Monday, May 31, 2010

Kriz Hâlâ Bizlerle



Krizin durumuna genel bir bakış oluşturmaya olanak verecek ekonomik ve siyasi gelişmelerle dolu bir haftayı geride bıraktık. Kimi göstergeler 1930’u anımsatırken, sanırım, mali kriz yenir bir aşamaya giriyor.

Avrupa Birliği içindeki uyumsuzluklar ve ABD ile AB arasındaki mali politika farklılıkları, uluslararası düzene ilişkin artan belirsizlikler de krizin yeni bir aşamaya girdiğini savunan kötümserleri destekliyor.

‘Korku geri döndü’
Haftanın ilk günlerinden başlamak üzere, piyasaların, 10 Mayıs’ta açıklanan yaklaşık 1 trilyon dolarlık Avrupa Kurtarma Fonu’nun yarattığı olumlu havadan sıyrıldıkları görülüyordu. Dünyanın mali merkezlerinde borsalar geçen hafta da sert sarsıntılar yaşadı. Dow Jones Sanayi Endeksi hafta içinde iki kez 10.000’in altına indi. Financial Times Endeksi, ekimden bu yana, ilk kez geçen hafta 5000’in altına indi. Alman Dax pazartesi ve salı günü üst üste gerileyerek yeniden toparlanmaya başlamadan önce son üç ayın en düşük düzeylerini yokladı.

Wall Street Journal, New York Times, Financial Times hafta boyunca, önde gelen ekonomistlerinin ağzından, “bu kriz Yunanistan krizi değil, tüm Avrupa’nın krizi” gibisinden yorumlar aktardılar. Aslında bilinçlere çıkan çok daha derin bir sorundu. Bu sorunu The Economist, “Korku Geri Döndü” başlıklı yazısında, “hükümetler krizin başında çözüm sunuyorlardı, şimdi kendileri sorunun bir parçası oldu” saptamasıyla özetleyecekti. The Economist’e göre “bir kredi kartının borcunu bir başka kredi kartıyla ödemiştik, o kadar”… “borç, olduğu gibi duruyordu”.

Washington’daki, Peterson Institute for International Economics’ten Morris Goldstein’e göre: “Papaz kaçtı oynar gibi, herkes borcunu ötekinin bilançosuna aktarmaya çalışıyor”. “Korkarım ki” diyor Goldstein, “dünyada bu büyük borç yükünü üstlenerek peyder pey eritilmesine olanak verecek kadar geniş omuzlu kurumlar hızla tükeniyor” (Financial Times, 27/05/10). Aynı gün Financial Times, bankalar arası piyasada faizler yükselirken, vadelerin genelde bir haftayla sınırlı kaldığına işaret ederek Avrupa banka sektöründe krizinin devam ettiğini vurguluyordu.

Çarşamba günü The New York Times’ta yayımlanan, David Einhron imzalı “Kolay Para, Zor Gerçekler” başlıklı yorum, borç krizinin salt Avrupa’ya ait bir sorun olmadığını gösteriyordu. Bank of International Settlements’a göre ABD’nin yapısal bütçe açığı 2007 yılında GSMH’nin yüzde 3.1’inden, 2010’da yüzde 9.2’sine yükselmiş. Üstelik bu oran devletin ev piyasasının borçlarını üstlenmesinin getirdiği yükü içermiyormuş. Einhron, gündemdeki mali krizin geleceğini şu iki sorunun cevabı belirleyecek diyor: “Mali piyasalar, asla tatmin edici bir biçimde ödenemeyecek olan bu borçları ne zamana kadar finanse etmeye devam ederler? Bu borçların ne kadarı klasik yöntemlerin yerine monetizasyon yoluyla, para basılarak ödenecek?” Einhron, yorumunu bir zamanlar risksiz olduğuna inanılan kurumların nasıl battığını anımsatarak bitiriyordu.

