Thursday, May 28, 2009

Ortadoğu’da Bir Şeyler Oluyor- III

Ortadoğu’da gelişmeler giderek hızlanıyor. Lübnan ve İran seçimleri yaklaşırken İsrail ve Sünni Arap rejimlerinin kaygılarının giderek arttığı, dikkatlerin Hizbullah üzerinde yoğunlaşmaya başladığı görülüyor. Cumartesi günü, Der Spiegel’in Ortadoğu ve siyasetinin ortasına adeta bir bomba gibi düşen, “Hariri suikastının arkasında Hizbullah var”iddiası da bu yoğunlaşmanın bir göstergesi.

Zamanlama çok ilginç

Bölgedeki, özellikle Lübnan kavşağında şekillenen son gelişmelere bakınca, ortaya kaygı verici bir görüntü çıkıyor. Lübnan’da bir İsrail casus ağı ortaya çıkarıldı. Mısır yönetimi, rejime karşı etkinlik gösteren 47 kişilik bir Hizbullah hücresini tutukladığını açıkladı. Mısır’ın savlarını reddeden Hizbullah, aslında Hamas’a yardım için silah kaçakçılığı yapmakta olduklarını açıklamakta hiçbir sakınca görmedi. İsrail hava kuvvetleri, İran’ı hedef aldığı ileri sürülen tatbikat düzenledi. Bu hafta İsrail ordusu, bir taraftanHizbullah, Suriye ve Hamas’la savaş, diğer taraftan İsrail’deki Arapların ayaklanması bağlamında alınacak eşzamanlı önlemlere yönelik “Dönüm Noktası -3” (Lübnan, Gazze, -E.Y) adlı bir simülasyon gerçekleştiriyor (Yedioth Ahranot, 25/05). Hizbullah, İsrail’in yeniden bir savaşa hazırlandığını ileri sürüyor. ABD Başkan YardımcısıBiden’in geçen hafta gerçekleşen Lübnan ziyareti Robert Fisk’e göre“Hizbullah’ı durdurmayı amaçlıyordu”(The Independent, 23/04). İsrail Başbakanı Natenyahu da zatenObama’ya Hizbullah’ın bir seçim zaferi olasılığının tehlikeli ve kaygı verici”olduğunu söylemişti (Jerusalem Post, 24/05). Hizbullah da Biden’in ziyaretini Lübnan’ın içişlerine doğrudan bir müdahale olarak yorumladı.

Der Spiegel’in yorumunu da Hizbullah’ın seçim şansını azaltmaya yönelik bir adım, Lübnan’ın içişlerine doğrudan bir müdahale olarak da yorumlamak olanaklı. Çünkü Der Spiegel’in iddiaları, Lübnan’ın zaten çok hassas etnik siyasi dengelerini bozarak, yeniden bir iç savaş dinamiğini harekete geçirebilecek nitelikte.

Bu nedenle, Lübnan, liberal eğilimli gazetesi The Daily Star’ın başyazısında, Spiegel’in esas olarakcep telefonu kayıtlarına dayanarak oluşturulan savlara, Hariri ile Hizbullah’ın bir popülarite yarışı içinde olduğuna ilişkin (Lübnan iç siyaseti göz önüne alındığında, geçersizliği kolaylıkla görülebilecek) bir senaryoya dayanan yorumunun zamansız ve sorumsuz olduğu saptanıyor,“Mürekkep akıtmak kan akıtmaya benzemez” deniyordu.

‘Şii tehlikesi…’

Spiegel’in savlarını, Lübnan seçimlerini daha iyi anlamlandırabilmek için, daha geniş bir bağlam içinde, Amir Taheri’nin, “Büyük Ortadoğu oyunu”dediği “durum” içinde değerlendirmeyi deneyebiliriz. Bu durumun son yıllardaki en önemli bileşenlerinden biri hiç şüphe yok ki, gelişmekte, daha doğrusu inşa edilmekte olan Sunni-Şii saflaşması. Bu saflaşmanın bir amacı İran’ın bölgedeki etkilerine karşı bir blok oluşturmaksa bir diğer amacının da “ortak İran tehlikesine karşı” bir İsrail Arap ittifakı oluşturarak Filistin sorununu bunun içinde, gündemin arkalarına bir yerlere iterek eritmek.

