinin, bu kemer sıkma çabalarına rağmen harcamalarını sürdürmeye devam edeceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorlar? Ya sonunda bu tedbirler, ekonomileri resesyona, deflasyona iterse” (08/06) diye soruyordu. Diğer bir deyişle, Wolf, depresyon riskine işaret ediyordu.

New York Times da, başyazısında, “Atlantik’in iki yakasını ‘açığı şimdi kapa’ humması etkisi altına almış durumda” diyor ve ekliyordu: “Özellikle güçlü ekonomilerdeki bu bütçe açığını acilen kapama hevesi, Avrupa’yı yıllarca sürecek durgunluğa hatta daha kötüsüne mahkûm edecek.” (09/06)

George Soros da “Bugünkü durum, ürkütücü bir biçimde 1930’larda, hükümetlerin, bütçe açıklarını kapatmaları yönündeki basınçların altında, ekonomik toparlanma henüz zayıfken, aldıkları tedbirleri anımsatıyor” diyerek depresyon tehlikesine işaret ediyordu.

Piyasalar, ekonomistler, finansal (kredi) krizin, devletlerin mali krizine dönüşeceğini uzun süre kabul etmek istemediler. Halbuki Reinhart ve Rogoff’un 2008’de yayımladıkları, sonra 2009’da This Time is different-Eight Centuries of Financial Folly (Bu kez farklı-sekiz asırlık mali çılgınlık) başlığıyla kitap olarak yayımlanan araştırmalarında çok açık biçimde gösterdikleri gibi bu sefer de farklı değildi. Her mali kriz, kaçınılmaz olarak devletlerin mali krizine, ardından da devlet iflaslarına yol açıyor. Ve her seferinde de piyasalar “bu kez farklı” diyerek, o umutla kaçınılmaz sona doğru ilerliyorlardı, Rochefoucauld’un ünlü sözünü anımsatırcasına...“Umut ne kadar aldatıcı olursa olsun, en azından yaşamımızın sonuna, katlanılabilir bir yoldan ulaşmamıza hizmet eder” (anımsatan Satyajit Das- Euroeconomics). Reinhart ve Rogoff’a göre bu kez piyasaların küresel çapı riskleri daha da arttırıyor.

Aslında depresyon aşamasına çoktan girdi, ama umut birilerini biraz daha idare edecek. Sonra bunu da kabullenecekler. Çünkü, devletlerin kaçınılmaz mali krizinin arkasında iki etken var. Birincisi mali piyasaları kurtarırken üstlenilen yükümlülükler. İkincisi, üretim ve ticaretteki gerilemenin neden olduğu vergi geliri kayıpları. Bütçe disiplini, yüksek faiz vb. talebi üretimi etkileyip resesyonu derinleştirecek, hem devletin borç ödeme, hem sanayicinin borcunu servis etme kapasitesini zayıflatacak. Bu süreç bankaları yeniden vuracak, bu kez kurtarma olanağı olmayan bir banka krizine yol açacak. Kısacası, bir kısırdöngü oluşmuş durumda.

Diğer bir deyişle 1930’lardayız aslında, ama dünya piyasalarının çapı, sürecin daha yavaş ilerlemesine neden oluyor. Bu kısırdöngü, aşırı kapasiteyi, verimsiz işletmeleri tasfiye edene kadar da depresyondan çıkış yok. Egemen sınıfların bu durumu kabullenip ona göre politikalar üretmeleri zaman alacak.

Ama öncelikle küreselleşme adıyla meşrulaştırılan, neo liberal kriz yönetim modelinin tükendiğinin kabullenilmesini gerektiriyor. Bu da hiç kolay değil. Son 25 yılın yetiştirdiği “kafalar” hâlâ yönetimdeler. Dahası bu kabullenme hayırlara vesile olmayacak! Çünkü, tarih bize, mali sermayenin hem bütçe açığını kapatacak disiplini, hem de borçların ödenmesine olanak verecek ekonomik canlılığı sağlama arzusunu gerçekleştirebilecek politikaların emperyalizm ve yeniden paylaşım kavramlarıyla çok yakından ilişkili olduğunu söylüyor.