Devlet borçlarının ödenebilmesi için ekonominin güçlü ve sürdürülebilir bir toparlanma yaşaması gerekiyor. Ama geçen hafta veriler, ABD ekonomisinin henüz bu noktada olmadığını gösteriyordu. Geçen yılın son üç aylık dönemine ilişkin büyüme oranının yüzde 3.2’den 3.4 revize edilmesi bekleniyordu; yüzde 3’e çekildi. Bu revizyonun arkasındaki en önemli etkenin yatırımlardaki yavaşlama olduğu anlaşılıyor. İşsizlik de ekonomistlerin umduğu hızla gerilemiyor. (Financial Times 27/05)

The Daily Telegraph’tan ekonomik editörü Ambrose Evans-Pritchard’ın, perşembe günü, ABD ekonomisinde para arzında (M3), düşük faizlere ve büyük mali genişlemeye karşın, 1929-1930 dönemindekini aşan ani gerilemeye ilişkin gözlemi de çok düşündürücüydü. M3, ABD ekonomisini bir yıl sonra ulaşacağı noktaya ilişkin önemli bir öncü gösterge olarak kabul ediliyor. Bu yüzden Capital Economics’ten Paul Ashworth ve International Monetary Research’ten Prof. Tim Congdon’a göre; “Bu çok korkutucu” ve “depresyon riskinin artmakta olduğuna işaret ediyor”. ABD öncü göstergeler endeksi de (ECRI) ekim ayından bu yana sürekli düşüyor (Telegraph, 26/05). Legal & General Investment Management’ten ekonomist Tim Drayson, “Piyasalar, yalnızca bir şeye yoğunlaşırlar; şimdi Avrupa’ya bakıyorlar, eğer dönüp ABD ye bakarlarsa geçen hafta yaşadıklarımız bize yumuşak sarsıntılar olarak görünebilir” diyor (The Observer, 30/05).


Siyaset cephesi de karışık
ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS) geçen hafta açıklandı. UGS, bütçe açığını ve borçlarını en önemli güvenlik riskleri arasında sayıyor, böylece ekonomik krizin ABD’nin uluslararası konumu (imparatorluk ya da hegemonya) üzerindeki sınırlayıcı etkisini kabul ediyordu.

UGS, ABD’nin, “bu yüzyılın sorunlarını tek başına üstlenemeyeceğini” açıklayarak imparatorluk stratejisinden (“Amerikan Yüzyılı” / “Pax Americana”) resmen vazgeçiyor. Hillary Clinton, “gücü ve etkiyi doğrudan uygulamadan, dolaylı uygulama eğilimine geçildiğini” vurgularken de ittifaklara dayanan hegemonya stratejisine geri dönüldüğünü açıklıyordu. Ancak, imparatorluk stratejisi zaten ekonomik, kültürel gücün, “dolaylı etkinin” zayıflamasından kaynaklanmamış mıydı? Bugünün, gerileyen küreselleşme, mali kriz, yükselen güçler ortamında, dolaylı etki stratejisi yoluyla liderliği korumanın maddi zemini, ABD açısından çoktan yok olmamış mıydı? Bu soru da bizi dünya ekonomisinin en kritik sorununa, kriz içinde yönlendirici bir merkezin yokluğuna getiriyor.

Geçen hafta uluslararası medya bu yokluğun çarpıcı örnekleriyle doluydu. Avrupa’da mali kriz 1 trilyon dolarlık yardım fonuna karşın derinleşmeye, Avro düşmeye, birliğin geleceği üzerindeki kara bulutlar artmaya devam etti. Çünkü Almanya, Fransa ve İngiltere mali reform ve uygulamalar konusunda anlaşamıyorlar. Fransız Ekonomik Gözlemler Enstitüsü’nden Eloi Laurent’e göre “eşgüdümlü paket değil eşgüdümlü bunalım, hatta eşgüdümlü bir salaklık söz konusu” (Christian Science Monitor 26/05).

Anglosakson medya (New York Times, The Economist, Financial Times) Almanya başta olmak üzere ulusal çıkarların, Avrupa’nın birlik sürecinin önüne geçtiğini, Merkel’in “Thatcher’i anımsatan dar görüşlü tutumunun” AB’nin sonunu hazırladığını vurguluyordu. AB krizi giderek ABD ekonomisini, hatta küresel mali sitemin geleceğini tehdit ederken ABD’nin AB’yi de arkasına alarak ortak bir strateji geliştirmediği dikkat çekiyordu. Der Spiegel’e göre, “maliye politikası söz konusu olduğunda ABD ile Avrupa arasında okyanuslar” vardı. AB hemen borçlarını ödeyerek istikrara geri dönmeyi amaçlarken ABD, genişlemeci politikalara devam edilmesini istiyordu (27/05).