Bu bağlamda, Mısır, Yemen, Fas, Suudi Arabistan, Ürdün gibi Sünni yönetimleri her yerde Hizbullah’ın parmak izlerini, dolayısıyla İran etkisi görüyorlar (Associated Press 21/05), ülkelerindeki Şii nüfusa karşı gittikçe daha kuşkucu ve baskıcı politikalar benimsiyorlar.

Amir Taheri’nin yorumuna göre bu“büyük oyunun” içinde Lübnan,“kontrol edenin sonucu belirleyeceği bir piyon olarak, coğrafi çapıyla orantısız büyüklükte stratejik bir önem kazandı”(Asharq Alawsat, 23/05). Tahiri, Hizbullah’ın 7 Haziran seçimlerini kazanması halinde, İran rejiminin içeride ve bölgede daha da güçlenmesini bekliyor. Lübnan’ın Hizbullah’ın kontrolüne girmesi, İran’ın donanmasını, 1500 yıl sonra ilk kez Akdeniz’e getirmesine olanak sağlarken Rusya’nın Suriye limanlarını kullanmasını kolaylaştıracak.

Özetle Ortadoğu’da gelişmeler hızlanıyor siyaset gittikçe ısınıyor. Sizi bilmem ama, ben bu tartışmaları izlerken “stratejik derinliğinin” bilincine nihayet vararak bu bölgede, ABD, İsrail, “Arap dünyası” ve İran’ın yanı sıra, artık önemli bir oyuncu haline geldiği ileri sürülen Türkiye’nin adını arıyorum. Ama nedense bir türlü bulamıyorum.

Tuesday, May 26, 2009

Sri Lanka Dersleri

Tamil Kaplanları’nın (LTTE) Sri Lanka’da, ayrı bir Tamil devleti kurmak amacıyla 26 yıldır sürdürdükleri silahlı mücadele ezici bir askeri yenilgiyle son buldu. On binden fazla sivil ölü, yüz binden fazla yaralı var, milyona yakın insan yerinden yurdundan oldu. LTTE lideriPrabhakaran Sri Lanka ordusu tarafından öldürüldü, cesedi medyada teşhir edildi.

LTTE’nin askeri yenilgisinden hareketle bu defterin kapandığını düşünmek doğru olmaz. Birincisi, LTTE, Tamil halkının tümünün desteğini alamamış olsa da, ortak kültüründe, etnik-ulusal bilincinde derin izler yaratmış bir oluşum. İkincisi Sri Lanka’da, Tamil halkını etkileyen ağır ekonomik toplumsal sorunlar varlığını sürdürüyor. Gelecekte, ulusal aşağılanmışlık, intikam duygularıyla da beslenen silahlı bir hareketin yeniden canlanması hâlâ büyük bir olasılıktır. Üçüncüsü, tüm dünyaya yayılmış çok güçlü yeni hareketlere kaynak oluşturabilecek bir Tamil diyasporası var.

Tarih, etnik milliyetçilik “cini” bir kez şişeden çıktı mı, onu zorla geri sokmanın olanaksızlığını kanıtlayan örneklerle dolu. Bu“cini” şişeye dönmesi için, barışçı yollarla, ekonomik, siyasi, kültürel önlemlerle ikna ve teşvik etmekten başka yol yok.

Bu bağlamda, “etnik milliyetçi projenin” iflasına iki kez şahit olduğumuz Sri Lanka deneyimi dünyanın başka bölgelerinde benzer sorunlarla boğuşanlar açısından zengin dersler içeriyor.

Etnik milliyetçiliğin iflası- I (Tamil sorununun doğuşu)

Sri Lanka, eski adı Seylan olan bir İngiliz sömürgesinin, 1948’de“bağımsızlığını” kazanmasıyla oluşan bir ülke. İngiltere, Seylan’ı yönetmek için bölgedeki yerli azınlık Tamil halka ek olarak Hindistan’dan on binlerce Tamil getirdi. Böylece İngiltere, Seylan’da, hem Budist Sinhalçoğunluğu yönetmek için HinduTamil yerli işbirlikçilere sahip oluyor, hem de bir gün bu sömürgesini terk etme zorunda kalırsa, geride, uluslaşmayı zorlaştıracak bir bölünmüşlük, uzaktan dengelenebilecek bir yapı bırakmanın koşullarını oluşturuyordu. Sri Lanka-Tamil sorunu öncelikle bu tarihin ürünü.