Bu yönde bir ipucu, A. El-Erian’ın giriş bölümünde aktardığım saptamasında yatıyor. El Erian merkez ülkelerin krizi (aşırı üretim-talep ve yatırım alanı yetersizliği sorunu) aşmalarını, merkez sermayesinin çevre ülkelerin piyasalarına, kaynaklarına ulaşmasına indeksliyor. Ancak, bu kaynaklara sahip yükselen ekonomilerin basıncını,bugünkü ekonomik düzenin (güçler dengesi, rekabet ilişkileri) kabullenmesinin (Batı’nın yeni gelenlere yer açmasının) zor olacağını da kabul ediyor. Öyleyse, zamanın egemen güçleri, bu kaynaklara, düzeni koruyarak ulaşmak isteyecekler. İkinci ipucu, kemer sıkma politikalarına karşı şekillenen toplumsal tepkilerde yatıyor. Böyle durumlarda hükümetler iç pazarı, kendi stratejik işletmelerini koruma, tasfiyenin yükünü başka ülkelerin ekonomilerine kaydırma çabalarını yoğunlaştırıyorlar.

Bu koşullarda en yüksek artı değeri (borçlar neticede bu kaynaklarla ödenecek), en hızlı üreten sanayilerin önemi de artıyor. Bu da bizi, bir başka ipucuna götürüyor: Haver analytics’in derlediği verilere göre ABD’de 2007’nin başından itibaren silah sanayiinin ihracatı artarken diğer sanayilerin ihracatları gerilemiş. 2008’in ilk yarısından 2009’un ilk yarısına kadar, küresel daralmanın tam ortasında silah sanayiinin ihracatı yüzde 23, siparişler yüzde 18 artarken, diğer mallarda toplam ihracat yüzde 20, siparişler yüzde 27 gerilemiş. Ama korkacak bir şey yok, “bu sefer farklı olacak” değil mi? Küreselleşme, “başkası” söylemi, insan hakları filan...

Wednesday, June 09, 2010

‘Mavi Marmara’ Olayından Sonra…

Mavi Marmara “olayı”nın, insani, hukuki/diplomatik özellikleri çok açık. Bu yüzden, dikkatler bu “olay”ın aydınlattığı orta ve uzun dönemli trendlerin/dinamiklerin üzerlerine kaymaya başladı.

Söylem kaybolunca…

İki devletli çözüme karşı inatla direnen İsrail yönetici sınıfı, artık neyi neden yaptığını anlatmakta büyük zorluk çekiyor. II. İntifada’yı başlatan olayları, duvar rezaletini, Lübnan yenilgisini, sivilleri de hedef alan acımasız Gazze saldırısını, Obama’nın yardımcısı, Biden’in İsrail ziyareti sırasında Netanyahu’nun yeni yerleşim planlarını açıklamasını anımsamak yeterli.

İnatla tekrarlanan askeri eylemler, beklenen çözümleri üretmiyor, aksine her seferinde İsrail’in güvenliğini biraz daha zayıflatıyor, uluslararası alanda yalnızlığını arttırıyor. Ama İsrail yönetici seçkinleri, bu eylemleri tekrarlamaya devam ediyorlar.

Mavi Marmara olayı, yönetici İsrail seçkinlerinin böyle “histerili” bir şiddet stratejisine saplandıkları ortamda gerçekleşti, bu hastalıklı durumun son örneği oldu. Gemiyi hareketsiz kılmak ablukanın delinmesini engellemeye yetecekti. Ama İsrail ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha kanıtlamaya kalktı. Buhastalıklı politika Lübnan’da iflas etmiş, Gazze saldırısı utanç verici olaylara sahne olmuştu. Mavi Marmara olayı, tüm dünyada infial uyandırdı, hatta küçümseme duygusu yarattı. İsrail adeta iktidarsızlığın kompleksiyle sivri şeyler taşımayı seven insanlara benziyordu.

Bu noktada dönüp “ama Hamas…” diye cevap yetiştirmeye kalkmanın bir anlamı yok. İşgal ettiği topraklardaki tepkileri yönetmek, soruna çözüm bulmak, barışın önünü açmak, modern, zengin ve uluslararası etkinliği olan bir devlet olarak İsrail’in göreviydi. İsrail bu görevi yerine getiremedi.

Dahası, ABD, İsrail’i, MOSSAD’ın direktörünün deyişiyle, “bir yük olarak görmeye” başlamıştı. Bu ortamda, ülke içinde oluşan korkuya, asla kullanma şansı olmayan nükleer silahlara dayanarak ayakta kalmaya çalışan İsrail egemen sınıflarının, insani, askeri, ekonomik açılardan, gelecekte İsrail halkına ödetecekleri fatura gittikçe büyüyor. İsrail’i yönetenlerin, bir an önce ablukayı kaldırıp iki devletli çözüme giden yolu yeniden inşa etmeye başlamaları gerekiyor. Çünkü iki devletli çözümün alternatifi tek devletli bir kaos, sürekli savaş!