ABD’ye rağmen gerçekleştirildiği düşünülen Türkiye-Brezilya-İran nükleer yakıt anlaşması, uluslararası topluluğun “Kuzey Kore” karşısındaki çaresizliği, Rusya’nın Ortadoğu’ya geri dönüşüne ilişkin, Medvedev’in Suriye ziyareti üzerinden geliştirilen genelde olumlu yorumlar, siyasi merkez yokluğu algısını destekliyor. Ekonomik krizin ortasında, siyasi merkezini de kaybeden “dünya düzeninin” korkutucu senaryolarla dolu bir geleceğe yelken açtığı söylenebilir.

Wednesday, May 26, 2010

CHP ve Yenilenme

-I-

CHP’nin yeni başkanıyla, bir yenilenme noktasında olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Televizyon kanalları her akşam, gazete köşeleri her gün, CHP’nin bir sosyal demokrat partiolması gerektiğini vurgulayan tartışmalarla, yorumlarla dolu.

Ama ben, siyasi yaşamlarını AKP yandaşlığı, CHP düşmanlığı üzerine kuran sözde liberal, sol-liberal zevatın, dünün, çoğu artık geride kalmaya başlayan koşullarına göre şekillenmiş gevezeliklerini dinlemekten yana değilim. En iyisi, geçen dönemin en“başarılı” sosyal demokrat partisiİngiliz İşçi Partisi’nin deneylerinden, bu partinin projesinin mimarı Anthony Giddens’in yorumlarına dayanarak, kimi dersler çıkarmaya çalışmak.

‘Yeni İşçi Partisi’

İngiliz İşçi Partisi (İİP) 18 yıl boyunca hep muhalefette kaldı. Bu dönem boyunca hükümet olmaya uygun olmayan, eskimiş bir parti olarak görüldü. İİP Tony Blair’in liderliğinde, büyük ölçüde Giddens’in dünya ve siyaset analizlerinden esinlenerek kendini yeniledi, 1997 seçimlerini Muhafazakâr Parti’yi hezimete uğratarak kazandı. İİP, Bill Clinton ve Demokrat Parti, Lionel Jospin ve Sosyalist Parti, Gerhard Schröder ve Alman Sosyal Demokrat Partisi yönetimlerinden çok daha uzun bir süre iktidarda kaldı. Ön üç yıl sonra, derin bir mali krizin içinde girdiği genel seçimleri, hezimete uğramadan, üstelik bir yenilenme ve toparlanma fırsatı yakalayarak, kaybetmiş olmasını da İİP’nin başarı hanesine yazmak gerekiyor.

Ancak bu, özellikle toplumun en yoksul kırılgan kesimlerinin, emekçilerin, emeklilerin, genelde çalışanların çıkarları söz konusu olduğunda birçok açıdan lekeli bir “başarı” oldu. Nitekim, Giddens 10 Mayıs’ta Christian Science Monitor’da yayımlanan denemesinde, bu “başarıyı” irdelerken 13 yıllık hükümet döneminde İşçi Partisi’nin mirasının seçmen açısından birçok alanda düş kırıklığını içerdiğini kabul ediyor. Giddens bu mirasın, yine de önemli bir içeriğe sahip olduğuna inanıyor.

Doğru, Blair Muhafazakâr Parti’nin toplumda yarattığı yıkım, seçmende oluşan bıkkınlık üzerinde seçimleri kazanmıştı. Ancak gerek bu seçim zaferinde, gerekse de onu izleyen seçim zaferlerinde, benimsemiş olduğu yeni siyasi çizginin büyük katkısı vardı.

Giddens, İşçi Partisi’nin, merkez solun,dayanışma, yoksullukla mücadele, toplumda en kırılgan kesimleri korumak, bu yönde müdahaleci hükümet politikalarına başvurmakgibi ilkelerini benimsemekle birlikte, bunları dönemin koşullarına göre yeniden biçimlendirdiğini vurguluyor.