Bu tarihsel zemin üzerinde bağımsızlıktan sonra, Sinhal çoğunluk, İngiliz sömürgeciliğin mirası olan Tamil orta sınıf kesimlerine, bürokrasideki ve eğitim sistemindeki kalıntılarına karşı kendi egemenliğini kurmak, hızla keskinleşmekte olan sınıf mücadelelerine, Soğuk Savaş koşullarında bir önlem almak için Sinhal etnik-dini kimliğini egemen kılacak bir süreç başlattı. Bu sürecin ilk ve en keskin örneğinin, Tamil ve Sinhal etnik gruplarının, devlet yönetiminde ve eğitimde kullandığı ortak dil İngilizcenin yerine Sinhal dilini koyan yasanın geçirilmesi oluşturdu. Böylece bir anda Tamil orta sınıfı kültürel olarak ikinci sınıf konumuna düşüyor, eğitim sistemi ve bürokrasi içindeki yerini hızla kaybetmeye başlıyordu. Bürokrasi içinde Tamil görevlilerin oranının, 1948’de yüzde 30 iken 1970’te yüzde 6’ya gerilemesi de bunu gösteriyor.

1960’larda, tüm etnik gruplardan destek alarak belli bir etkinliğe ulaşan sol partilerin, 1970’lerde iktidar ortağı olduklarında yönetemediklerini, Tamil azınlığın sorunlarına çözüm üretemedikleri, aksine, Sinhal orta sınıfının 10 binden fazla cana mal olan ayaklanmasını engelleyemedikleri için zaman içinde eriyip gittiklerini gördük.

Franz Fanon, anti-sömürgeci mücadeleye, uluslaşma sürecine ilişkin yaptığı uyarılarda, halkına ulusçuluk bilincinin ötesinde ilerici bir ekonomik siyasi proje sunamayan burjuvazinin vahim hatalar yapmaktan kaçınamayacağını; uluslaşabilmek için etnik farklılıkları değil birleştirici evrensel özellikleri öne çıkartmak ve teşvik etmek gerektiğini söyler. Sinhal burjuvazisinin seçkinlerinin bu uyarıların aksine davranarak uygulamaya koyduğu etnik milliyetçi projenin zaman içinde tümüyle ve kesin olarak iflas ettiğini gördük.

Etnik milliyetçiliğin iflası-II (Tamil Kaplanları’nın yenilgisi)

Tamil Kaplanları’nın,1980’lerde başlayan silahlı mücadelesi işte bu iflasın ürünüdür. 26 yıl boyunca 100 binden fazla insanın ölümüne, milyonlarcasının yerinden yurdundan olmasına yol açtıktan sonra ağır bir yenilgiyle sonuçlanan süreç ise etnik milliyetçi uluslaşma projelerininiflas etmeye mahkûm olduğunu Sri Lanka’da ikinci kezkanıtlamaktadır.

Bu iflasın arkasında öncelikle etnik milliyetçilikten kaynaklanan bir körlük yatıyor. LTTE liderliği, Tamil halkıyla Sri Lanka halkının birçok siyasi, ekonomik sorunu paylaştığını, bu zeminde, farklılıklarını barış içinde birlikte yaşamalarını engelleyen koşullara karşı bir ortak mücadele inşa edebileceklerini göremedi.Çünkü, LTTE ne Sinhal halkında, ne de Tamil halkında etniğinötesinde hiçbir dinamik göremiyordu. Bu körlük LTTE’yi, Tamil halkını, yalnızca kendi mücadelesinde temsil edilebilecek tek bir etnik kimliğe indirgemesine yol açtı. Halbuki, seçimlere katılan, mecliste temsilcileri olan Tamil Ulusal Kongresi’nin gösterdiği gibi,sınıfsal farklılıklar bir yana, etnik ve dini (Müslüman Tamiller de var) açılardan bile tek bir Tamil kimliğinden söz etmek olanaklı değildi.

