Wednesday, September 30, 2009

Finansal “şok” ve “toparlanma” arasında bir yerde...

Geçen hafta toplanan G-20 zirvesi öncesinde, medyada kaygılı bir hava egemendi: Önceki iki toplantıda gerçekleşen işbirliği dünya ekonomisini bir uçuruma düşmekten kurtarmıştı. Ancak hala uçurumun kenarında dolaşıyorduk. Yapılması gereken çok iş vardı. Küresel finansal şokun ilk etkileri geçmeye başlaması, bu kez, işbirliği ruhunu zayıflatacak, ulusal çıkarlar peşinde gitme eğilimini güçlendirecek miydi?

G-20 zirvesinden çıkan deklarasyon bu kaygıların ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Le Monde’un yorumuna göre deklarasyonda “birçok olumlu nokta vardı, ama hedeflerin gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak araçlar belirlenmediğinden, bu bir siyasi eylem programından daha çok bir niyet belgesini andırıyordu”.

G-20 toplantısında yaşananlar, ABD’nin dünya ekonomisindeki gelişmeleri belirleme kapasitesinin zayıflamaya devam ettiğini, bir “güçler dengesi” ortamının şekillenmekte olduğunu da gösteriyordu.

Gündemin ana başlıkları

Mali krizle, toparlanma noktası arasında bir yerde” olduğumuzu söyleyen G-20 zirvesi başlamadan bir gün önce, Financial Times bu “noktayı” şöyle tanımlıyordu: “2006’da ekonominin dalgası geri çekilmeye başladığında, hemen hiç kimse hafif bir yavaşlamadan daha öte bir şey beklemiyordu. Uzun bir küresel genişlemeden sonra siyasiler, iş devrelerini (busines cycles) yumuşatarak kontrol altına aldıkları için birbirlerini kutluyorlardı. Bu ‘büyük yumuşama’ şimdi büyük bir yanılsama gibi duruyor… IMF kaybedilen üretim kapasitesinin, bir daha geri gelememek üzere kaybolduğunu söylüyor… Dünya ekonomisi hala bir uçurumun kenarında” (23/09/09). Şimdi dikkatlerin dağılmaması, işbirliğinin bozulmaması, onarım sürecinin biran evvel başlaması gerekiyordu.

Bu bağlamda G-20’nin gündemini de altı başlık oluşturdu. Küresel dengesizlikler, bankaların sermaye tabanlarının güçlendirilmesi, “yükselen ülkelerin” dünya ekonomisinin yönetişim sürecine daha yakından katılması, bankerlerin maaş ve ikramiyelerinin sınırlandırılması, uluslararası mali sistemi düzenleyecek yeni kuralların getirilmesi, küresel ısınma sorunuyla ilgili olarak, Aralıkta yapılacak “iklim zirvesinden” önce yeni, olumlu adımlar atılması.

Ancak, toplantı bittiğinde, küresel dengesizliklerle ilgili üç aşamalı bir çözümle karşı karşıyaydık. Birinci aşamada, ülkeler dengesizlikleri aşmak için alacakları önlemleri planlayacaklar. İkinci aşamada bu planı diğer ülkelere açıklayacaklar. Üçüncü aşamada IMF, plana uyulup uyulmadığını saptayacak; ancak zorlayıcı bir güce sahip olmayacak. Bankların sermaye tabanlarının güçlendirilmesine gelince, bu konu üzerinde bir anlaşmaya varılamadı ve niyet olarak kaldı. Bankerlerin maaş ve ikramiyelerinin sınırlanmasına yönelik somut adımlar atılamadı, çözüm uyulması umulan genel önerilerle sınırlı kaldı. Uluslararası mali sistemin düzenlenmesine ilişkin öneriler de somutlanamadı. Bu konu gelecek toplantılarda görüşülmeye devam edilecek. Tek somut sonuç yaratabilecek kararlar, yükselen güçlerin küresel yönetişime katılımını güçlendirmeyi amaçlayan, diğer bir deyişle şekillenmekte olan yeni dengeleri yansıtan kararlardı. Bu bağlamda, G-7 tarihe karışırken G-20 yeni küresel ekonomik platform olarak saptanıyor, IMF yönetimi genişletiliyor, payların oranları yeniden düzenleniyordu.

Üç köşeli dünya

G-20 zirvesinden çıkanlara bakınca, büyük güçlerin, finansal şokun tekrarlanmasını engelleme, krizi aşma çabalarından daha çok, şok sonrası ortamda, krizi içinde yeniden konuşlanma, krizin yükünü birbirlerinin üzerine yıkma çabalarıyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Bu bağlamda Obama’nın dengesizlikleri aşmak için yaptığı “ABD daha az tüketecek, daha az ithal edecek. Diğer ülkelerin daha az ihracat yapması, iç tüketimi güçlendirmesi gerekiyor” önerisine ve gelen tepkilere bakmak yeterli. Obama, diğer ülkelere, esas olarak Almanya ve Çin’i hedef alarak, kapasite fazlanızı bana ihraca etmeyiniz, aksine benim fazla kapasitemi emecek talebi üretmeye öncelik veriniz diyor. Buna karşılık, Almanlar “bizim durumumuz Çin’den farklı, sorumluluğu bize yıkmayınız” (Spiegel, 23/09/09) diyor. Çin Başbakanı Hu Jintao da “biz dış ve iç talep yapılarında gereken düzenlemeleri yaptık” (The Guardian, 26/09/09) diye cevap verirken, Çin Ticaret Bakanlığında, uluslararası ticaret direktörü Yu Jianhua’nın “bir ülke liderinin bir başkasına benden daha fazla ithalat yap çağrısında bulunması piyasa ekonomisi ilkelerine ne kadar uygun emin değilim” sözleri, yalnızca iş birliği ortamının sınırlarını değil, ABD etkisindeki zayıflamayı da gözler önüne seriyordu. Bu arada mali ve ticari korumacılık dalgası yükselmeye devam ediyordu.

ABD’nin bankaların sermaye tabanlarını güçlendirmeye yönelik önerileri de dirençle karşılandı. Fransa Maliye Bakanı Christine Lagarde’a göre, bu öneri ABD’nin daha önce büyük mali yardım ve kurtarma operasyonlarıyla desteklediği bankalarının konumlarını küresel düzeyde, ama özellikle Avrupa bankaları karşısında güçlendirmeyi amaçlıyordu (WSWS, 24/09/09)

Buna karşılık Fransa ve Almanya’nın özellikle mali sistemin düzenlenmesi gerektiğine, banka müdürlerinin maaş ve ikramiyelerine yaptıkları vurgu, kriz ortamından, ABD mali sistemine yönelik eleştirilerden yararlanarak, ABD bankalarının uluslararası gücünü kırmayı amaçlıyordu.