Giddens’e göre dönemin yeni koşulları, küreselleşme, hizmet sektöründe, bilişim sektöründe (gayri maddi emek sektörü) gelişmeler, finansallaşma, yeni, daha sorgulayıcı, otoriteye dirençli bir vatandaşlık kimliği oluşturuyordu. Bu sonuncusunu, hızla genişleyen kredi hacmi, hazlara dayalı tüketim eğilimi üzerinde şekillenen ben-merkezci kimlikler olarak da tanımlayabiliriz. Yeni İşçi Partisi, geleneksel tabanına ek olarak bu kesimleri de kendine çekmeyi başaran bir parti oldu.

Yeni İşçi Partisi, bu kesimleri kendine çekebilmek için, ekonomik liberalizme yönelir, küreselleşmeciliği ve finansal sektörle yakınlaşmayı seçerken, aynı anda, bilişim, yeni medya sektörüne, imaj yaratma stratejilerine özellikle ağırlık verdi. Sendikalarla ve geleneksel işçi sınıfı ile bağlarını kopartmaya başladı.

Giddens, İşçi Partisi’nin bunları yaparken çok fazla ileri gittiğini, finans sektörüyle çok içli dışlı olduğunu, imaj yaratma, medya gündemini izleme çabasının, seçmende yüzeysellik algısı, güvensizlik yarattığını söylüyor.

Buna karşılık Blair hükümetlerinin başarısı, hiçbir konuyu muhafazakârların tekeline terk etmemiş; suç, İrlanda, Galler, İskoçya sorunlarına kadar her alanda kendi çözümlerini üretmeye özellikle dikkat etmiş olmasında yatıyor.

Ve karnesi...

Giddens İşçi Partisi’nin karnesinin mükemmel olmadığını kabul ediyor. Evet İrlanda sorunu çözüldü, Galler ve İskoçya’nın otonomisini kazanma süreci yumuşak bir biçimde tamamlandı. Bireysel özgürlükler konusunda da eşcinsellerin, azınlıkların hakları bağlamında önemli adımlar atıldı, Avrupa İnsan hakları Anlaşması kabul edildi. İşçi Partisi, işsizlik ve yoksulluğun, yüksek suç oranlarının arkasındaki bir etken olmasını kabul etmekle birlikte disipline de önem verdi.

Ancak bu arada, mali sektörle çok içli dışlı olması, bir taraftan ülkeyi tam anlamıyla bir vergi cennetine çevirirken gelir dağılımının en varsıllardan yana daha da bozulmasını hızlandırdı. Giddens’e göre, Blair’ın Irak savaşına katılması büyük bir hataydı. Bu sırada İşçi Partisi işçi sınıfından uzaklaşırken zaman içinde yaklaşık 5 milyon oy kaybetti.

Giddens, İşçi Partisi’nin serbest piyasanın erdemlerine vurgu yaparkenpiyasa köktenciliğini yeterince eleştirmeyi, piyasanın zaaflarını halka anlatmayı ve bu yönde tedbirler üretmeyi ihmal ettiğine de dikkat çekiyor.

Giddens’in değinmediği bir noktayı de ben vurgulayarak bu bölümü bitireyim. Blair döneminde İngiltere’de aile, eğitim, sağlık, hapishane gibi kurumlar aşınmaya devam etti. Bu “disiplin” ve güvenlik alanları dağıldıkça İşçi Partisi yeni denetim, izleme teknolojilerini, bunlara ilişkin söylemi hemen her alana sokarak ülkeyi tam anlamıyla bir“kontrol toplumuna” dönüştürmeye başladı. Böylece yoksulluk ve “kontrol toplumu” birleşince, bireysel özgürlüklerin, siyasi, kültürel liberalizmin içi hızla boşaldı.

Şimdi yeni bir dünya var...

Giddens göre, mali kriz geldi, Yeni İşçi Partisi’ni yaratan koşullar ve varsayımlar hızla dağılmaya başladı. Örneğin, devletin ekonomideki rolüne piyasaların gücüne ilişkin savlar iflas ettiler. Artık devlet ekonomiye müdahale ediyor, piyasaların denetlenmesi gündeme geliyordu.