Etnik milliyetçiliğin getirdiği bu körlük, zaman içinde giderek sivil halkı da hedef alarak“teröristleşmeye” başlayan silahlı eylemler, LTTE’yi hem Sri Lanka emekçilerinden, entelijansiyasından tecrit etti, hem de LTTE eylemlerinin, Sri Lanka devletinde, Sinhal halkında yarattığı tepkilere katlanmak zorunda olan kentli Tamil halkı içindeki diğer siyasi akımlarla, dini/etnik gruplarla, emekçi ve burjuva katmanlarla istikrarlı, kalıcı ilişkiler kurmasını engelledi. Dahası LTTE’nin hâkimiyet kurduğu ve yönetimini fiilen üstlendiği bölgelerde, siyasi muhalefeti şiddetle susturması, etnik, dini farklılıkları bastırması, askeri otoriter yönetim modellerine başvurması, bu körlüğü, körlükten kaynaklanan tecrit edilmişliği aşmaya olanak vermedi.

Bu tecrit edilmişlik içinde, Sri Lanka devletine karşı askeri ya da siyasi bir zafer kazanamayacağının ayırdına varan LTTE’nin, vahim bir hataya daha düştüğünü, bu kez bölgedeki büyük güçlerden, emperyalist devletlerden, onlara açık ve kullanılabilir kapitalist bir ekonomi, siyasi rejim vaat ederek medet ummaya başladığını görüyoruz.

Bu bağlamda, LTTE ilk kazığı, adanın savaş bölgesine barış gücü olarak gelen Hindistan güçleri, LTTE’yi silahsızlandırmaya kalkınca, on binlerce Tamil’in iki ateş arasında yaşamlarını yitirdiğinde yediğini görüyoruz. Sözde “terorizme karşı savaş” gündeme geldiğinde de, Sri Lanka yönetimi, LTTE’ye saldırılarını bu bağlamda meşrulaştırdı, “uluslararası topluluğun” onayını, Pakistan’dan, İsrail’den son model silahlar aldığını, son askeri zaferini de bu ortamda, bu olanaklarla, bölgeyi hiçbir yaptırıma uğramadan uluslararası basına kapatarak, katliam boyutlarında bir operasyon gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Sri Lanka deneyimi, etnik milliyetçilik üzerine inşa edilen uluslaşma projelerinin, eninde sonunda iflas etmenin ötesinde, hem kendi halklarının hem de dünya halklarının başına büyük belalar açtığını bir kez daha gösteriyor.

Thursday, May 21, 2009

Ortadoğu’da Bir Şeyler Oluyor - II

Pazartesi yazımı, “yeni bir dönemin” başlamakta olduğunu düşündüren gelişmelere karşın kötümser bir notla bitirmiştim. Başkan Obama’nın ve Başbakan Natenyahu’nun Pazartesi günü gerçekleştirdikleri görüşme kötümserliğimi azaltmadı.

İlişki hala çok özel, ama artık yaklaşımlar farklı

Şimdi, ABD ve İsrail arasındaki özel ilişki varlığını koruyor, ama artık ABD tarafsız aracı rolüne daha yakın. Her iki ülke de Filistinlilerin kendi kendilerini yönetmesini istiyorlar, İran’ın nükleer silahlar edinme olasılığını büyük bir tehlike olarak görüyorlar; Filistin sorununu bölgeselleştirerek, daha büyük bir çerçeve içinde çözmeyi planlıyorlar. Ama iki liderin Basın toplantısındaki ifadeleri, ABD ve İsrail’in artık iki farklı, , yaklaşımı temsil ettiklerini gösteriyor. Üstelik, bunlar (iki devlet, İran sorunu ve ikisi arasındaki ilişki) Jerusalem Post’un editörüne göre uzlaştırması olanaksız farklar.

Toplantı öncesinde ABD kamu diplomasisi tarafından, basına sızdırılan haberlerle “yumuşatma” çabalarına karşın, Natenyahu, “iki devlet” ifadesini kullanmadı; barış sürecinde “kendilerin düşeni yapacaklarını”, Filistin’in İsrail ile yan yana, bir tehdit oluşturmadan var olmasından yana olduğunu vurgulamakla yetindi. Buna karşılık Obama “iki devletli çözümün, İsrail’in yerleşimleri durdurmasının, Gazze halkının yaşamını kolaylaştıracak adımlar atmasının önemini vurguladı.

