Wednesday, March 31, 2010

Avrupa Yeniden Çizim Masasında

Avrupa Yeniden Çizim Masasında

Geçen hafta AB liderleri, Yunanistan’a yardımın biçimini, koşullarını, AB’nin geleceğini şekillendirmek için toplandıkları sırada, özellikle Anglosakson medyasında gözüme çarpan, “Yeni-merkantilizm”, “Tek ekonomik hükümet”, “AB’nin kimlik krizi”, “Almanya sorunu” gibi başlıklar, bana Avrupa Birlik sürecinde 1980’lerin sonunda, 1990’ların başında yaşanan tartışmaları anımsattı.

‘Eurosclerosis’ten…

“Eurosclerosis”, 1980’lerde Avrupa’da iş çevrelerince üretilen, siyasilerin çok sevdiği bir kavramdı; Avrupa’nın rakiplerine göre geride kaldığını, ekonomik büyümenin yeni iş olanakları yaratamadığını vurguluyordu.

Bu durumu aşmak amacıyla, Avrupa’nın en büyük şirketleri bir araya gelerek, 1983 yılında 40+ üyeli Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) adlı örgütü oluşturdular.

O dönemde sklerotik yapıyı aşmaya yönelik üç proje söz konusuydu: Neo-liberal küreselleşmeci proje, Reaganve Thatcher’ın 1970’lerin belirsizliğini aşmaya başlayan yeni kriz yönetim modelini Avrupa’da uygulamak istiyordu. Neo-merkantilist proje, Avrupa’da korunaklı bir iç pazar oluşturmayı, süreci genişletmektense, öncelikle derinleştirmeyi amaçlıyordu.Sosyal demokrat projenin amacı Avrupa modelini (refah devletini) konsolide etmekti.

Bastiaan Apeldoorn, Kees van der Pjil gibi araştırmacıların da işaret ettiği gibi, bu projeler, belli sınıf çıkarlarının ifadesiydiler. Neo-liberal proje ERT gibi Avrupa’nın en büyük, küreselleşmeye yönelik şirketlerinin, transatlantik sınıf şekillenmesinin ürünüydü. Neo-merkantilist proje esas olarak, Avrupa çapında etkin, bu piyasaya dayalı, dış rekabetten çekinen sermayenin taleplerini yansıtıyordu. Üçüncüsünün ise işçi sınıfını, ulusal düzeyde orta sınıfların çıkarlarını yansıttığı söylenebilir.

Bu üç projenin gösterdiği gibi Avrupa Birliği sürecinin ilerleyebilmesi için bu çok karmaşık, çelişkili sınıf ilişkilerinin uyumlu bir biçimde, ortak çıkarlar etrafında birleştirilmesi gerekiyordu. Diğer bir deyişle AB projesiningeleceği, AB çapında bir hegemonya projesinin başarısına bağlıydı. ERT’nin ilk toplantısında, Unilever gibi kimi büyük küresel şirketlerin, neo-merkantilist eğilimleri protesto ederek kapıyı vurup çıkması da sorunun zorluğunu sergiliyordu.

Gerek 1985’te komisyonun hazırladığı (White Paper) rapor, gerek bunun üzerinde şekillenen 1987 Tek Avrupa Akdi (Single European Act), ERT’nin hem kendi içindeki sorunları, neo-liberal proje zemininde aşmaya, hem komisyonlara hâkim olmaya (Carchedi, Apeldoorn), hem de Avrupa’da bir hegemonya inşa etmeye uygun bir söylem üretmeye başladığını gösteriyordu. ERT, iç pazarın inşasını dünyaya açılmayla birlikte yürütürken, rekabet, emek piyasasının esnekleşmesi, teknolojik yenilenme ve“kaçınılmazlık” gibi söylemlerle hem sermayenin geri kalan kesimlerini hem de sendikaları ikna etmeye başlamıştı.

ERT’nin 1991 toplantısında, gidenlerin geri gelmiş olduğunu görüyoruz. ERT’nin ve neoliberalizmin egemenliği, Avrupa Birliği inşa sürecindeki merkezileşme tartışmalarına son vermişti. Maastricht anlaşması, ortak para birimi, Lizbon süreci, Avrupa Birliği ve nihayet 10 yeni üyelik genişleme, bu hegemonya projesinin istikrar kazanmaya başladığını düşündürüyordu. Ancak bu görüntünün altında, 2000’lerin başında yeniden nükseden mali krizin etkisiyle, sendikaların neoliberal projeden uzaklaşmaya başladığını, sanayicilerin giderek daha çok korumacılıktan,“ekonomik ulusalcılıktan” söz etmeye, devletlerin de bu şarkılara tempo tutmaya başlamış olması, hegemonyanın çözülmeye başladığını gösteriyordu...