Salt hizmet, finans sektörüne dayanmanın zaafları ortaya çıkmaya başladı. Artık sağ’dan sol’a tüm partiler, zenginlerin vergilerini arttırmayı, etkin sanayi politikaları izlemeyi, sanayi üretimini canlandırmayı konuşuyorlardı. Artık İklim ve çevre sorunları gibi ekonomik olmayan sorunlar da gündemin merkezindeydi; böylece gelecek döneme ilişkin planlama gereksinimi de gündeme gelmeye başladı.

Giddens’e göre Yeni İşçi Partisi kavramını da artık terk etmek gerekiyor. Şimdi finansal sektörü denetlemek, sanayinin, ama özellikle bilişim sektöründeki ve çevre dostu sanayilerin canlanmasına çabalamak gerekiyor. Bunları yaparken bireysel özgürlükleri genişletmeye, azınlıkların göçmenlerin haklarını güçlendirmeye devam etmek de önemli.

Giddens’e göre, partinin her şeyi yeniden düşünmesi, yeni bir politikalar manzumesi üretmesi, bu arada iç çatışmaları mümkün olduğunca yumuşak yaşaması gerekiyor.

Giddens’e göre, yeni politikaları düşünürken önemli bir başlangıç noktası “kamu alanı kavramı” olabilir. Geçen dönemdeki tartışmalarda vurgu devlet ve piyasa arasında gidip geldi. Halbuki, kamu alanı bu ikisinden de farklı bir kavram; bunun anlaşılmasına ve geliştirilmesine önem vermek gerekiyor. (Çarşamba günü devam ediyorum...)

-II-

Pazartesi günü, CHP’nin bir yenilenme noktasında olduğuna, bir ‘sosyal demokrat parti’ye dönüşmesine ilişkin tartışmalara katkı olmak üzere İngiltere İşçi Partisi’nin deneyimini özetlemiştim.

Hangi ‘sosyal demokrasi’?

CHP’nin bir sosyal demokrat partiye dönüşmesini isteyenlerin, ilk düşünmesi gereken konu “sosyal demokrasi”kavramının içeriğiyle ilgili olmak zorundadır. Sosyal demokrasi tarih boyunca değişik içeriklere sahip olan bir kavram. İlk önce liberal demokrasiye alternatif olarak, komünist anlamını da içermek üzere şekillendi. Sonra sosyal demokrasi,sosyalizme reformlar yoluyla, barışçı bir geçişi savunan bir programa sahip oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi sosyalizm hedefini terk etti, komünizme karşı kapitalizmi düzenlemeyi, çelişkilerini yumuşatmayı amaçlayan bir program geliştirdi. Kapitalizmin1970’lerde başlayan yapısal krizi boyunca, sosyal demokrasi bu programı da terk etti, 1980’lerde neoliberal yeni sağ restorasyonun hegemonyası altına girerek, “III Yol” adı altında serbest piyasacı, küreselleşmeci, işçi sınıfından da giderek uzaklaşan bir akıma dönüştü.

Yeni İşçi Partisi (III. Yol) düşüncesinin mimarı Anthony Giddens’e göre, şimdi bu dönem de bitti; Yeni İşçi Partisi kavramını da terk etmek gerekiyor.

Diğer bir deyişle, “sosyal demokrasi” yeniden tanımlanmayı bekliyor. II. Dünya Savaşı sonrası sosyal demokrat partilerin tarihine bakınca, bugüne kadar uzanan bir çizgi bulmak olanaklı: Emek ve sermaye arasında bir uzlaşma noktası bularak sermaye birikim sürecini istikrara kavuşturmak. Bu uzlaşmanın emek tarafı, her zaman daha fazla özgürlük, sosyal hakların, kamusal alanın genişletilmesi ya da korunması olarak kendini gösteriyor. Uzlaşmanın sermaye tarafıysa, emek disiplini ve verimlilikleilgili oluyor.

Yenilenme ama nasıl?

Yapısal krizinin devletlerin mali krizine dönüştüğü bir noktada olduğumuzu düşününce de, akla hemen bugün emek ve sermaye arasında, böyle bir uzlaşmanın zemini var mı” sorusu geliyor.