İran sorununa gelince, Natenyahu, önce İran sonra Filistin sorunu derken, Obama’nın “ben bu bağlantının ters yönde olduğuna inanıyorum” ifadeleri dikkat çekiyordu. Obama diplomasiye, doğrudan görüşmelere önem veriyor bu yolla bir çözüm bulunacağına inanıyordu. Natenyahu ise, tüm seçeneklerin (askeri müdahalenin) masada olduğunu vurguladı, hatta Obama’nın, diplomatik açılımlar sonuç almazsa, daha kapsamlı, uluslararası yaptırımların devreye girebileceğine ilişkin ifadelerini, “tüm seçenekler masada” yönünde yorumlamaya çalıştı.

Obama, Ürdün Kralı’nın önerisi bağlamında, barışa karşılık, tüm Arap ülkelerinin İsrail’i tanımasını, böylece İran’ı da kapsayacak bölgesel bir barış “dinamiği” oluşturmayı amaçlarken, Natenyahu’nun, Filistin sorununu, İran’a karşı, Arap ülkeleriyle oluşacak bir ittifakın dinamikleri içinde eritmeyi düşündüğü görülüyordu. Natenyahu’nun “yerleşimlerin durdurulması”, Gazze’nin açılması üzerine bir şey söylememesi de dikkat çekiciydi.

Yapısal sorunlar ağır

Natenyahu’nun, aşırı sağcı koalisyon ortaklarından dolayı çok fazla manevra alanı olmadığına değinmiştim. Ama iki devletli çözüme direnmesinin arkasından, ağır yapısal sorunlara ilişkin kaygılar da var.

Birincisi, bu iki devletli çözümün Filistinliler, hatta Arap devletleri tarafından, nihai çözüm olarak benimsendiğini söylemek zor. Hamas İsrail’i tanımamaya devam, ediyor. Arap devletleri, iki devlet çözümünü dile getirirken İsrail’i bir “Yahudi devleti” olarak tanımlamaya yanaşmıyorlar. İkincisi, Filistin tarafında, El Fetih ile Hamas arasında adeta bir iç savaş yaşanıyor. Dahası, kimi analistler, Gazze söz konusu olduğunda Hamas ile, Müslüman Kardeşler arasındaki ilişkiden rahatsız olan Mısır yönetiminin, “iç savaştan” Hamas’ın galip çıkmasını istemediğini; Batı Yakası’nda da Ürdün Haşimi krallığının ülkesindeki Filistin nüfusunu düşünerek, El Fetih’in liderliğinin gelecekte başına bela olmasından korktuğunu düşünüyorlar.

Diğer taraftan, yerleşimciler, Kudüs’ün statüsü ve sürgündekilerin geri dönüşü gibi devasa sorunlarının ötesinde, demografik ve ekonomik koşullar da olası bir Filistin devletinin geleceğine ilişkin iyimser olmayı zorlaştırıyor. “Batı Yakası”nda, yaklaşık 2.5 milyon Filistinli üçte biri çöl, 2270 mil karelik bir alanda yaşamaya çalışıyor. Gazze’de durum daha vahim: 141 mil karelik bir alanda yaklaşık 1.5 milyon Filistinli yaşamaya çalışıyor. Kimi hesaplamalara göre geri dönüş olasılığı, 200,000, kimilerine göre de 2-4 milyon göçmen anlamına geliyor. Bunlara mali destek verilmiş, İsrail tüm yasa dışı yerleşimleri sökmüş bile olsa,  kurulacak, Filistin devletinin İsrail’e güven vermesi uzak bir olasılık. Bu devlet, yoksul, çok büyük bir kısmı genç, hemen sınırın ötesinde güçlü, zengin, tüketim toplumu özellikleri sergilemeye devam eden İsrail’e bakarak, topraklarında başkalarının yaşamaya devam ettiğini düşünmeye devam eden, bir ordu sahibi bile olmasına izin verilmediğinden onuru kırılmış, büyük olasılıkla da Hamas tarafından yönetilen bir halkın devleti olacak…

Tuesday, May 19, 2009

Ortadoğu’da Bir Şeyler Oluyor - I

Son günlerde baş döndürücü bir hıza ulaşan diplomasi trafiğine bakarak, “Ortadoğu Barış sürecinin çorak toprağında sanki yeniden bir şeyler filizleniyor gibi…” diye düşünmek olanaklı.