‘Euro crisis’e...

Şimdi, 1980-90’ların tartışmalarının yeniden gündeme geldiğini görüyoruz. Örneğin, geçen hafta, Wall Street Journal, The Times ve Daily Telegraphgibi ABD ve İngiltere’nin muhafazakâr gazetelerinde yorumlar “neo-merkantilizm” ve “merkezi bir ekonomik yönetim inşa etme çabalarından” kaygıyla söz ediyorlardı. Diğer bir deyişle, neoliberal ilkelerin yerine, Avrupa içindeki ekonomik yapıları, devletin de giderek artan katılımıyla yeniden düzenlemek, genişleme yerine derinleşmeye odaklanma eğilimi, İngiltere ve ABD yönetimlerini tedirgin ediyor.

Bunları tedirgin eden gelişmeler iki boyutlu. Biri Yunanistan krizinin yarattığı ortamda, AB’nin ekonomik hatta siyasi açılardan daha merkeziyetçi bir biçim alma olasılığı.İkincisi, Almanya’nın adeta tek belirleyici otorite konumuna yükselmeye başlaması. Öyle ki ABD’denStratfor analiz sitesi, “Biz başlangıçta AB’nin Almanya’yı denetim altına almak için kurulduğunu düşünüyorduk. Şimdi tam aksini, Almanya’nın Avrupa’yı denetim altına almasının aracı olduğunu düşünüyoruz” diyordu.

İlginç bir yorumda da Yunanistan’ın AB’de bir kimlik krizini tetiklediği ileri sürülüyordu (Financial Times, 24/03). Bu yorumda, AB merkezinin bir“kurtarma modeli” oluşturmaktaki zorluğu, AB’nin bir ulus devletler topluluğu ve Brüksel’in yönetiminin bir fantezi olduğu vurgulanıyor, sorunun esas olarak Almanya etrafında döndüğü kabul ediliyordu. Bu neden kimlik krizi oluyordu peki? Oluyordu, çünkü, toplumsal (ulusal, uluslararası, AB gibi bölgesel) kimliklerin oluşması o siyasi coğrafyada şekillenen iktidar ilişkisinin çıkarlarını ifade edeceksöylemin, tarihten, geleneklerden (kültürden) alınan göstergelerle birlikte yeniden kurulmasıyla ilgilidir.

ERT döneminde neo-liberalizm, küreselleşmecilik, “postmodern / post-Hobbesian yönetişim” üzerinden, kurulmaya çalışılan AB kimliği söylemi, bir süredir, ERT’nin hegemonya projesinin dağılmaya başlamasıyla birlikte istikrarını kaybediyor. Bu da birilerince, “kimlik krizi” olarak algılanıyor. Bu, 1990’ların başında, ortak para birimi gündeme geldiğinde, Avro’yu destekleyecek siyasi otorite, AB kimliği bağlamında yaşanan tartışmalara ait bir konu. Tarihten, geleneklerden, kültürden ortak bir şeyler bulmaya sıra gelince, özellikle İslamın da AB içindeki varlığının ayırdına varıldığında çıkmaza girerek günümüze kadar gelen tartışmalara da...

AB içinde ve dışında tedirginlik yaratan şey, sanırım, hegemonya sorununun ilk kez kendi doğasına uygun bir biçimde gündeme geliyor olmasıdır. ERT, hiçbir ulusal özellik taşımayan, devlete dayanmadan var olduğuna inanılan birulus-üstü alanda hegemonya denemesiydi. Halbuki ulus devletler sisteminde yaşıyoruz. Uluslararası (AB çapında) hegemonya, bir ulusun/ülkenin içindeki hegemonya ilişkisinin dışa doğru, başka ülkelerdeki hegemonya ilişkileriyle eklemlenerek, onları kendisine bağlayarak genişlemesinden geçiyor. Böylece birçok ulusun egemen sınıflarının hegemonya sistemleri kendi aralarında, yararlı buldukları bir hegemonik sistem oluşturmak üzere eklemleniyor.

Şimdi, ERT’nin habitatı olan komisyon değil AB Konseyi, hem de başbakanların toplantısıyla öne çıkıyor, Almanya’nın özel konumu, Fransa’nın her konjonktürde onu desteklemekten başka çaresi olmadığı görülüyor. Almanya’dan tüm AB bölgesinin“dengesizliklerini” aşacak, “merkez-periferi” ilişkilerini yeniden istikrara kavuşturacak adımlar, kaynaklar bekleniyor (hegemonyanın kamu hizmeti). Almanya da buna karşılık, bundan böyle genel kabul görmesini istediği kimi ekonomik, siyasi kuralları masaya koyuyor. Özetle hegemonya süreci ilk kez doğasına uygun bir biçimde işliyor. Ama bu, yine de sürecin başarısını garantilemiyor...