Daha büyük bir resim

Hafta sonundan bu yana yorumlar giderek uzun dönemli eğilimler üzerinde yoğunlaşıyor. Birincisi, “olayın” sorumluluğunu Netanyahu ve Erdoğan arasında paylaştırmaya yönelik bir söylemin şekillendiği görülüyor (Örneğin Die Zeit’in editörü Joseph Joffe’nin yorumu, Financial Times, 07/06; Hitchens, Slate07/06 - Gülen’i de buraya ekleyebiliriz). İkincisi dikkatler Türkiye, İran ve Arap dünyasını içeren dengeler üzerinde yoğunlaşıyor.

Burada yorumlar, Irak rejimini devirmesiyle oluşan bölgesel boşlukta İran ve Türkiye arasındaki rekabetin kızışmaya başladığı doğrultusunda (örneğin Joffe, Alhomayed, Asharq al Awsat; Khouri, The Daily Star, Dergham, Al Hayat). Bu bağlamda, Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın “ikinci bir özgürlük filosu oluşturma” çağrısı, “İsrail Türkiye’nin kırmızı bayrağı kadar bizim sarı bayraklarımızla da hesaplaşacaktır” sözleri önemli.

Asharq Al Awsat’ın yorumuna göre, “Türkiye Gazze ablukasını delemedi ama İran’ın Arap dünyası üzerindeki ablukasını deldi.” Nasrallah, Türkiye’nin girişimlerinin, Hizbullah’ın ve İran’ın, Filistin üzerindeki etkilerini zayıflattığını düşünüyor. (04-07/06) İran Devrim Muhafızları’nın, bir sonraki yardım filosuna askeri destek vereceklerini, İsrail’in “Gazze’ye yaklaştırmayız” açıklaması da (Haaretz, 07/06) olayların kolaylıkla tırmanabileceğini gösteriyor.

Kimi Arap yorumcuları, Erdoğan’ın da kendisinden önce gelen Nasır, Hafız Esad, Humeyni, Saddam Hüseyin ve Mahmut Ahmedinejad gibi, Filistin davasına sahip çıkmadan bölgede etki kurulamayacağının ayırdında olduğunu saptarken (Charbel. Al Hayat), kimileri de Arapların bu gelişmelere seyirci kalmasını eleştiriyor, Erdoğan ile Nasır arasında paralellik kuran yorumlardan, Türkiye’nin “ümmet’e geri dönme” niyetinden kaygıyla söz ediliyor (Elias Harfoush, Al Hayat). Bu bağlamda, Mısır’ın Refah geçidini açarak ablukaya son vermesinin önemi vurgulanıyor. Dergham’a göre böylece, Mısır elindeki Filistin portföyünü kaybetmemek için oyuna giriyor.

Birleşik Arap Emirliği’nin gazetesi The National da başyazısında, “Türkiye son başarılarını, Arap dünyası üzerinde yeni bir liderlik yetkisi olarak görmemelidir… Liderlik değil aracılık yapması daha uygun olacaktır” diyerek uyarıyor. (07/06)

Bana, Türkiye bu “stratejik derinlik” içinde ABD’yi ve Arap seçkinlerini tedirgin ederken İran’la karşı karşıya geleceği bir noktaya doğru ilerliyor gibi geliyor.

Tuesday, June 08, 2010

Stratejik Derinlik Daha da Derinleşirken...

Emperyalizmden söz edenleri her fırsatta ulusalcılıkla suçlarken, Cumhuriyet öncesinde var olduğu hayal edilen bir “Imperial Grandeur”ün özlemiyle Ortadoğu’dan Kafkaslar’a nüfuz alanları oluşturmayı hedefleyen bir hükümeti destekleyenlerin emperyalist-milliyetçi eğilimlerinden yoksun olduğumdan, Türkiye’nin son diplomatik “zaferlerine” sevinemiyorum.

Bir tarafta yaşamlarını, toplumsal ya da ulvi amaçlar için ortaya koyan ve Mavi Marmara gemisinde kaybedenleri düşünüyorum. Öbür tarafta, dinci fanatikler ve Siyonist militaristlerin arasında sıkışıp kalmış, Filistin ve İsrail halkları var.