Nisan ayında Ürdün Kralı II. Abdullah, mayıs başında İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Washington’daydılar. II. Abdullah’ın 2002 Arap Barış Planı’nı, 57 Müslüman devletin İsrail’i tanıması önerisiyle zenginleştirerek, böylece İsrail’e güvenlik açısından daha geniş bir ufuk açarak, yeniden gündeme getirmesi uluslararası alanda büyük ilgi uyandırdı.

Başbakan Netanyahu 12 Mayıs’ta Mısır Devlet başkanı Mübarek ile buluştu; bugün Washington’da Obama ile buluşuyor. Obama 26 Mayıs’ta Mübarek’i, 28 Mayısta Filistin Yönetimi Başkanı Abbas’ıağırlayacak. Bu maratonun, 4 Haziran’da Obama’nın Kahire’de Arap dünyasına hitabet yapacağı“çok önemli” açıklamalarla tamamlanması bekleniyor.

Geçmiş deneylere, “Oslo sürecine”, “Yol haritasına”, “Annapolis Zirvesi’ne” bakarak iyimser olmak gerçekten çok zor. Ama bu kez, tüm zorluklara karşın yeni bir “durum” oluşmuş gibi görünüyor.

ABD yönetiminde yeni-gerçekçilik…

Barış sürecindeki tıkanıklıkların, en önemli nedeninin, İsrail ve Filistin arasındaki anlaşmazlık noktalarının aşılması bir yana, ABD’nin “tarafsız arabulucu”rolünü hakkıyla üstlenmeyi başaramamış olduğu söylenebilir. Wolfowitz, Perle, Faith gibi neo-con-JİNSA tiplerinin egemen olduğu Bush döneminde, İsrail’e neredeyse açık çek verilmesi, hem İsrail’in Lübnan ve Gazze gibi maceralara sürüklenmesine katkıda bulundu, hem de Arap dünyasının, ABD inisiyatiflerini İsrail yararına zaman kazanmaya yönelik “oyunlar” olarak algılamasına yol açtı.

Başkan seçildikten sonra, “İsrail dostu olmak, Likud üyesi olmak anlamına gelmez” diyen Obama’nın Ortadoğu politikasının Bush döneminden farklı bir bakış açısıyla şekillendirildiği anlaşılıyor. Bush yönetimi, neo-con-JINSA tiplerinin de etkisiyle, Ortadoğu’yu, imparatorluk projesinin başlangıç noktası, ABD’nin askeri gücünün dönüştürücü kapasitesini kanıtlayacağı tarih sahnesi olarak görüyordu.

Obama yönetiminin kimi en üst düzey kadrolarının yaklaşımları, Ortadoğu’yu ABD hegemonyasını, liderlik, güvenilirlik ve kabul edilebilirlik özelliklerini kanıtlayarak restore edebilecekleri bir sahne olarak gördüklerini düşündürüyor. Obama yönetiminde kabine ile başkan arasındaki ilişkiyi yürüten, Yahudi asıllı Rahm Emanuel’in ABD’deki en güçlü İsrail lobisi AIPAC liderlerine, Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones’un İsrail yönetimine yönelik “Filistin sorununda ilerleme kaydedilemezse, İran sorununda da kaydedilemeyeceği” yönündeki uyarıları (Jarusalem Post, 11/05;The Independent, 12/05); Jones’ın TV kanalı ABC’ye “Tüm dünyada, biz önderlik edebilirsek Ortadoğu’da gelişme kaydedilebileceğine ilişkin bir beklenti oluştu” sözleri, bu bağlamda yorumlanabilir.

“Yeni bir durumla” karşı karşıya olduğumuza ilişkin iki gözlem daha yapmak olanaklı. Obama’nın yardımcısı Biden, AIPAC’ta yaptığı konuşmada, iki devletli çözüm temelinde barış projesini benimsediklerini vurguladı; yerleşimlerin durdurulmasını, var olanların sökülmesini istedi. Üstelik, Biden bunların sözde değil, “bana göster cinsinden” bir talep olduğunun altını çizdi. Biden’in konuşma yaptığı saatlerde, Obama yönetiminin Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme politikasını yürüten RoseGottemoeller Birleşmiş Milletler’de konuşuyordu. Gottemoeller’in hiç beklenmedik bir biçimde, İsrail’in adını Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore’yle birlikte anarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalamaya çağırması diplomasi çevrelerine bomba gibi düştü. ABD, İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu ilk kez resmen kabul ediyor, dahası denetime açılmasını talep ediyordu.