Monday, March 22, 2010

Bir ‘Yeni Ortadoğu’mu? (I)

ABD ile İsrail arasında, alışılagelmişin ötesinde bir sertlikle tırmanmakta olan tartışmaları izlerken, Umberto Eco’nun‘Gülün Adı’ isimli yapıtının girişindeki kayıp atla ilgili bölümü anımsadım. Fransisken mezhebinden rahipWilliam Baskerwille, manastıra gelirken yolda rastladığı, ama henüz bir anlam ifade etmeyen kimi gözlemleri, son anda elde ettiği bir veriyle birleştirerek manastırın başrahibinin kayıp atı hakkında şaşırtıcı bir çözümleme sergiler.

Ben Baskerwille kadar akıllı biri değilim. Bu yüzden Ortadoğu üzerine şaşırtıcı bir resim sunabileceğimi sanmıyorum. Ama ABD Devlet Başkanı YardımcısıBiden’ın İsrail ziyareti sırasında yaşananların üzerine, Beyaz Saray ve State Department’in kullandığı dil, özellikle mahkûm etmek sözcüğü, bana bir süredir yeni bir Ortadoğu’nun şekillenmiş olduğunu düşündürdü…

Biden ve Bibi

İsrail’de aşırı sağ partilerin koalisyonunun başbakanı Binyamin (Bibi) Natenyahu, ABD’nin tüm itirazlarına karşın Filistin topraklarında 1600 yeni yerleşim ünitesi yapacağını, Biden’in Tel Aviv ziyareti sırasında açıkladı. Bu, ABD yönetiminde, kendi iradelerini hiçe sayan, ABD’yi bölgede iktidarsız gösteren, hatta küstah bir tavır olarak algılandı. Bunun üzerine Biden yaptığı açıklamada İsrail’in tavrını “mahkûm” etti.

O güne kadar İran gibi ülkelere ilişkin kullanılan bu sözcüğün bu kez İsrail için kullanılmış olması, Jarusalem Post’tan Rozen’in “bu da geçer”,Washington Post’tan Krauthammer’in,“ölçüsü kaçmış bir abartma”saptamalarının aksine, kalıcı ve özel bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Nitekim, CENCOM Başkanı GeneralPetraeus, senato silahlı hizmetler komisyonunda, yazılı metinden (dolayısıyla üstleri, Mullen hatta, daha yukarıdaki birleri tarafından onaylanmış) yaptığı konuşmada, İsrail’in Filistin sorununda takındığı tavrın, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına zarar verdiğini vurguladı. Daha sonraCouncil on Foreign Relations’ın kendi uzmanlarıyla yaptığı bir söyleşideLeslie Gelb’in, Bibi’nin yarım ağızla verdiği özür dileme mesajına yönelik sert sözleri de bu yeni durum savını destekler nitelikte.

Petraeus, silahlı hizmetler komisyonunda şöyle diyordu: İsrail’in kimi komşularıyla arasında süregelmekte olan düşmanlıklar bölgede çıkarlarımızı gerçekleştirmeye yönelik çabalarımızın önünde özel bir engel oluşturuyor. Çatışmalar, ABD’nin İsrail’i kayırdığına ilişkin bir algı yüzünden ABD düşmanlığını körüklüyor. Filistin konusunda Arap öfkesi ABD’nin bölgedeki ülkelerle ve halklarla ortaklığının gücünü ve derinliğini sorguluyor, Arap dünyasındaki ılımlı rejimlerin meşruiyetini zayıflatıyor” (Kaplan, Slate, 17/03/10).Brzezisnki’nin de Christian Science Monitor gazetesi ile yaptığı söyleşide Petraeus’unkine benzer saptamalar yaptığı görülüyordu. Her ikisinin ama özellikle Petraeus’un askeri-sınai kompleks’in sesi olduğunu anımsamakta yarar var.

Natenyahu, Biden olayından sonra özür dilemiş, ama, ilginç ve ABD tarafından hiç hoş karşılanmayan bir uyarıda bulunmuştu: “Yerleşimcilerle ilgili açıklamanın Biden’in ziyaretiyle çakışması bir şansızlık olmuş”, ama “her iki ülkenin ortak çıkarları olmakla birlikte,” Natenyahu “İsrail’in yaşamsal çıkarları doğrultusunda davranmak zorundaymış.” (Financial Times18/03/10)