İngiltere İşçi Partisi (İİP) Blair’in liderliğinde, günün kültürel iklimine, buna ilişkin öznelliklerin özelliklerine uygun bir ideolojik yenilenme gerçekleştirmişti. İİP, serbest piyasayı benimseyen, devletten bağımsız, kendi yaşamını belirleyen benmerkezci, haz temelli tüketim dalgasına kapılmış birey/seçmene dayanarak iktidara geldi. Şöyle de söyleyebiliriz: İİP, Fordist dönemin“yaşamı düzenleyen” “büyük baba”, otoriter devletinin disiplininden kurtulmak, özgürleşmek isteyen “postmodern” bireye (Anti-Oedipus’un bireyine) dayanıyordu.

Bu birey bugün bir kimlik krizi içindedir. O şimdi, “özgürleşmenin”, gerçekte onu yalnızlaştırdığının, varlığını sayılara,“farklılıklarının” standartlaştırılmış tüketim noktalarına, dönüştürdüğünün, dev şirketlerin, uzman kurumları, devletlerin idari yapıları tarafından sürekli maniple edildiğinin ayırdına varmaktadır. Bu bireyin şimdi kendine yeni bir “büyük baba” aradığı (tanrı, “hoca efendi”, imparator, ulusal-etnik kimlik) sırada, krizle birlikte piyasa otoritesi, kredi köpüğü, küreselleşmecilik de hızla çökmeye, güvensizlik, belirsizlik artmaya, devlet yeniden öne çıkmaya başlamıştır.

İdeolojik yenilenme işte bu yeni koşullara uygun olmak zorundadır. Sosyal demokrasinin bugün, güven sağlayıcı, özgürlük vaat eden, bu eksen üzerinde geleceğe ilişkin plan ve umut sunan, piyasa popülizmini dışlayan, halkçı damarı güçlü bir proje geliştirmesi gerekiyor.

Kriz içinde, “sermayenin kâr makinesi” hem işçiyi hem de kapitalistlerin önemli bir kısmını tehdit ediyor. Biri, işini refahını, öbürü, işletmesini, servetini, hatta siyasi iktidarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Sosyal demokrasi bu noktadan hareketle,istikrar, güven ve özgürlük, temel hakların genişletilmesi üzerinden, dolaylı ve pazarlığa” dayalı bir uzlaşma kurmayı amaçlayabilir.

Türkiye özgülünde tüm bunlara ek olarak bir Kürt sorunu, siyasal İslamın bu ülke halkının“yaşam dünyasına” eklediği “sorunlar” da sosyal demokrasinin cevap aramak zorunda olduğu iki alan. Burada da doğrudan ya da dolaylı uzlaşma noktaları, güven, haklar ve özgürlükler ve toplumsal barış, istikrar üzerinden düşünülebilir…

Sosyal demokrasinin bu uzlaşmayı gerçekleştirebilmesi için, önce karşı tarafı uzlaşmaya zorlayacak bir toplumsal güce ulaşması gerekecektir. İkincisi, her zamankapitalizmin sınırları içinde hareket edecek olan sosyal demokrasinin ne kadar sosyal ve ne kadar demokrat olacağını, her zaman olduğu gibi yine büyük ölçüdetoplumsal muhalefetin gücü ve siyasi yelpazenin daha solunda yer alan akımların, toplumsal muhalefet üzerindeki etkileri belirleyecektir.

Friday, May 07, 2010

Yaşamın İçindeki Tek ‘Gerçek’

Geçen hafta piyasalarda yaşanan sarsıntılar mali krizin geçmediğini yeniden anımsattı... Yunanistan krizinde etkileri, Avrupa Birliği merkez ülkelerinin tutumları üzerinde yazmaya hazırlanırken, Zizek’in geçen hafta yayımlanan “Joe public v Volcano” (Sokaktaki adam -halk- yanardağa karşı) başlıklı yazısındaki şu paragraf dikkatimi çekti:

“Bilimsel topluluk, uçakların yeniden uçmaya başlaması için koşulların güvenli olduğuna, nasıl, tam da uçak şirketlerinin hükümetler üzerindeki baskısının en yüksek noktasında karar verdi. Bu, bilimsel yargıyı bile kendi iradesi önünde boyun eğdiren sermayenin, yaşamımızın içindeki tek‘gerçek’ olduğunun bir başka kanıtı değil mi?” (New Statesman, 29/04) Zizek’in bu saptaması, yaşanan mali krizle de kanıtlanan, “Tek bir dünya var, o da sermayenin dünyası” savının bir başka türlü ifade edilmesi değil mi? Bu gerçeği görmeden, yarattığı sonuçlara karşı çıkmadan siyaset yapılabilir mi?