G-20 toplantısı “kararları” dünya ekonomisinin artık çok kutuplu, esas olarak üç köşeli bir özellik kazanmaya başladığını gösteriyordu. Birincisi, dünya ekonomisinin yönetişimine ilişkin konuklarda, bundan böyle, inisiyatif en gelişmiş ülkelerin örgütü olan G-7 toplantılarından, G-20 toplantılarına geçiyordu. Ancak uluslararası siyasi ilişkilerin yine G-8 inisiyatifinde kalmaya devam edecek olması, hem merkez ülkelerin konumlarını terk etmedeki isteksizliklerini gösteriyor, hem de dünya ekonomisinde şekillenen ekonomik ve siyasi güç dengesizliklerine işaret ediyordu gösteriyordu. Dahası G-20 içinde de, bir “G-5” (ABD, Japonya, Çin, Hindistan ve AB) şekillenmesinden söz edilmesi, belli ki birilerinin, öbürlerine göre “daha eşit” konumda olacağını gösteriyordu. G-7’den G-20’ye geçiş, onun içinde, bir G-5 konseptiyse, AB ülkelerinin göreli ağırlığını, azalırken, ABD ve Çin ekseni arayışlarıyla da uyum halinde olan bir gelişmeydi. ABD’nin IMF yönetim kurulu üyeliğinin 24-den 20’ye indirilmesine, gelişmiş ülkelerin (esas olarak Avrupa ülkeleri) paylarının yüzde 5’inin, Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen olan ülkelere aktarılması da benzer eğilimin ürünüydü. Ama, Financial Times’a göre İngiltere ve Fransa’nın sert direnişi, “ABD veto hakkını” gündeme getirmeleri, bu sorunun çözümü de gelecek toplantılara bıraktı. Küresel ısınma konusunda da, Çin’in daha uyumlu davranacağını göstermesinin ötesinde bir somut adım atılamadı.

Kurtarmalardan, birleşmelerden sonra, en büyük bankalar şimdi daha büyük. Hala, karmaşık enstrümanlarla riskli işlemlere devam ediyorlar. Buna karşılık sermaye tabanları hala son derecede zayıf, ama siyasi etkileri denetim girişimlerine, maaş ikramiye sınırlamalarına başarıyla direnecek kadar güçlü. Finansal köpüklerden çıkan enerji, bütçe açıklarını, kamu borçlarını likiditeyi şişirdi. “Ekonomik toparlanma”, işte bu yeni şişkinliğin üzerinde duruyor. Şimdi finans sermayesi şişkinliğin temizlenmesinin yükünün halkın üzerine yıkılması için bastırıyor.

Thursday, September 24, 2009

Kriz ve “geleceğe dönüş”

ABD’nin Çin imalatı oto lastiği ithalatına %35 vergi koyması, geçen hafta korumacılıkla ilgili tartışmaları aniden yoğunlaştırdı. Tartışmalara katılanların hemen hepsinin aklında,1930’ların önce uluslararası ticareti sonrada barışı dinamitleyen korumacılık dalgası vardı.

Korumacı eğilimlerde yine bir artış var

Bir “Aşırı üretim” krizine karşı alınan önlemlerin mali piyasalarda yarattığı balon patlayınca, kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunu yeniden gündeme gelirken, işsizlik hızla artmaya başlıyor. Böylece hükümetler , “artık bir şey yap” diyen, giderek güçlenen bir siyasi basınç altına giriyorlar. Prof Williamson’un, bu krizden önce, birçok kez aktardığım, son iki küreselleşmeyi karşılaştıran, bir öncekinin 1930’larda çöküş nedenlerinden dersler çıkartmayı amaçlayan çalışmasında vurguladığı gibi, hükümetler bu basınca dayanamayarak, işsizliği, kapasite sorunlarını “ihraç edecek”, korumacı, merkantilist, hatta emperyalist uygulamalara yöneliyorlar. Diğer bir değişle iç piyasayı koruma, dış piyasalara, maliyet düşürücü kaynaklara ulaşma çabaları giderek hızlanıyor. Bu süreçte hükümetlerin yolları kesişiyor, ekonomik rekabet, siyasi gerginliklere, hatta savaşlara açılabiliyor.

Bu kez de benzer eğilimler güçleniyor. Serbest piyasa Ayetullahları çiklet, balon satıp, fal açıp, rüya tabirleriyle avunmaya çalışa dursunlar, resesyon hafifler gibi olurken, ekonomik krizin yapısal derinliklerinden gelen dinamikleri işlemeye, bu nedenle de “iki dipli” (“W” tipi) resesyon” korkusu varlığını korumaya devam ediyor. Financial TimesDünya ekonomik gerilemenin merkezindeki sorunları halledemedi, yeniden resesyona düşebilir”(14/09/09) diyor. . Stiglitz’e göre “gereken dersler alınamadı”…”Obama Wall Street’e boyun eğdi… risk alma her zamankinden daha fazla” (The Guardian 14/09/09). Ekonomik toparlanmanın, işsizlikteki azalmanın çok yavaş ve zayıf olması bekleniyor.

Geçtiğimiz 15 yılda, ama esas olarak 2002 -2007 arasında tüketim gücünü (refah düzeyini), üretimi, yatırımları ayakta tutan mali genişleme sönmeye başlayınca, önceki paragrafta değindiğim eğilimler yine kendilerini dayatmaya başladılar. Kredi piyasaları tıkandı, tüketim, üretim, yatırımlar hızla geriledi., dünya ticaretinde görülmemiş bir daralma yaşandı. Aynı anda önce mali, sınai, sonra da ticari korumacılık eğilimleri hızla gündeme gelmeye başladı. “Ekonomik ulusalcılık” denen bir olguyu daha önce birçok kez konuşmuştuk. Hükümetler, stratejik sanayilerini, bankalarını, şirketlerini krizden korumak ayakta tutabilmek için çeşitli mali yasal desteklemeleri gündeme getirmeye başlamışlardı. Örneğin, serbest piyasa hurafesine (pardon kurallarına diyecektim) göre, iflas ederek piyasa payını rakibine bırakması gereken otomotiv şirketlerinin, bankaların kurtarılması, kurtarma paketlerinde verilen mali yardımların, o ülkede üretilen mallara yönlendirilmesi, yada yalnızca o ülkenin şirketlerine verilmesi, yararlanabilmek için ülke ekonomisine geri dönme şartı konması, devletten devlete mali yardım gibi önlemlerin hepsi, rekabet dengelerini bozan korumacılık önlemleri kategorisine giriyorlar.