Council on Foreign Relations onursal başkanı ve yönetim kurulu üyesi Leslie Gelb’ise CFR’nin söyleşisinde adeta ateş püskürüyordu. İsrail’inki, “aptalca, tehlikeli, kendine zarar veren bir tutumdu, ama en önemlisi ABD’nin Ortadoğu’daki gücünü ciddi bir biçimde zayıflatıyordu”… “İsrail temel bir gerçeği anlamalıydı: Yahudi devletine sürekli bir savaş içinde olmadan yaşayabilmesi açısından gerçekçi bir umut veren tek şey Amerika’nın gücüydü.” (CFR 18/03/10)

Ortadoğu jeopolitiğinin yeni dengeleri

İsrail sağının bugünkü durumu insanın aklına şeytanın ünlü uyarısını getiriyor:“Ne arzuladığına çok dikkat et, bakarsın gerçekleşir. İsrail sağı, özellikle Natan Sharanski’nin demokrasi teorileri, JINSA ve neocon çevrelerin hazırladığı“Clean Break” adlı rapor, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ve bu bağlamda şekillenen “Büyük Ortadoğu Projesi”, ABD’yi bölgeye doğrudan yerleştirmeyi, bölgeyi “açmayı” Irak, Suriye, İran’da rejimleri “değiştirmeyi”amaçlıyordu. ABD Irak’ı işgal etti; bölgeye, birçok yeni askeri üs kurarak yaygın ve derin bir biçimde yerleşti. Böylece İsrail sağının arzuları büyük ölçüde gerçekleşti.

Ancak, Irak işgalinden 7 yıl sonra karşımızda bu arzularla, ulaşılması beklenenlerle uyuşmayan ilginç bir durum var: İsrail’in bölgedeki konumu askeri, siyasi, ekonomik olarak zayıflıyor, ABD ile ilişkilerinin doğası değişmeye başlıyor.

Irak savaşından bu yana İran’ın bölgedeki ağırlığı arttı, nükleer silah yapmaya eğilimiyse Sünni Arap ülkelerini ABD’ye daha da yakınlaştırdı. ABD’nin, 1950’lerden bu yana, bölgedeki en büyük kaygısı, her zamanulusalcı hareketlerin, özellikle enerji tedariki alanında yaratacağı kısıtlamalardı. Artık, bölgede böyle hareketler yok. Aksine ABD ile yakın ilişkiler kurmaya eğilimli bir ılımlı İslam, onu destekleyen liberal entelektüeller ve hiçbir toplumsal model önermeyen,“yararlı salak” “Cihadist” grupçuklar var. Tüm bu gelişmeler İsrail’in bir pivot ülke, stratejik müttefik olarak ABD açısından önemini giderek azaltıyor.

İkincisi, New York’taki Eurasia GroupBaşkanı Ian Bremmer’ın dikkat çektiği gibi İsrail’in bölgedeki ekonomik ayrıcalıkları da ortadan kalkmaya başladı. Yakın zamana kadar, petrol endüstrisi dışındaki alanlarda finansal ve diğer yatırımlar açısından tek uygun ülke İsrail’di. Bu durum giderek değişiyor. Son yıllarda, özellikle finansallaşmanın hızlandığı kriz öncesi dönemde Körfez ülkeleri, diğer Arap ülkeleri, dünya ekonomisine açılmaya, perakende satışlar, sağlık, turizm, orta-hafif sanayi üretimi ve bir sürü başka alanda yabancı sermayeye uygun ortamlar sunmaya başladılar. Aynı dönemde İsrail ekonomisinin sınırlı çapı, siyasi tecrit edilmişliği (İsrail’de çalışan bir firmanın Arap ülkelerinde çalışma şansı çok zayıflıyormuş) büyük bir zayıflık olarak kendini göstermeye başladı. İsrail’in komşularıyla savaş halinde olan, zayıf hükümetlerle yönetilen, istikrarsız bir ülke görüntüsü de yabancı sermayeyi caydıran bir etken oluşturuyor. Hizbullah yakın gelecekte uzun menzilli füzelerle Tel Aviv’i vurabilecek konuma gelecek. Bu olasılığın elektronik, kimya sanayisi gibi dallarda yatırımcıların bu kentte kalmasını giderek zorlaştırması kaçınılmaz. Bremmer’e göre, güvenlik zayıfladıkça, ekonomik olanaklar daraldıkça İsrail, Soğuk Savaş sonrasında, açılan Ermenistan’ın durumunu anımsatan yoğunlukta bir nüfus kaybıyla, beyin göçüyle karşı karşıya kalabilecek. SSCB döneminde Ermenistan eğitim düzeyi en yüksek cumhuriyetmiş. SSCB çöktükten sonra en eğitimli kesimi dalgalar halinde yurtdışına giderek diyasporaya katılmış.

Özetle, Ortadoğu’da yeni ve İsrail açısından olumsuzlukları arttırma eğilimde olan bir jeopolitik şekillenmenin yaşandığı söylenebilir.Zaman İsrail’den yana işlemiyor. çarşamba günü devam ediyorum.