İsrail’de kaygı ve belirsizik

İsrail tarafında da algılar, Obama yönetiminde “oyunun kurallarının değişmeye başladığı” yönünde (Akiva Eldar, Haaretz, 11/05). Geçmişte ABD dış politikasının İsrail tarafından belirlendiğinden yakınan sözleriyle bilinen,Brzezinski, Gen. McPeak, Robert Malley, Susan Rice gibi isimlerin Obama yönetiminin ulusal güvenlik danışmanlarının başında gelmesi bu algıyı güçlendiriyor (Podhoretz, Wall Street Journal, 11/05)

Haaretz’ten, Yoel Marcus’a göre de “Amerika artık aynı Amerika değil” (12/05). İsrail’in en önemli“stratejik varlığı” ABD desteği olduğu için de, bu algı önce “yeni duruma” ilişkin bir belirsizliğe, James Jones’un, Avrupalı liderlere söylediği ve basına sızan“İsrail’e karşı daha güçlü davranacağız” (The Guardian, 12/05) sözleriyle birleşince de giderek kaygıya dönüşüyor. Hatta İsrail Çevre Bakanı Gilad Erdan’ın “Israil Obama’dan emir almaz” (Der Spiegel, 11/05) sözlerinde olduğu gibi fevri tepkiler de oluşabiliyor.

İsrail’in bu “yeni duruma”, hem dışarıda hem içeride olumsuz koşullarda yakalanmış olduğu söylenebilir. Dışarıda, İsrail’in uluslararası imajı, kurulduğundan bu yana hiç görülmeyen bir düzeyde aşınmış durumda. Lübnan ve Gazze savaşları İsrail’in askeri kapasitesine gölge düşürdü. Bu savaşlarda ortaya çıkan yıkım ve ölüm, özellikle çocuk ölümleri, İsrail’in Soykırımdan bu yana koruduğu imajı, özellikle Batı’da, ahlaki açılardan lekeledi. İkincisi, verdikleri kayıtsız şartsız destek İsrail açısından büyük öneme sahip Amerikalı Musevi toplumunun, Barış süreci karşısındaki tutumları açısından, bölündüğü, barış yanlısı, hatta“İsrail’deki Netanyahu hükümetine düşman” bir kesimin şekillendiği görülüyor (Isi Leiber,Jarusalem Post 11/05).

İçerdeyse, en önemli sorun, Netanyahu hükümetinin, “iki devletli çözümü” asla kabul etmeye niyetli olmayan, Avigdor Lieberman, Benny Begin, Reuven Rivlin gibi politikacılara mahkûm olması. Bu tipler, her ne kadar iki devletli çözüm sözcüğünü ağzına almasa da, esnekliğiyle bilinen Netanyahu’ya hemen hiçbir manevra alanı bırakmıyorlar.

Netanyahu’nun; bu koşullarda, Washington’da, ilk yüz günden sonra popülaritesi yüzde 68’e yükselmiş, son kamuoyu yoklamalarına göre Arap dünyasında bir ABD başkanı için görülmemiş bir güvenilirlik düzeyine ulaşmış (The Daily Star, 13/05) Obama’nın basıncına direnmesi, toplantıdan İsrail ABD ilişkilerini ya da kendi hükümetinin geleceğini tehlikeye atmadan çıkması çok zor.

Diğer taraftan, Ürdün kralı II. Abdullah’ın işaret ettiği gibi, tüm Arap ve Müslüman dünyasının gözü, Obama’nın üzerinde. Bugüne kadar oluşan güven bir anda yok olabilir. Kim bilir, belki de gerçekten Ortadoğu’da yeni bir dönem başlıyordur. Ama ortada aşılması gereken o kadar büyük sorunlar var ki... İyimser olmak gerçekten çok zor. (Çarşamba günü bu sorunlara değineceğim.)