Dünya Bankası’nın Küresel “damping” (ihracatta aşırı fiyat kırma) veri bankası, korumacılık girişimlerinin, 2008 yılında yüzde 44 arttıktan sonra bu yılın ilk yarısında da, 2008’in aynı dönemine göre yüzde 18.5 arttığını gösteriyor (Washington Post, 15/09/09). Dünya Ticaret Örgütü ve Küresel Ticaret Uyarı örgütünün yayınladığı bir rapor da, her üç günde bir ortalama bir G20 üyesi ülkesinin “korumacılık yapmayacağız” vaatlerine aykırı davrandığını gösteriyor (Financial Times, 15/09/09)

Bu kez farklı

Bu tip, çoğu kez genel, hatta pasif tedbirleri, herkes kendi ülkesinde gücü yettiğince almaya çalışıyor; bunlar çok fazla siyasi gerginlik yaratmıyor, ticaret savaşlarına yol açmıyorlar. Giderek gündeme gelmeye başlayan, doğrudan ithalatı engellemeye yönelik, hatta belli ülkeleri hedef alan korumacılık uygulamalarıysa ticaret savaşlarına yol açma potansiyeli taşıyor.

ABD’nin Çin kaynaklı lastiklere koyduğu %35 ithalat vergisi, doğrudan bir ülkeyi hedef alıyor. Üstelik, Foreign Policy’den bir yorumcunun işaret ettiği gibi, Obama’nın ithalat vergisi, Çin’in DTÖ’ye girme koşullarındaki bir yasal boşluktan yararlandığından, diğer ülkelerce de benimsenerek hızla metastaz yapma potansiyeli taşıyor. Belli bir ülkeyi hedef aldığından, siyasi açıdan geri adım atma şansı bırakmıyor, Çin’in, hemen DTÖ’ye başvurması, ABD’de tarım lobisi açısından önemli bir ihraç malı olan tavuk ürünlerini hedef alması, bu uygulamaya misilleme yapmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Her iki ülkede de güçlü bir korumacı, milliyetçi basınç yükseliyor (14/09/09).

ABD’yle Çin arasındaki bu anlaşmazlığın bu kadar ilgi çekmesinin bir başka nedeni daha var. Çin her hangi bir ülke değil; ABD’nin stratejik rakip olarak gördüğü, dahası bu resesyondan güçlenerek çıkması beklenen, bir yükselen bir güç. Diğer bir değişle ilgi ve kimi kaygılar, Zachary Karabell’in The New Republic’de işaret ettiği gibi, dünya ekonomisinin merkezinin yer değiştirmeye başlamasıyla ilgili (17/09/09). Geçmiş resesyonlardan farklı olarak bu kez dünya ekonomisine ABD’değil Çin lokomotiflik yapıyor, halen demir, bakır ve diğer hammadde piyasalarındaki güçlü talebin arkasında Çin ekonomisinin büyüme hızı yatıyor. Bu büyüme hızı ABD’nin, Procter Gamble, General Electric, Caterpillar gibi güçlü, iş yaratma kapasitesi yüksek şirketlerini de besliyor. Dahası Çin her ay en az 20 milyar dolar değerinde hazine kağıdı olarak ABD’ye borç veriyor.

Newsweek editörü Fareed Zakaria’nın da işaret ettiği gibi, Çin, krize bütçe fazlasıyla giren tek ülke. Çin’in ekonomik büyüme hızı bu yılın ilk dört aylık döneminden yüzde 6.1 olmuştu ikinci dört aylık dönemde yüzde 7.8 a yükseldi. 600 milyar dolarlık, “ekonomiyi canlandırma” paketi, “ikinci dalga” Çin kentleri için mükemmel bir alt yapı kurarak gelecek 20 yılı güvence altına alıyor (Chinaview, 17/09/09).

Financial Times’dan Gideon Rachman’ın vurguladığı gibi Çin önümüzdeki dönemin lider ülkesi olmaya kararlı. Daha şimdiden Almanya’yı geçerek dünyanın birici ihracatçısı, ABD’yi geçerek en büyük otomotive pazarı olmuş durumda. Dünyanın en büyük, 2 trilyon doların üzerinde, dış kaynak rezervine sahip. Çin dünya ekonomisinin en önemli kredi kaynağı olmuş durumda. Çin, ABD’deki ekonomik yavaşlamanın da yardımıyla, hızla dünyanın en büyük ekonomisi olmaya doğru gidiyor

1930’lardaki büyük bunalımdan önce ABD çıkmış, ekonomik modeliyle dünya ekonomisini de peşinden sürüklemiş, hegemonik ülke konumuna yükselmişti. Bu kez gözler Çin’in üzerinde. Ancak iki noktayı göz önüne almakta yarar var. Birincisi henüz Çin’in geliştirdiği, herkese örnek olacak yeni bir sermaye birikim modeli yok. İkincisi, bir önceki krizden çıkışta ABD’nin ekonomik önderliği kadar, askeri gücü,c II.Dünya savaşının yarattığı yıkım da rol oynamıştı…

Wednesday, September 16, 2009

Uygarlığın Çıkmaz Sokağından Görüntüler

Uygarlığın Çıkmaz Sokağından Görüntüler-I

Birbirinden bağımsız olarak sürmekte olan iki tartışma arasındaki karşıtlık, kapitalist uygarlığın nasıl bir çıkmaz sokakta olduğunu çok açık bir biçimde gösteriyor.
Birbirine taban tabana zıt yönlerde ilerleyen bu iki tartışma ilginç bir biçimde “yeni orta sınıf” kavramı üzerinde kesişiyor. Birinci tartışmada, krizden çıkabilmek için “yeni orta sınıfın” tüketimini arttırmanın yolları araştırılıyor. İkinci tartışmaysa, küresel ısınmayı durdurabilmek için, bir yolunu bulup, “yeni orta sınıfın” tüketimini kısıtlamakla ilgili.
Bu iki tartışmanın sergilediği durum, ne yazık ki insanlığın iki seçenekle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ya bu “yeni orta sınıf”, ulusal, bölgesel kamplara bölünerek, bir kaynak paylaşım kavgasında birbirinin gırtlağına sarılacak, ya da küresel düzeyde güçlerini, aklını birleştirmenin, bir dayanışma ve eylem alanı oluşturmanın yolunu bularak, uygarlığı bu çıkmaz sokaktan çıkarabilecek seçenekleri gündeme getirecek…