Monday, March 15, 2010

Avro - Dolar ‘Savaşları’

Yunanistan mali krizi Avro’nun geleceğini tehlikeye attı.” Sorunu böyle koyunca, ister istemez, Yunanistan’ın mali dengeleri, Avro’nun zaafları öne çıkıyor. Ancak, bir boyutu daha var bu sorunun. O da yarım asırdan daha uzun bir süredir uluslararası rezerv para işlevi gören ABD Doları’nın, dolayısıyla hegemonyasının geleceğiyle ilgili.

Geçen yıl bu zamanlar

Geçen yıl bu zamanlar, mali piyasalara ilişkin tartışmaların odağında doların geleceğine ilişkin kaygılar vardı. ABD dünya toplam nüfusunun yüzde 5’ini oluşturuyor. Dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 20’sini üretirken toplam savunma harcamalarının yüzde 50’sini gerçekleştiren ABD’nin parası dolar, küresel döviz rezervlerinin yüzde 65’ini oluşturuyor. Buna karşılık ABD’nin dış ticaret ve bütçe açıkları kritik düzeylere ulaşmıştı, dış borçları, en güçlü jeopolitik rakiplerinin elinde yoğunlaşıyordu. ABD, bu borçlarla, savunma harcamalarını, toplumsal refahını ve küresel siyasi gücünü finanse ediyordu.

Doların değer kaybetmesi halinde, bu borçları elinde tutanların büyük kayıplar yaşama riski artıyordu. Diğer taraftan, bu borçları elinde tutanların en önemlileri ile ABD arasındaki siyasi ekonomik gerginlikler artma eğilimi kazanıyordu.

Geçen eylül ayında yayımlandığında büyük ilgi çeken bir analiz [Antonio Mosconi, “The world supremacy of dolar and the rendering” (1917-2008) http://www.centroeinstein.it/novita/17-the-world-supremacy-of-the-dollar-at-the-rendering-1917-2008], doların tarihini iki döneme ayırıyor, bu krizin öncekilerden farklı olduğunu, “doların uluslararası konumunun son spazmı” olduğunu savunuyordu. Mosconi’nin başarıyla sergilediği gibi, dolar 1917-1968 arasında, önce sterline rakip olarak yükselmiş, onu devirdikten sonra en çok kredi veren (en güçlü) ülkenin parası olmuştu. İkinci dönemde ise dolar artık “borç imparatorluğu”nun (Bonner ve Addison Wiggin, 2005) parasıydı.

Mosconi, “Her gün eski borçları servis etmek, yenilerini oluşturmakla meşgul olan ABD yönetiminin uluslararası mali piyasaların denetlenmesini istemesini, tehlikeli spekülatif araçların sınırlanmasını kabul etmesini, neredeyse sonsuza doğru genişleyen kaldıraç oranlarına bir üst sınır koymasını beklemek boş bir hayaldir... ABD yönetimlerinin, piyasa köktenciliği özelleştirme/mülksüzleştirme, serbestleştirme gibi ıvır zıvırın altında esas gizlemeye çalıştıkları, asla ödemeye niyetli olmadıkları bir borç yükünü inşa etmekte olmalarıydı” diyordu.

Mosconi’ye göre, eğer uluslararası sistem bir an önce radikal bir reformdan geçirilmezse, korumacılığa, savaş ortamına düşülebilirdi.

Geçen yıl bu zamanlarda, bu reformlara yönelik, taleplerin, çabaların da artmaya başladığı görülüyordu. Örneğin, Çin’in ve Asya ülkelerinin petrol ihraç eden ülkelerin, uluslararası rezervlerini çeşitlendirmeye başladıklarına ilişkin haberler artmaya başlamıştı. Diğer bir deyişle, dolardan uzaklaşma eğilimi güçleniyordu. Doların uluslararası rezerv para olarak kalmasının en önemli dayanaklarından biri, belki de en önemlisi enerji mallarının ticaretinin dolar üzerinden yapılmasıydı. Bu koşullarda OPEC ülkelerinin, petrol fiyatını, dolardan koparıp bir uluslararası döviz sepetine geçirme talepleri (ki bu fiilen başlamış bir olaydı) giderek güçleniyordu. Çin açıktan açığa dolardan, “Özel Çekim Hakları” (Special Drawing Rigts) gibi birimlere geçmeyi öneriyordu. Asya Para Fonu’nun kurulmasına ilişkin çalışmalar yoğunlaşıyordu.