Sevinemememin bir nedeni de tarih bilincimle ilgili. Tarih bize uluslararası alanda büyüklük hayaliyle yola çıkarılan halkların büyük felaketlerle karşılaştıklarını söylüyor. AKP hükümetinin “stratejik derinlik” fantezileri de bir başka kaygı konusu.

AKP’nin dış politika gemisi, yakın zamana kadar, konferanslarla, arabuluculuk çabalarıyla, sanal açılımlarla, “stratejik derinliğin”sığ ve nispeten dingin sularında dolaştığından “yüzmeye” devam edebiliyordu. İran’la yapılan takas anlaşması, Filistin sorununda üstlenilen yeni inisiyatif, korkarım ki, bu gemiyi “stratejik derinliğin” karanlık, bir o kadar da çalkantılı sularına sürüklemeye başladı. AKP hükümetinin gemiyi bu sularda yüzdürebileceğinden hiç emin değilim.

Stratejik derinlik - jeopolitik

Söylemimize, AKP hükümetinin dış politikasının mimarı Prof. Davutoğlu sayesinde giren “stratejik derinlik” kavramı, Türkiye’nin iki özelliğine gönderme yapıyordu. Birincisi jeopolitik konumu, ikincisi de onu bu jeopolitik konuma bağlayan derin tarihsel ve kültürel kökler. Bu iki özelliğiyle Türkiye, küresel hegemonik güç ABD’nin bölgedeki hesapları içinde, “pivot” ülke olarak tanımlanan bir özellik sergiliyordu. Böylece Türkiye bu büyük gücün bölgedeki politikalarına uyum sağlayarak, karşılığında, elde edeceği kaldıraç sayesinde güç yansıtarak, nüfuz alanları oluşturmaya (yeni Osmanlı projesi) başlayabilecekti.

AKP hükümeti, Bush yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Irak’ın işgalini destekler, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel etki alanına dönme hayalleri kurarken ABD açısından Türkiye’nin jeopolitiğinin kabaca dört bileşeni vardı. Birincisi, bölgede yükselmeye başlayan İran’ın dengelenmesi. İkincisi, İsrail’in güvenliğine katkı. Üçüncüsü, “demokratikleştirme” projesi bağlamında, radikal İslama karşı Türkiye’yi ılımlı Müslüman bir ülke modeli olarak sunmak. Dördüncüsü, daha sonra bölgedeki varlığını azaltırken Türkiye’yi bir güvenlik unsuru (pivot) olarak devreye sokmak.

Türkiye, bir taraftan İran’la yakınlaşırken, diğer taraftan kendisi bir bölgesel güç olarak yükselme hesapları yapmaya başladı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri giderek bozuldu, nihayet kopma noktasına geldi. ABD bölgede demokratikleştirme projesinden vazgeçerken, AKP hükümetinin giderek Türkiye’yi İslamcılaştırdığına, muhalefetini susturan otoriter eğilimler geliştirdiğine ilişkin bir algı oluştu. Türkiye’nin bölgede, ABD’den sonra güvenlik kaynağı olarak şekillenmesine gelince, bu da aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin, istikrarına, yakınlığına, Türkiye’nin ABD’nin uluslararası projeleriyle çelişen politikalar izlememesine bağlıydı.

İran takas anlaşmasına, Rusya ile “stratejik ortaklığa”, İsrail ile kopma noktasına gelen ilişkilere bakarak, bu koşulun da hızla ortadan kalkmakta olduğunu söyleyebiliriz.

‘Yeni mimari’- ‘neo-Türkiye’

Son dönemde, tüm bu gelişmeleri, ABD hegemonyasının gerilemesiyle ilişkilendirip, yükselen güçler olgusuyla birleştirip, Türkiye’yi de yükselen güçlere ekleyerek, kurulan bir fantezi ortalarda dolaşıyor. Bu fanteziye göre yeni bir “uluslararası mimari”kuruluyor, Türkiye de bu mimarinin kurucularından biri haline geliyor.

Gerçekteyse, yeni bir mimari kurulmuyor. Aksine, var olan mimarinin çözülmesi hızlandı. Bu bağlamda büyük güçler olası jeopolitik sarsıntılara karşı kendilerini korumaya yardım edecek olanaklar (kaynaklar, dengeleyici ittifaklar, ekonomik etki alanları) edinmeye çalışıyorlar. “Çok kutuplu” (multipolar), “ya da kutuplar arası” (interpolar) ilişkiler her zaman istikrarsız, değişken, kaotik özellikler gösteren çözülmeleri tanımlar, bir mimariyi (istikrarlı yapıyı) değil.