Krizden çıkmak için daha çok tüketim…
Birinci tartışmanın, oldukça kapsamlı bir özetine geçen hafta bir Newsweekmakalesinde rastladım. Makalenin savı kabaca şöyleydi: Mali kriz geride kalıyor ama yeni üretim ve tüketim kapa-sitesi nereden gelecek. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki tüketim gerilemesinin açığını başta Çin olmak üzere diğer Asya ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler kapatabilir mi?
Diğer bir deyişle, halen geçerli (ama krizini yaşamakta) olan egemen sermaye birikim rejimi, tüketimin arttırılmasını gerektiriyor. Neoliberalizm (küreselleşme) altında, giderek kredi köpüğüne dönüşen bir mali genişlemenin körüklediği tüketim, dünya hasılasının yüzde 60’ına ulaştı.Şimdi kredi köpüğü sönerken bu köpüğün yarattığı kapasiteyi destekleyen tüketimi sürdürmek giderek zorlaşıyor. Bu yüzden, kimi piyasa ekonomistleri “çıkıyoruz” filan diye sevinseler de, çok ciddi bir kapasite fazlası sorunu gelişmeye devam ediyor. Mali krizin bir çöküşe dönüşmesini engellemek için gündeme gelen mali genişlemenin sınırına gelindi. Hatta, ABD ve İngiltere’de hükümetler, bütçe açıkları ve kamu borçlarıyla başa çıkmak (bu kez devletin mali krizini aşabilmek) için kesintileri, ek vergileri gündeme getirmenin zamanını tartışmaya başladılar.

Bu tüketim açığını nasıl kapatabiliriz sorusuna cevap ararken, Newsweek, McKinsey Global Institute (MGI) ekonomi uzmanlarının yaptığı bir araştırmanın bulgularını aktarıyor. MGI’ya göre, 2015 yılına kadar, Asya’da ve diğer gelişmekte olan ülkelerde, “yeni orta sınıfın” saflarına, büyük harcama kapasitesine sahip bir milyar yeni tüketici katılacakmış. Bunların tüketim hızı ve eğilimleri de, kriz sonrası dünyanın gideceği yönü belirleyecekmiş.

Bu noktada, Newsweek dikkatini, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi ve beşinci büyük tüketici olan Çin’e yönelterek bu ülkede tüketimin GSMH’sinin yalnızca yüzde 36’sına ulaştığına dikkat çekiyor. Bu oran ABD’ninkinin yarısı, Avrupa ve Japonya’nın 2/3’üymüş. Çin büyümeyi trendinin (yıllık yüzde 9-10) yüzde 80 üzerine, tüketimin payını yüzde 45’e yükseltirse, bu net küresel tüketime yılda yaklaşık iki trilyon dolarekleyebilirmiş. Şimdi burada durup ikinci tartışmaya geçelim.

Küresel ısınmaya karşı daha az tüketim
Gelişmekte olan ülkelerin, yukarda sözü edilen “yeni orta sınıfının” tüketim eğilimi, bu ülkelerin enerji talebini hızla arttırıyor. Bu gerçeklik de, küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirlerin tartışıldığı platformlarda, gelişmekte olan ülkelerle, gelişmiş ülkeleri karşı karşıya getiriyor.
Krizi aşmak için tüketim kapasitesinidaha çok arttırması beklenen gelişmekte olan ülkelerden bu kez küresel ısınmaya yol açan sera gazları üretimini azaltmak için, enerji tüketimlerini kısıtlamaları isteniyor.Washington Post’un aktardığına göre, birçok Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesi, enerji kullanımları ve karbondioksit gazı üretimleri üzerine, uluslararası anlaşmalarla yasal olarak bağlayıcı sınırlamalar konulmasına karşı çıkıyorlar. Bu ülkeler, toplam sera gazı üretimlerinin, gelişmiş ülkelerin çok gerisinde olduğuna dikkat çekiyor, bu sınırlamaların gelişmelerini, yoksullukla olan mücadelelerini engelleyeceğini savunuyorlar.
Washington Post yükselen bir güç olan Hindistan’da geçen yirmi yıl içinde (küreselleşme döneminde) “orta sınıfın” nüfusunun dört kat artarak 60 milyona ulaştığını işaret ediyor ve ekliyor. Milyonlarca insan, ilk çamaşır makinesini, buzdolabını, klima cihazını almak için sabırsızlıkla bekliyor. Bu talepler ülkenin elektrik sistemine büyük bir yük getiriyor, enerji tüketim kapasitesini, dolayısıyla sera gazları üretiminin artmasını kaçınılmazlaştırıyor.
Buna karşılık gelişmiş ülkeler de, kendi üreticileri ve tüketicileri açısından maliyetleri yükselterek, dünya ekonomisinde “haksız rekabete yol açacağını” ileri sürerek, sera gazları üretiminde kısıtlamalara gitmeye yanaşmıyorlar.

‘Yeni orta sınıfın’ basıncı
Belli ki ekonomik krizden çıkmak da, küresel ısınmaya karşı mücadele de, bu “yeni orta sınıf” denen sosyal kategorinin davranışına bağlı. Ama sorun çok daha karmaşık. Örneğin bu yeni orta sınıfın tüketim gereksinimleri salt enerji mallarıyla sınırlı değil. Bu, esas olarak kentte yaşadığından, sudan başlayarak, ekmekten sebzeye, etten yumurtaya, süte kadar tükettiği her şeyi piyasadan edinmek durumunda olan bir sınıf. Bu sınıfın yükselişi, enerji kaynakları kadar belki de daha fazla dünyanın gıda, su kaynakları üzerinde büyük bir basınç yaratıyor.
Pentagon çevrelerinden, en ileri bilgisayar sistemleriyle geleceğe ilişkin simülasyon çalışmaları yapan Enterra Solutions’un üst düzey yöneticilerinden (ilk kez dikkatleri, 2003’te “Pentagon’un yeni haritası”makalesiyle çeken ) Thomas Barnett’te yeni jeopolitiğin kurallarını bu sınıfın belirleyeceğini düşünüyor (WPR, 07/09/09). Daha önce aktardığım gibi, İngiltere Savunma Bakanlığı araştırmacıları da küresel çapta şekillenmeye başlayan bu sınıfın olası reflekslerinin yaratabileceği güvenlik sorunlarından kaygılanıyorlardı.