‘Bunların niyeti zaten kötüydü’

Avrupa Birliği’nin ekonomisi, ABD’ninki kadar büyük. Bu yüzden Avro başından itibaren, doların yerini almaya en güçlü aday olarak görüldü. 2008’de kriz başladığında, uluslararası varlıkların içinde doların payı yüzde 40 iken Avro’nun payı yüzde 30’a ulaşmıştı. Uluslararası döviz işlemlerinde Avro’nun payı yüzde 20’ye ulaşırken dolarınki yüzde 44’e gerilemişti. Bu krizin içinde Avro öne geçebilirdi. O zaman ABD’nin dolar hegemonyası da sona erme sürecine girebilecekti. Buna karşılık Avro’nun aday olmaktan çıkması, doların rezerv para olarak kalma süresini uzatabilirdi.

Yunanistan krizi başladığında, dikkatler hemen ABD sermayesinin, Anglosakson medyasının üzerinde yoğunlaştı. AB liderliği, “ateşe benzin döküldüğünden”, spekülatif saldırılardan yakınmaya başladı. Spiegel’ın özetlediği gibi Berlin başta olmak üzere AB liderliği, John Paulson, John Taylor, Jonathan Clark gibi büyük ABD spekülatörlerinin etkinliklerini, “istikrar bozucu manevralar, Avro’ya başından beri karşı olan Londra ve New York finans kurumlarının kasıtlı operasyonları” olarak görüyordu. Bu liderler “belli ki Avro’nun düşmanları, öldürücü darbeyi vurmak için zamanın geldiğine inanıyorlar” diye düşünüyorlardı (Der Spiegel 09/03/2010).

Böylece AB, Berlin ve Paris’in önderliğinde hızla tedbir almaya, hatta misilleme yapmaya başladı. Geçen hafta, Berlin ve Paris, “heç fonların”, spekülatif enstrümanların, özellikle kredi sigortalarının (CDS) denetlenmesi gerektiğini, bu talebin G20 toplantısı kararlarıyla uyum halinde olduğunu ileri sürdü, bu niyetlerini ABD yönetimine bildirdi. İngiltere hükümetini de yanına alan ABD yönetimi adına cevap veren Maliye Bakanı Tim Geithner’in, “böyle bir girişimin korumacılık anlamına geleceğini” ileri süren tepkisiyse oldukça sert (Financial Times 11/03/10) oldu. Cumartesi günü Washington Post, bu çatışmayı “ABD küresel düzenleme istiyor, Avrupa, ABD kaynaklı heç fonları yasaklamak istiyor” anlamına gelecek biçimde sunuyordu.

Geçen hafta, Yunanistan Başbakanı Papandreu, Brooking Institute’de, “spakülatörler demokrasiye karşı” başlıklı bir konuşma yapıyor, AB IMF’nin devreye girmesine karşı çıkıyor, Avrupa Para Fonu önerisi gündeme geliyordu. Avro’nun korunma refleksi bunlarla da kalmıyordu. Alman Maliye Bakanı’nın ağzından Moody’s, Standard and Poors gibi reyting kuruluşlarını hedef alıyordu. Bunlar hem kriz gelirken gözlerini kapamışlardı. Hem de sonra Güney Avrupa’ya gelip, ülke reytingini indirerek krizi derinleştirmeye başlamışlardı. Avrupa Merkez Bankası’na da ülke ekonomilerine ilişkin olarak, reyting yapma yetkisi verilerek ABD reyting kuruluşlarının tekelinin kırılmasından söz ediliyordu.

Bu karşılıklı gerginlik başka alanlara da sıçrıyor, Alman basını AB’nin dış ilişkiler temsilcisi Layde Ashton’u ilgili görevlere hep kendi ülkesinden uzmanları getirmekle suçluyordu. İngiltere medyası Ashton’u savunmak için kolları sıvamıştı. Şubat ayında da AB Parlamentosu, ABD yönetiminde şok yaratan bir kararla, ABD güvenlik soruşturma kurumlarının SWIFT üzerinden AB bankalarının hesaplarına girmesine izin verecek olan yasa önerisini reddetmişti.

Geçen hafta Avrupa havacılık şirketi EADS, ABD ordusunun 35 milyar dolarlık 179 havada ikmal tankeri ihalesinden çekildi. Fransız ve Alman yönetimleri ABD yönetimini Boeing lehine korumacılık uygulamakla suçladılar. İktidar ve muhalefet partilerinin liderlikleri, olayı “skandal” olarak nitelerken ABD’yi ikiyüzlülükle suçladılar. Fransız Dışişleri de ABD yönetimine, “bunun etkilerini gözden geçireceklerini” bildiren sert bir mektup gönderdi. Dünya ekonomisinin fay hatları üzerindeki basınçlar bu kez dolar-Avro rekabeti üzerinden artmaya devam ediyor…

Wednesday, March 10, 2010

Monday, March 08, 2010

Birinci Yılın Sonunda Balbay’ı Düşünürken…

Mustafa Balbay, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanmasının ardından tam bir yıldır adaleti bekliyor. Benzer dava ve soruşturmalarda bazı şüphelilerin ‘delilleri karartma’ ya da ‘kaçma’ şüpheleri olmadığı için serbest bırakılmalarına karşın Balbay’ın hâlâ tutuklu olması” çok garip, anlaşılması zor bir durum.