‘Yunanistan dünyadır’

Bu hafta Yunanistan, İspanya, Portekiz’in kredi notlarının yeniden düşürülmesinin ardından ABD’deki S&P 500 indeksi yüzde 2.5 gerileyince hava değişmeye başladı. Ekonomileri mali sermayenin egemenliği altında olan ABD’nin ve İngiltere’nin önde gelen gazeteleri, Yunanistan krizinin herkesi ilgilendirdiğini yazmaya başladılar. Bu bölümün başlığını The Times gazetesinden aldım. Los Angeles Times da “Yunanistan’ın mali sıkıntılarının ABD’yi tehdit etmeye başladığını” ileri sürüyordu. Kredi derecelendirme kurumlarına yönelik eleştiriler de giderek sertleşiyor.

Mali kriz başladığında, Avrupa’nın siyasetçileri, “Bu ABD’nin krizi, bizi etkilemeyecek” diyerek üstlerine alınmıyor, suçu ABD’nin “vahşi kapitalizmine”atıyorlardı. Daha sonra kriz her yeri sarınca da olayın küresel olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar: Neo-liberalizm çalışmıyordu; mali piyasalar, bankalar denetlenmeliydi...

Yunanistan krizi başladığında, bu kez ABD mali piyasalarının sözcüleri, Avro modelinin zaaflarını konuşmaya başladı. Hatta bir ara sevindikleri bile söylenebilir. Öyle ya doların rakibi olabilecek bir dövizin, ekonomik blokun geleceği tehlikeye girmişti

Ancak, giderek Yunanistan krizinin yan etkileri ortaya çıkmaya başladı. Kriz Almanya’nın siyasi gücünü (Artık o da ABD gibi bir “vazgeçilmez” ülkeydi), AB içindeki etkisini arttırıyordu. İkincisi, değerli Avro yükünden kurtulan Alman ekonomisinde bir ihracat patlaması yaşanıyordu. Kriz Almanya’yı salt siyasi değil ekonomik olarak da güçlendirmekle kalmıyor, AB’nin merkez ülkelerinin toparlanmasına da katkıda bulunuyordu (Wall Street Journal, 30/04).

Sorunun, gerçek ve küresel boyutları giderek ortaya çıkmaya başladı. Örneğin JP Morgan’dan David Mackie, “Avro bölgesinin tümü düşünüldüğünde, açıklar ve borçlar arasındaki denge, diğer ülkelerden daha iyi; Avro bölgesinin, IMF’nin de yardımıyla bankalarını güvenceye alacak, ülkelerin borç ödeyemez duruma düşmesini engelleyecek kaynakları var” diyor. Avrupa Merkez Bankası’ndan Jürgen Stark’a göre de “İngiltere, ABD ve Japonya’da kamu maliyesinde sürdürülebilirliği yeniden sağlamak, çok daha zor” olacaktı (Financial Times, 28/04).

The Times gazetesi 29 Nisan tarihli başyazısında, Yunanistan’ın borçlarını ödeyemez duruma düşmesinin, tüm dünyada büyük bir sarsıntı yaratma olasılığına, Lehman Borthers’ın 2008’deki iflasının Batı’nın banka sistemini erime noktasına getiren etkilerini anımsatarak işaret ediyordu. Los Angeles Times da Avro bölgesinin ABD şirketleri için önemli bir pazar olduğunu vurguladıktan sonra, bu pazarın şimdi daralmaya, AB ihracatını olumsuz etkilemeye başladığına dikkat çekiyordu. Diğer taraftan Avro krizinin etkisiyle dolarda başlayan yükselme, ABD’nin yalnızca AB’de değil, AB dışındaki piyasalarda da rekabet gücünü olumsuz etkilemeye başlamıştı (29/04).