Barnett, gelecek 40 yıl içinde dünya nüfusu yüzde 50 artarken, gıda talebi yüzde 70 artacak diyor. Bu artışın büyük bir kısmı da esas olarak Asya’da şekillenen küresel (yeni) orta sınıftan kaynaklanacakmış. Hükümetler de iç ve dış politikalarını bu orta sınıfın taleplerine cevap verecek biçimde şekillendirecekler. Barnett, bazı zengin Arap ve Asya hükümetlerinin, bu “yeni orta sınıfın” gereksinimlerini karşılayabilmek için dış politikalarını yeniden düzenlediklerini, örneğin Afrika’da sulanabilir topraklar edinme yarışına giriştiklerini aktarıyor. Der Spiegel’in bir araştırması, yatırımcıların bu verimli toprakları kapma çabalarının, Afrika’yla sınırlı kalmadığını gösteriyor. Çoğu devlet şirketi olan yatırımcıların eli Pakistan’ın Pencap bölgesine, Kazakistan’ın, Ukrayna’nın tarım alanlarına kadar ulaşıyor (30/07/2009). Acaba Konya ve Harran ovalarında ne oluyor?

Uygarlığın Çıkmaz Sokağından Görüntüler - II
Bir taraftan, zengin ülkelerin hükümetleri yoksul ülkelerin verimli topraklarını satın almak için, diğer taraftan, aç gözlü yerli egemen sınıfların hükümetleri, yatırımcılara, son tahlilde yerli halkın mülksüzleştirilmesini, toprakların, su kaynaklarının el değiştirmesini kolaylaştıran imtiyazlar vermek için birbirleriyle yarışıyorlar. Bu süreç, hem 19. yüzyılın sömürgecilik dalgasını andıran bir sermaye-devlet ilişkisi dinamiğine, hem de “yeni orta sınıfın” siyasi gücüne işaret ediyor.

‘Yeni orta sınıfın’ morfolojisi…
“Yeni orta sınıf”ı tartışan yorumların, gelir düzeyine, tüketim kapasitesine, eğilimlerine, duyarlılıklarına, giderek eğitim düzeyine vurgu yaptığını görüyoruz. Buna karşılık, bu kesimin üretim araçlarının mülkiyetikarşısındaki toplumsal işbölümü, sermayenin yönetim düzeni içindeki yerine hiç değinilmiyor.

Halbuki bu özellikler de eklendiğinde, bu “yeni orta sınıfın” birçok açıdan geleneksel sanayi proletaryasının özelliklerini taşıdığını görebiliyoruz. Her iki sınıf da üretim araçlarının mülkiyetinden yoksundur, işbölümünün mal ve hizmet üretimi kesiminde, sermayenin yönetim sistemi içinde yönetilenler kısmında yer alırlar.

Sanayi proletaryası, ekonominin en ileri teknoloji kullanan kesiminde başlayan bir sınıf şekillenmesinin ürünüydü; kültürü, örgütlenme kapa-sitesi, sosyal yaşamı, gelir düzeyi işçi sınıfının diğer kesimlerinden farklıydı. Bu “yeni orta sınıf” denen kesim de, ekonominin en ileri teknoloji kullanan kesimlerinde şekilleniyor, işçi sınıfının geri kalanına kıyasla, bilgisayar kullanmak, yabancı dil bilmek, lise hatta üniversite düzeyinde eğitimli olmak gibi özellikler taşıyor; kültür düzeyi bu yüzden daha yüksek. Örgütlenme kapasitesi, taleplerini dile getirirken, en son iletişim araçlarını kullanarak üyeleri arasında yöresel, ulusal, hatta küresel çapta eşgüdüm kurma becerisi çok yüksek.

Yeni çalışma düzeninin ürünü olduğundan disiplin, özgürlük, dayanışma, ahlak, estetik ölçütleri de geleneksel sanayi proletaryasından oldukça farklı. Ama sanayi proletaryası da ilk ortaya çıktığında işçi sınıfının geri kalanından farklıydı, özellikle 20. yüzyılın başında, Fordist dönemde… Bu “yeni orta sınıf” aslında proletaryanın, en yeni, en dinamik, en mücadeleci kesiminden başka bir şey değil. Adının ısrarla “orta sınıf” olarak konması ise “kültür endüstrisinin”, egemen (neo-liberal), “epistemik toplulukların” bu sınıf şekillenmesinin, bir sınıf bilinci üretme sürecini geciktirme çabasının ürünü.

NATO ile ne ilgisi var?
Önce bu “yeni orta sınıfın” enerji ve gıda gereksinimlerinin hızla artmakta olduğunu düşünün. Sonra da 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin en önemli isimlerinden Cecil Rhodes’ın şu sözlerini (1895): “Dün Doğu Londra’daydım… ‘Ekmek’, ‘ekmek’ diye bağıran öfkeli söylevleri dinledim. Eve dönerken yolda, emperyalizmin önemine iyice ikna oldum… İmparatorluk… bir ekmek peynir meselesidir. İç savaşı engellemek istiyorsanız emperyalist olmalısınız.” (Die Neue Zeit’den; Lenin; Emperyalizm…1916, 6. Bölüm)

Şimdi, ABD hegemonyasının, Batı ittifakının askeri örgütü olan NATO’ya dönebiliriz. Soğuk Savaş’tan sonra NATO, yeni yükselmeye başlayan güçler karşısında giderek biçim değiştirmeye, küresel bir özellik kazanmaya başladı. The Guardian’dan David Cronin’in aktardığına göre, NATO şimdi de iklim değişikliğinin gündeme getirdiği güvenlik sorunlarıyla ilgilenmek için, eski Shell Genel Müdürü Jeron van der Veer, eski NATO Genel Sekreteri Scheffer gibi isimlerden oluşan bir danışma kurulu oluşturmuş. Cronin, Scheffer’in, su kaynakları, tarım arazileri üzerinde rekabetin yoğunlaşacağını, “NATO’nun kaynaklarla ilgili anlaşmazlıklarda saldırgan ve müdahaleci bir duruş benimsemesini, örneğin Batı için kritik öneme sahip petrol ve gaz boru hatlarını korumasını” savunduğunu aktarıyor, Afganistan’ın tam ortasından geçmesi planlanan gaz ve petrol boru hatları projesini anımsatıyor.

Umarım bağlantıyı kurmuşsunuzdur. Batı da bu “yeni orta sınıfın” tüketim gereksinimlerini sağlayacak projelerin, yükselen güçlerdeki benzer sınıfların talepleri karşısında korunması, bundan sonra NATO’nun görevleri arasında olacak.