Bu garipliğin arkasında yatan mantık üzerinde düşünürken, gözüme, Hannah Arendt’in The Origin of Totalitarianism (1951) (Totaliterliğin Kaynakları) başlıklı çalışmasının ilk kez İbraniceye çevrilmesi münasebetiyle, Prof. Sholomo Avineri’nin kaleme aldığı yorumu takıldı (Haaretz 03/03/2010). Arendt’in kitabı, totaliter rejimlerin özgünlüklerini düşünürken çok yararlandığım bir yapıttır.

Solda pek ilgi görmedi

Arendt’in kitabı solda pek ilgi görmedi. Bu ilgisizliğin arkasında iki önemli neden var. Birincisi, sol gelenek başta Troçki, Gramsci olmak üzere faşizmi çözümleyen çok güçlü yapıtları içeren geniş bir yazına sahip. Bunlardan fırsat bulup da Arendt’i okumak kolay değil.

İkincisi, Arendt’in faşizmi ve komünizmi (ama esas olarak Stalin dönemi Rusya’daki rejimi) birlikte ele alarak irdelemesi kitabının kötü bir üne sahip olmasına yol açtı. Solun tepkisi tabii ki haklı. Zizek’ın işaret ettiği gibi, faşizm (nazizm) daha baştan, insanlık düşmanı, soykırım yapmaya niyetli ve militarist olarak doğan, kapitalizmi, en temel çelişkisini zorla bastırarak korumayı amaçlayan, yıkılana kadar da bu amaçlarını büyük bir başarıyla gerçekleştirmiş bir proje. “Her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyi değiştirmeyi amaçlayan”, “kötü” bir proje faşizm.

Komünizm ise insanlığı baskı ve sömürüden, militarizmden kurtarmak amacıyla yola çıkan bir proje. Zaman içinde tarihsel koşulların da etkisiyle, Stalinizmin “kötülüklerini” üretmiş olması, baştan planlanmış doğal bir sonuç değil, bir sapma. “İyi” başlamış, saparak “kötü” bir yerde çökmüş bir proje. Faşizm amacına ulaştığı için çöktü. “Komünizm” ise ulaşamadığı için…

Ancak Arendt’in çalışmasında bu hataların yanı sıra, kapitalist dönemde şekillenen, bizzat kapitalizm tarafından üretilen yeni tür totaliter rejimlerin kaynaklarını önceden tanımaya ve doğasını kavramaya yardımcı olacak önemli çözümlemeler de var. Arendt’in, liberal demokrat bir felsefi ve siyasi çizgiye sahip olması, yapıtının öncelikle bu kesimde, özellikle “Soğuk Savaş” döneminde büyük kabul görmesine yol açmıştı. Bu nokta önemli, çünkü tüm zaaflarına karşın bu çalışmada totaliter rejimlere ilişkin yapılan çözümlemelerden hareketle bugün kendine liberal diyenleri ya da demokrasi projesi adına totaliter eğilimleri destekleyenleri, onların konuştukları dilin içinde kalarak uyarmaya çalışmak olanaklı.

‘Yeni tür bir tiranlık’

Prof. Avineri’nin yorumuna koyduğu “Yeni tür bir tiranlık” başlığı, yukarıda değindiğim nedenlerden dolayı, bence çok uygun. Avineri, Arendt’in kitabının liberal düşünce açısından önemini saptadıktan sonra, belki de kendi konumu itibarıyla haklı olarak, öncelikle yapıtta Yahudi sorununu tartışan bölümlerde tüm Yahudileri zengin bankacılara, finans sektörüne indirgeyen saptamaların yanlışlığıyla, bu yanlışlığın kaynaklarıyla hesaplaşmaya ağırlık veriyor.

Ama Arendt’in yeni bir tür tiranlık (tek adam diktatörlüğü) modeline ilişkin kimi aydınlatıcı çözümlemelerine de değinmeyi ihmal etmiyor.