Neo-Türkiye kavramına bakınca da, bileşenleri birbiriyle çelişen çok karmaşık, istikrarsız bir şekilsizlik görüyoruz. Bu neo-Türkiye’nin küresel güç/aktör olma iddialarını bir kenara bırakıp, kendi bölgesindeki etkinliklerine bakarsak garip bir durumla karşılaşıyoruz.

Türkiye bölgede Filistin davasını sahiplenerek, İsrail’i tecrit ederek, Arap halklarının sevgisini, desteğini alarak liderlik (hegemonyanın bir ayağı) konumuna yükselmeye çabalıyor ve hemen üç sorunla karşılaşıyor. Birincisi, İsrail’i tecrit ederken, Türkiye, ABD ile ilişkilerini tehlikeye atmaya başlıyor. Örneğin, İran takas anlaşması, ABD’nin tepkisini çekiyor, büyük güçler dengesi içinde, AKP iradesi dışında araçlaşıyor. İkincisi, Gazze saldırısının şoku geçtikten, İsrail’in, ABD’nin kamu diplomasisi makineleri çalışmaya başladıktan sonra, (Fethullah beyin çıkışını da unutmadan) havanın AKP hükümetinin amacını sorgular bir yönde değişmeye başladığı görülüyor. Arap halkları kesimindeyse, sokak, hatta Müslüman Kardeşler gibi muhalefet hareketleri AKP’ye sevgilerini sergilerken, bölge politikalarında esas söz sahibi seçkinlerin, Türkiye’nin Filistin portföyünü ellerinden almaya başlamasından hoşnut olmadıkları görülüyor.

Bu sırada bölgedeki diğer hegemonya adayı, Türkiye’nin stratejik rakibi, zengin enerji kaynaklarının sahibi İran, Irak’ta Şiiler, Lübnan Hizbullah bağlantılarıyla, Suriye ittifakıyla ve Filistin de Hamas’a verdiği maddi destekle, sürekli İsrail’i tehdit ederek liderliğini inşa ediyor. İran nükleer silahlar yapacak düzeye gelmeye çalışarak, şiddet uygulama kapasitesini de geliştiriyor. Arap seçkinleri ve egemen sınıflarıysa Arap dünyasına ait olmayan iki gücün, Arap dünyası üzerinde hegemonya kurma rekabetini kaygıyla, ama kendilerine yeni manevra alanları açması umuduyla izliyorlar.

Bu denklem içinde AKP hükümeti, dayanmak istediği hegemonya ilişkilerini bozma, en önemli “kaldıracını” kaybetme pahasına, İran’a nükleer enerji projesini sürdürme konusunda, Batı’ya karşı destek veriyor.

Uzaktan dengeleme ve yeni pazarlara ulaşma çabaları açısından Brezilya için uygun olan bir taktik, bölgedeki en büyük rakibini kollamaya çalışan Türkiye açısından kendi kalesine gol atmaya benziyor. AKP hükümeti, Türkiye’nin her noktasına ulaşabilen, gelişkin bir füze sistemine sahip İran’ın, nükleer bomba üretmeye başladığı noktada, Türkiye’nin bölgedeki tüm hegemonya iddialarını kaybedeceğinin ayırdında değilmiş gibi davranıyor.

Dahası Filistin davasına sahip çıkarken benimsediği yöntemlerle, AKP hükümeti, bölgede İran’a karşı dengeleyici olarak kullanabileceği, biri İsrail, öbürü de Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi Hamas’ın (Müslüman Kardeşler’in) yükselmesinden rahatsız olan ülkelerden oluşan iki kaldıraçtan kendini mahrum ediyor.

İşte tüm bunlara bakınca da, AKP dış politikasının “stratejik derinliğin” bu karmaşıklık seviyesinde yüzmeye devam etme olasılığının hızla düşmeye başladığını düşünüyorum. Tabii bir diğer olasılık da tüm bu dış politika iddialarının, aslında AKP seçkinlerinin ülke içinde iktidarda kalmalarına yardım etmeye yönelik, kısa dönemli (oportünist) taktikler olmalarıdır. Şöyle veya böyle bu dış politika yönelimi, neo-Türkiye fantezileri, Türkiye ve bölge halklarına çok pahalıya patlayacak gibi görünüyor.