Öyleyse, insanlığın kaderi yine işçi sınıfının elinde. Ya bu “yeni orta sınıf” toplumsal üretimin, tüketimin verili biçimlerini korumak için, emperyalist, ırkçı, milliyetçi ideolojilerin yardımıyla birbirinin boğazına atlayacak. Ya da hem ulusal hem de küresel çapta yeni teknolojinin olanaklarını da kullanarak yeni bir dayanışma, mücadele alanı oluşturmaya, gezegenin kaynaklarıyla uyumlu yeni bir üretim, tüketim tarzı yaratmaya çalışacak…

Tuesday, September 08, 2009

Afganistan Pazarında Panik, Pornografi ve Kumar

Her ne kadar Kalaşnikof’un fiyatı 600 dolara yükselmiş, özel güvenlik şirketlerinin personel sayısı 50 bini aşmış olsa da, bu, aslında bir can pazarı. Geçen hafta sömürge yönetiminin en önemli güvenlik uzmanı Lagmani ve 45 sivil, bombalı bir saldırıda öldürüldü. ABD uçakları bir petrol tankerini bombalayarak en az 90 sivilin ölümüne yol açtı. İşgal kuvvetleri yeni komutanı GeneralMcChrystal, Washington’da bir değerlendirme raporu sundu. Böylece, ABD’de Kongre’de, yönetimde “panik” düzeyine ulaşan tartışmaları iyice hızlandırdı. Seçimlerin tam bir fiyaskoyla sonuçlanmasıysa Taliban’ın etkinliğinin artmakta olduğunu göstermesi bir yana, iktidar içinde bir Tacik-Peştun çatışması olasılığını gündeme getirdi.

Pornografiye gelince; aklımda, Afganistan’daki özel güvenlik şirketlerinin basına da yansıyan“çılgın” ve “sapkın” partileri değil,Holbrook’un Afganistan’da bir zafer olasılığına ilişkin “görünce tanıyacağız” sözleri var: ABD’de 45 yıl önce bir hâkim de, pornografiyibir türlü tanımlayamayınca “ben görünce tanırım” demişti. Holbrook,zaferle pornografi arasında, Freudyen bir dil sürçmesiyle, bir analoji kurduğu günlerde, Türkiye’nin Afganistan’a asker göndermesi olasılığına ilişkin söylentiler basına yansıdı. Bunlar da aklıma, bir başka vakitte, bir başka ülkenin çöllerini ve“Askerlerimizi kumarda kaybettik”sözlerini getirdi. Dışişleri Bakanı,Davutoğlu’nun, “Biz Osmanlıyız”ifadesiyse, geçen hafta bu görüntüyü, bir ironiyle süslüyordu.

Afganistan dağılırken

İsyancılarla savaşmakta olan sömürgeci bir gücün etkili olabilmesi, kendisine bağlı kukla hükümetin üzerine bir “meşruiyet” etiketi yapıştırmayı başarabilmesine de bağlıdır; Afganistan genel seçimlerinin Karzai yönetimine bu“meşruiyet” etiketini yapıştırması bekleniyordu. Ancak seçimler, ayyuka çıkan yolsuzluk iddialarından dolayı, yönetimin elinde patladı.Şimdi, çok sayıda aşiret reisinin, “Biz oy vermedik, nasıl oluyor da bizim bölgede sandıklardan tıka basa oy çıkıyor?” itirazlarıyla Kâbil’e doluştuğu (The Times, 02/09/09), Karzai’nin (Peştun) rakibi, eski Dışişleri Bakanı Abdullah Abdullah’ın (ABD imalatı ve Tacik) halkın çıkarlarını sonuna kadar koruyacağına ilişkin sözleri bir çatışma olasılığını gündeme getiriyordu...

Tam bu sırada Taliban, Afgan yönetiminin, güvenlik örgütünün ikinci adamı, Dr. Abdullah Lagmani’yi hiç beklenmedik bir biçimde, tüm yoğun güvenlik önlemlerini aşarak bombalı bir saldırıyla öldürdü.

Peştun olduğu için Taliban kültürüne vâkıf, bugüne kadar zekâsı ve tecrübesiyle dikkatleri çeken Lagmani’nin öldürülmesinin, Taliban’ın ulaştığı yetkinlik düzeyini gösterdiğine dikkat çeken emekli büyükelçi, siyasi analistBhadrakumar, Asya Times’taki yorumunda, Taliban-ISI (Pakistan gizli servisi) ilişkilerine özellikle dikkat çekiyordu.

Afganistan’da seçim fiyaskosu, Peştun-Tacik çatışması, bir iktidar (kukla) boşluğu olasılığı siyasi yapının, Lagmani suikastı da güvenlik yapısının dağılmakta olduğunu düşündürürken, ABD savunma çevrelerinde yoğunlaşan tartışmalar da, savaşın çok kritik bir noktaya geldiğine ilişkin algıları güçlendiriyordu...

‘Taliban kazanıyor’ ama ‘savaş henüz kaybedilmemiş’

Afganistan’daki ABD güçlerinin yeni komutanı General Stanley McChrystal, raporunu geçen haftaObama yönetimine verdiğinde, Washington’da genel hava“Taliban’ın, şimdilik, kazanmakta”olduğuna ilişkindi. Ülkenin yüzde 40’ı Kâbil’in denetimi dışında çıkmıştı (The Guardian 01/09/09). Washington Post, Herat’ın eski Belediye Başkanı,Ghulam Yahya adlı aşiret reisi/ savaş lordunun dün Taliban’la savaşırken bugün, taraf değiştirerek Kâbil’le savaşmaya başladığını aktarıyordu (02/09/09). İsyancıların,“savaş tekniklerinin ve kapasitelerinin düzeyinde bu yıl görülen beklenmedik yükseliş”, ABD askeri yetkililerini “şaşırtmıştı”. NATO üyesi bir Avrupa ülkesinin yetkilisine göre esas sorun, Taliban’ın aksine“ABD’nin kesin bir strateji ve belirgin bir hedefi olmayışından kaynaklanıyordu.” Yorumcu, Ignatiusda McChrystal’a yakın bir askeri görevlinin, mükemmel bir demokrasi değil “Somali’nin üstünde, Bangladeş’in altında bir hedef için savaşıyoruz” dediğini aktarıyordu. (Washington Post, 02/09/09).

General McChrystal, raporunu sunarken, “Afganistan’da durumun ciddi” olduğunu ama “başarıya ulaşılabileceğini” söyledi. Raporun içeriği gizli tutulmakla birlikte, basına sızdırılan bilgiler, McChrystal’ın iki noktayı özellikle vurguladığını gösteriyor. Birincisi, Taliban’la savaşmak yetmez, halkın güvenini kazanmak, bunun için de halkın içinde, yerel kültüre uyum sağlayarak yerel güçlerle birlikte olmak, yerel yönetimleri, hizmetleri güçlendirmek gerekir. İkincisi, böyle bir durumda asker sayısı değil askerin ne yaptığı önemlidir. Bu yüzden, bu yeni format içinde Afganistan’a daha fazla savaşçı askeri personel gönderilmesi gerekiyor.