Hannah Arendt’e göre totaliter hareketler, kitlelerin, geleneksel toplumsal koşullar çözülmeye başladığında, içine düşmeye başladıkları psikolojik duruma bir cevap olarak ortaya çıkıyorlar. Ama bu hareketler, halkı yüceltmek, demokratikleştirmek yerine, onu atomize olmuş kalabalık psikolojisine dayanarak yönetiyor. Bu yaklaşıma göre, modern yaşamda yaygınlaşan yabancılaşmadan beslenen yeni tür bir tiranlık rejimi var karşımızda. Bu yeni tiranlık rejimi, simgesel düzeyde sınıf farklılıklarını bastırıyor, sınıflar yokmuş gibi davranıyor. Bu rejimin liderleri, kendi projelerini yaşama geçirebilmek için “halkın iradesini” (milli iradeyi) temsil ettiklerini ileri sürüyor, bu iddialara dayanarak verili hukuk düzeni devlet yapılarını yok sayarak çözebiliyorlar. Bu bağlamda tüm aykırı düşünceleri (basını, sanatı) susturmak, ortak bir giysi modeli yerleştirmek, yaşamın çeşitli alanlarında (zaman ve mekân düzenlemesi açısından) denetim kurmayı, (artık Avineri’nin makalesinden uzaklaşmaya başlıyorum) böylece kendi “hakikat rejimlerine” uygun, yeni bir “bio politiği” yerleştirmeyi amaçlıyorlar.

Denetim esas…

Hannah Arendt’in çalışmasında işaret ettiği gibi, bu rejimlerin en önemli özelliği (baskıyı açıkça uygulamanın ötesinde), etkin bir korku ortamı yaratarak herkesin kendi kendini ve çevresini denetlemesini sağlamayı başarmak oluyor. Bunu başarmanın bir yolu da toplumu, devlet kadrolarını kendi ideolojilerini her düzeyde yeniden üreten, hiyerarşik bir yapı içinde örgütlemeyi amaçlamak oluyor: Herkes eninde sonunda bizim üyemiz olmalıdır!

Kendi düşüncesini (hakikat rejimini) tümüyle egemen kılmayı amaçlayan bu “yeni tiranlık rejimi” medyayı ve eleştirel entelektüelleri tümüyle susturmayı, aynı anda da kendisine biat etmiş, sadık, yalnızca rejimin açıkladığı “gerçekleri” yayacak bir medya, savunacak entelijansiya oluşturmayı amaçlıyor. Dahası bu yeni tiranlık rejimi, modern devletin yasama yürütme, yargı, ordu gibi kurumlarını tümüyle kendi denetimi altına almayı, şiddet uygulama, adalet dağıtma araçlarını kendi tekelinde toplamayı hedefliyor. Bu tür rejimlerin, yargı ve cezalandırma süreçlerini, heyecanlı ve korkutucu bir gösteriye çevirdiği; suçladıklarını, yargı tarafından cezalandırmadan önce kamuoyunda mahkûm etmeye çabaladığı özellikle dikkat çekiyor

Bu rejimler, kendi vatandaşları hakkında, tarihte görülmemiş ölçülerde bilgi topluyor, hatta üretiyor, dosyalar oluşturuyor, en son teknolojileri toplumu izlemekte kullanıyorlar. İnsanların özel yaşamları tümüyle yok sayılıyor, tüm konuşmaları, telefonları dinleniyor, iletişim araçları mektup (şimdilerde e-mail vb.), günlük yaşamları, banka hesapları, mali kaynakları, işlemleri yakından izleniyor. Özel mülkiyet, mahremiyet, bedensel dokunulmazlık hakları sürekli ihlal ediliyor. Arendt’in aktardığına göre Nazi döneminde yönetim “yalnızca uyumakta olan insanların özel yaşamları olduğuna inanıyor”. Bu tür rejimlerin, bir “emperyal sadaka rejimi” benimsediğini, emekçi sınıfların haklarına tümüyle duyarsız olduğunu, onları sıradan makineler, eski Roma’dan bir kavramı ödünç alırsak, adeta “ses çıkaran gereçler” olarak görme eğiliminde olduklarını da ayrıca vurgulamaya gerek yoktur sanırım.

“Balbay neden hâlâ ‘içerde’ diye düşünürken”, Wall Street Journal’ın “soykırım” tanımını benimseyen komisyon kararını eleştiren, “Kongre Türkiye ile ilişkileri zehirledi” yorumuna da rastladım. Yorumun sonundaki paragraf ise çok şaşırtıcıydı. Wall Street Journal, “Eğer Kongre üyeleri Türkiye’nin insan hakları karnesiyle bu kadar çok ilgileniyorlarsa, önce Türkiye hükümetinin halen yaptıklarına, bunun için de Soner Çağaptay’ın, yan sütunlardaki yorumuna bakmayı deneyebilirler” diyordu. “Ne ilgisi var?” diye düşünürken gözüm Çağaptay’ın yazısının başlığına takıldı: “Türkiye’nin korku Cumhuriyeti”… Çok ilginç.