Ulus devletle imparatorluk arasında

Artık “tek bir dünya” var, o da sermayenin dünyası. Ama sermaye krizde; bu kriz etnik, dini temellerde parçalanmayı, bölgeselleşmeyi hızlandırıyor. Ülkeler, bölgeler arasında, ülkelerin içinde gelir dağılımı giderek bozuluyor. Bu sırada “eşitsiz gelişme” yasası işliyor, sermayenin krize uyum sağlamak için göç ettiği yerlerde yeni ekonomik, siyasi güçler yükseliyor. Bu dinamik, daha önce de çok kez aktardığımız gibi 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan küreselleşme atılımının çökmesine yol açmış, İngiltere’nin hegemonyasına son vermişti.

Şimdi, teknolojik gelişmelerle, ticari ve finansal devrelerle, tedarik zincirleriyle çok daha bütünleşmiş bir kapitalizm var. Artık gezegenin her ekonomik bölgesinde, egemen ilişki olan sermaye, kriz yönetim tedbirlerine küresel çapta gereksinim duyuyor. Buna karşılık halk, emekçi sınıflar, bunların üzerinde iktidarda kalmaya çalışan egemen sınıflar, sermayenin yıkıcı etkilerine karşı küresel çapta düzenlemeler, ulusal ekonomi düzeyinde savunma araçları arıyorlar. İklim ve enerji krizleri, yanardağ patlamasındaki gibi doğal “olaylar” da küresel çözümleri gerektiriyor.

Bush yönetimi, imparatorluk refleksiyle, bu parçalanma ve çözülmenin üzerinde büyük birimleri homojen parçalara bölerek, küçükleri denetim altına alarak birleştirici bir siyasi irade, bir denetim coğrafyası oluşturmayı, sermayenin küresel devleti olma işlevini üstlenmeyi denedi, başaramadı. Aksine bu arada Latin Amerika’da (Brezilya), Ortadoğu’da (İran), Asya’da (Hindistan, Çin) yerel güçler, ulus devletler kendilerine etki alanları açmaya başladılar.

Mali krizin patlak vermesiyle birlikte yerel toplulukların yerel, ulusal siyasetçileri üzerindeki baskıları arttı. Mali kriz, ulus devletlerin, gerek siyasi ekonomik istikrarın, iktidarların, gerekse de sermayenin yerel çıkarlarının korunması için işlevsel kurumlar olarak yeniden öne çıkmaya başlamalarına neden oldu.

Halen yaşanmakta olan Yunanistan krizinin Avrupa’da sergilediği görüntü bu sürecin ne kadar ileri gittiğini gösteriyor. Öyle ya AB, post-modern, ulus devlet sonrası, yeni siyasi biçimin en güçlü örneği değil miydi? Şimdi Financial Times’da Philip Stephens’in deyişiyle “Ulusal çıkarların karmaşıklığı içinde çözülüyor” (29/04).

İngiltere Merkez Bankası Başkanı King’in “Bu seçimlerden sonra kurulacak hükümet o kadar tepki çekecek ki bir daha kuşaklar boyu oy alamayacak” uyarısı emekçileri nelerin beklediğini haber veriyor. İspanya’da işsizliğin yüzde 20’nin üzerine çıkmasına karşın uygulanacak olan kemer sıkma politikaları, New York’ta sendikaların Wall Street bankalarının önünde düzenlediği protesto gösterileri, ulus devletlerin öneminin giderek daha da artacağını gösteriyor; özellikle sermaye adına emekçi kesimleri disiplin altında tutmak, ekonomik istikrarın acı ilacını topluma içirebilmek için.

Liberal entelektüellerin huzur alanına sığınarak, sermayenin dünyasını unutan “solcuların” işi artık çok zorlaştı. Çünkü artık, kapitalizmin dünyasının ve sunduğu ikilemlerin dışında bir “üçüncü” seçeneği düşünmeden demokrasiden konuşmak, hatta bu günü anlamlandırmak olanaksızlaşmıştır.