Sızan bilgiler, McChrystal’ın henüz Obama yönetiminden ek asker talebinde bulunmadığını, ancak önümüzdeki haftalarda, değerlendirmenin algılanmasına bağlı olarak, halen Afganistan’da görev yapan 68 bin ABD askerine ek olarak 20 bin – 45 bin arası bir sayının söz konusu olabileceği anlaşılıyor (The Foreign Policy, 01/09/09).

Ancak şöyle bir sorun var: Yakın zamana kadar çok fazla asker gönderilmesine, yerli halkın bunu işgal olarak algılayacağından hareketle karşı çıkan Savunma Bakanı Gates, McChrystal’ın raporundan sonra tutumunu değiştirmiş gibi görünse de Washington’da kafalar Afganistan savaşı konusunda karışık. Ignatius,“Ne yaptığımızı pek bilmesek de devam etmeliyiz” diyor. The Guardian’dan Micahel Boyle, “kör uçuşu” yapıldığını savunuyor. Holbrook’un “görünce tanıyacağız”sözleri de bu kafa karışıklığı algısını güçlendiriyor.

Christian Science Monitor’ün yorumu da, kamuoyunun, siyasi iklimin McChrystal’ın taleplerini karşılamaya çok uygun olmadığına dikkat çeliyor. Savaş karşıtı muhalefet yeniden toparlanmaya başlamış. Kongre’de Demokratların saffından düş kırıklığı ve isteksizlik gelişiyormuş. Council On Foreign Relations’ın bir yazarı da analistlerin “Kazanılabilir mi? Savaşmaya değer mi” soruları üzerinden derin bir biçimde bölünmüş olduğunu aktarıyor. Washinton Post, Afganistan savaşına karşı genel, ideolojik farklılıkları aşan bir muhalefetin kabarmakta olduğundan,New York Times Obama’nın danışmaları arasında bir görüş birliği yokluğundan söz ediyor (04/09/09). Kamuoyu yoklamaları da ABD halkının yüzde 54’ünün savaşa karşı olduğunu gösteriyor.

Bu koşullarda Holbrook’un“Türkiye’nin Afganistan ve Pakistan’daki rolünün… arttığı ölçüde istikrar açısından da o kadar iyi sonuçlar sağlayacağına inanıyoruz. Ama bir yerlere gidip insanlardan bir şeyler istemeyeceğiz” sözleri çok düşündürücü. Özellikle, Prof.Richard Falk gibi ABD dış politika uzmanlarınca, “Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki en parlak dışişleri bakanı” ifadeleriyle göklere çıkarılan Davutoğlu’nun “Balkanlar, Afganistan ve Irak’ın ekonomik ve politik entegrasyonu için çalışmalıyız” niyetini açıklarken, dile getirirken vurguladığı “Biz Osmanlıyız” tanımlamasıyla birlikte düşününce...

Aklıma iki soru geliyor: Tam bu koşullarda Afganistan’a savaşçı asker göndermek, o çocukları ateşe atmak olmayacak mı? Hangi Osmanlı’dan söz ediyoruz acaba? “Askerlerini kumarda kaybeden” Osmanlı’dan mı? Yoksa yaşamına yine bir imparatorluğa uç beyi hizmetiyle başlayan Osmanlı’dan mı?

Tuesday, September 01, 2009

Bir Boya dökme vakası üzerine düşünceler

Japonya’da ‘Tarihi’Seçimler

Japonya’da pazar günü yapılan genel seçimler (bu yazıyı yazarken henüz sonuçlanmamıştı) dünya medyasında,“tarihsel”, “Japonya’da siyasetin çürümesi” “adeta devrim” gibi saptamalarla, büyük ilgiyle izlendi.

Geçen 54 yılın 53’ünde iktidar olanLiberal Demokratik Parti’nin (LDP) bu seçimleri kaybederek hükümeti, 1998’de kurulan Japonya Demokratik Partisi’ne (JDP) devretmesi, böylece Japon seçmeninin de tarihte ilk kez, bir hükümeti sandıkta değiştirmesi bekleniyor. Bu beklentiler bile“tarihsel” sıfatını haklı çıkarmaya yeter. Ama bu seçimlerin “bir devrim” olduğuna, ya da en azından rejimde köklü bir değişiklik getireceğine inanmak zor. Diğer taraftan bir JDP zaferini, ABD hegemonyasının gerileme sürecinin göstergelerinden biri olarak okumak da olanaklı.

Çürüme ve değişim

LDP, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD gözetimi altında, LDP’nin şimdiki Başkanı ve Başbakan Taro Aso’nun dedesi Shigeru Yoshida tarafından kuruldu. LDP’nin ilk başbakanıysa, şimdi seçimlerden sonra başbakan olması beklenen Yukio Hatoyama’nın dedesi Ichiro Hatoyama’ydı. Japonya siyasetindeki çürüme ile ilgili saptamaları, bu ilginç “rastlantıdan”hareketle değerlendirmeye başlayabiliriz: Japonya’da siyaset, büyük klanlar arasında, babadan oğluna, dededen torununa geçen bir miras olarak yaşanıyor. Bu geleneği değiştirme iddiasında olan 2009 seçimlerinde bile, Daily Yimurigazetesinin bir araştırmasın göre adayların yüzde 30’unun hâlâ bu klanlardan geliyor olması “değişimin”boyutları/sınırları hakkında bize bir fikir verebilir.

LDP 1955’te, ABD’nin bölge projesine uygun olarak ve komünizme karşı mücadele amacıyla kuruldu; 1970’lerde yaklaşımını, tabanını genişleterek bir muhafazakâr merkez partisine dönüştü. 1993’te seçimleri sekiz partili bir muhalefete kaybetti; ancak, 9 ay sonra yeniden iktidara geri döndü. Japon siyasi sisteminin bir diğer zaafı, siyasi partilerin daha çok bir vitrin işlevi üstlenmesi, devletin esas olarak köklü ve güçlü bir bürokrasi tarafından yönetilmesiydi. ABD’nin de Japonya’yı siyasi seçkinlerin yanı sıra, bu bürokrasi üzerinden denetlediğini kolaylıkla varsayabiliriz. Soğuk Savaş döneminin bitmesi, Japonya’nın hızlı ekonomik büyümenin ardından gelen, on yıllık bir ekonomik duraklama, siyasi belirsizlik dönemiyle çakıştı. Japonya’nın demografik yapısı da değişmiş, artık yaşlı, emeklilik fonlarına, sağlık hizmetlerine öncelik veren çok geniş bir seçmen katmanı oluşmuştu.

Artık Soğuk Savaş döneminin mirası siyasi düzenin yeniden, sınıflar matrisinin yeni özelliklerini yansıtacak biçimde şekillendirilmesi gerekiyordu. Bu bağlamda bürokrasinin gücünün kırılması da gündeme geldi. Japonya’da hem yaşlı emekli kesim, hem de yeni kuşak artık, “Batı’ya yetişme adına, rejimi sorgulamadan kabul etmeye” eskisi kadar istekli değildi; geleceğe ilişkin yeni güvenceler talep ediyorlardı. Japon ekonomisini küreselleşme sürecine uymaya zorlayan dış basınç da bu yeniden şekillenmeyi destekliyordu. Bu bağlamda 1994’te nispi temsil sisteminden, alt meclisin 480 üyesinin 300’ünün salt çoğunluk ilkesine göre seçilmesini getiren seçim sistemine geçildi.

Ne ki, LDP, diğer adıyla “1955 düzeni” sürece ayak uyduramıyor, krizi giderek derinleşiyordu.Junichire Koizumi 2002 yılında başbakan olduğunda, reform beklentisi güçlendi. İlk döneminde bürokrasinin, LDP geleneğinin direncini aşamayan Koizumi, bu dirence karşı mücadeleyi öne çıkararak 2005 yılında ikinci kez başbakan oldu. Ancak 2006 yılında LDP başkanlık dönemi sona erince başbakanlığı Sinho Abe’ye bıraktı. Abe bir yıl dahi dayanamadı ve yeriniYasua Fukuda’ya, o da 2008’deTaro Aso’ya terk etti. 2009 seçimlerine gelirken, LDP hükümetleri, Yasama Meclisi, gittikçe derinleşen ekonomik, siyasi sorunlar, toplumsal hoşnutsuzluk karşısında tümüyle felç olmuş; üst meclisinin denetimini de JDP’ye kaptırmıştı. Bu nedenle, birçok yorumcu, JDP’nin seçmeni ikna ettiği için değil de.. seçmen LDP’den bıktığı için bu seçimleri kazanacağına inanıyordu (Ashai Shimbun, 27/08/09).

JDP ve ABD hegemonyası

LDP kampanya boyunca, JDP’yi, soyut bir değişim vaadiyle, “Önce beni seçin sonrası kolay” diyerek oy istemekle suçladı (Nikkei, 29/08/09). Ancak JDP’nin lideriYukio Hatoyama’nın New York Times’da yayımlanan makalesi, somut öneriler içermese bile önemli bir değişiklik yaklaşımı niyetine işaret ediyordu.

Hatoyama’nın, esas olarak ABD hegemonyasının bir eleştirisi olan yazısı, piyasa köktenciliğinin insan onurunu ayaklar altına aldığı, küreselleşmenin yerel toplulukları, kültürleri yıktığını vurguluyor; mali krizin, mali kapitalizmin denetim altın alınmasının gerekli olduğunu gösterdiğini savunuyordu.

Hatoyama, ABD’nin hegemonya döneminin geride kalmakla birlikte, askeri ve ekonomik açıdan dünyanın önde gelen güçlerinden biri olmaya devam edeceğini, Çin’in de dünyanın önde gelen ülkelerinden biri haline gelmekte olduğunu da kabul ediyordu: Japonya’nın yeri “dünyada egemen kalmaya çabalayan ABD ile, egemen olmaya çabalayan Çin arasında nasıl bir konumda olacaktı?” Artık uluslar ötesi siyasi yaklaşımlar tükenmişti; ulusal, yerel çözümler öne çıkmak zorundaydı. Fransız Devrimi’nin “dayanışma”kavramına geri dönülmeli, dünyada“bağımsız ve birlikte yaşama ortamıoluşturulmalıydı”. Vatandaşların mutluluğuna öncelik veren ulusal, yerel politikalar öne çıkarken, Hatoyama’ya göre ekonomik ulusalcılığı önlemek için, Japonya’nın“varlık bölgesi” olan “Doğu Asya Topluluğu” üzerinde yoğunlaşmak,“ortak bir para sistemi oluşturmak”, böylece giderek siyasi entegrasyonu gündeme getirmek gerekiyordu.

JDP, geçen 30 yılın ekonomik modelinden uzaklaşmak, mali krizde vatandaşlarını korumanın yollarını ararken tüketimi güçlendirmek, tarımı korumak, bürokrasinin gücünü kırmak, komşularıyla ilişkilerini onarmak, bölgesel bütünleşmeye öncelik vermek istiyordu. Örneğin, JDP, Çin ile Japonya arasında diplomatik sorunlara yol açan Yosikini Anıtı’nı ziyaret merasimine son vermek, savaşta ölenleri anmak için dini anlamı olmayan yeni bir anıt inşa etmek istiyor. Dış politikada, ABD ile daha eşit bir ilişki kurmak isteyen JDP’nin, Japonya’yı ABD ve Çin karşısında dengeleyici bir konuma taşımak istediği de görülüyordu.

Japonya’da seçimlerden sonra yaşanması olası gelişmeler ABD dış politika çevrelerinde de ilgiyle izleniyor. Kongre Araştırma Servisi’nin hazırladığı “Değişen ABD Japonya ittifakı ve ABD çıkarları açısından anlamı” başlıklı rapor, özellikle JDP’nin siyasi çizgisine, Japonya’da ulusalcı, ABD’den bağımsız olmayı arzulayan bir eğilimin güçlendiğine dikkat çekiyor. Rapor, ABD ve Japonya’nın siyasi çıkarlarının ayrışmaya başladığı sonucuna ulaşıyor. Council on Foreign Relations yazarlarının hazırladığı raporlarda da Japonya’da toplumsal muhalefetin güçlendiği, seçimleri kim kazanırsa kazansın ABD-Japonya ilişkilerinin değişmek durumunda olduğu saptanıyor. Diğer taraftan aynı yazarlar, JDP’nin deneyimsizliğine, bürokrasinin, siyasi coğrafyada egemen köklü geleneklerin gücüne, devletin mali kaynakları üzerindeki kısıtlamalara işaret ederek, değişikliklerin çok yavaş ilerlemesini beklediklerini belirtiyorlar.