Tuesday, May 12, 2009

Gürcistan’ın “Garip”Halleri

Mikheil Saakaşvili (Misha), 2003 yılında “Gül devrimiyle” iktidara geldi. Misha Gürcistan’ı, eski başkan Bush’un deyimiyle“bölgenin demokrasi ışığı” haline getirdi. Sonra işleri ters gitmeye başladı. İkinci kez seçimleri kazandı ama muhalefetin sesi kesilmedi. Geçen yıl Rusya ile kapıştı, kötü bir dayak yedi, ülkesinin iki eyaletini kaybetti.“Valla Rusya başlattı, benim suçum yok” dedi ama en yakın müttefikleri dışında pek kimseyi ikna edemedi. Geçen hafta, tam NATO-Gürcistan ortak savaş oyunları başlarken, “Rusya darbe yapıyor” diye bir şamata kopardı, bu kez hiç kimseyi ikna edemedi. Bu gelişmeler, Türkiye’de pek ilgi görmüyor. Halbuki Gürcistan’ın son birkaç yıllık öyküsü çok ilginç, öğretici ayrıntılarla dolu.

Bir ilginç denklem

Misha’nın sıkıntıları 2007 yılında, ülkede kitlesel protesto gösterileri patlak verdiğinde başladı. Batı’ya, özellikle ABD’ye göre Misha bir demokrasi savaşçısıydı ama ülkesinde birileri, keyfi yönetimden, baskı, terör ve yolsuzluklardan yakınıyor, istifasını istiyorlardı. Muhalefet güçleniyor, sertleşiyor, güvenlik güçleriyle göstericiler arasında sokak çatışmaları çıkıyordu. Misha bu koşullarda gidilen erken seçimleri kazandı, ama muhalefet yatışmadı.

Gürcistan’ın eski ulusal güvenlik danışmanı, Dışişleri Bakanı Tedo Japaridze ABD’nin saygın dış politika dergilerinden The National Interest’teki yazısında gelişmeleri şöyle özetliyordu:

Misha devrimden sonra Başkan Bush’un övgüsünü kazanacak reformlar yaptı. Ama aynı zamanda ülkenin anayasasını da, yasamayı zayıflatarak bir süper başkanlık sistemi geliştirecek, yüksek hâkimler kurulunun bağımsızlığını azaltacak yönde değiştirdi. Bu yeni rejim medya özgürlüğünü, sivil toplum örgütlerinin çalışmalarını kısıtladı. Böylece siyasi haklar ve özgürlükler, hatta mülkiyet hakları aşınmaya başladı. Dahası, artık muhalefeti hedef alan faili meçhul siyasi cinayetler ve saldırılar yaşanmaya başladı. Kasım 2007’de polis muhalefetin bir kitle gösterisini aşırı güç kullanarak bastırdı, 2008’de erken seçimlerde Misha yeniden başkan seçildi; ama bu, yürütmenin daha da zayıflaması, onun kişisel gücünün artması anlamına gelecekti. (06/05/09)

Der Spiegel’in bir yorumuna göre, Misha’nın “darbe halüsinasyonları”, “muhalefete yönelik düzmece davalar”, yargılamalar gelişigüzel verilen 7-8 yıllık hapis cezaları, işte bu dönemde başladı (06/05/09). Misha, geçen yıl ağustos ayında Rusya’ya karşı bir kumar oynayıp da fena halde kaybedince, hem ülke içinde en önemli müttefiklerini kaybetmeye hem de dünyada, dengesiz bir adam izlenimi yaratmaya başladı: Misha Rusya’ya karşı AB ve ABD’den destek alacağını varsaymış, kendi iktidarı için bölgeyi ateşe atmaya kalkmıştı. Bu tutum Rusya ile ekonomi, enerji güvenliği alanlarında istikrarlı bir işbirliği kurmaya çalışan Alman, Fransız ve İtalyan yönetimlerini çok kızdırdı.

Ülke içinde, başından beri Misha’nın yanında yer alan, ilk hükümetinde meclis sözcülüğü görevini üstlenen, 2008 seçimlerinde Misha’yı destekleyen Nino Burcanadze, Misha’yı seçimlere hile karıştırmakla, demokrasi projesine ihanet etmekle, medyayı ele geçirmekle, muhalefeti susturmaya çalışmakla suçladı. Bir Thatcherhayranı olmaktan gurur duyan Burcanadze, Rusya savaşı fiyaskosundan sonra da, kısa sürede muhalefetin en büyük grubu haline gelecek olan Birleşik Gürcistan Partisi’ni kurdu (Associated Press, 08/05/09).

Savaştan sonra, ihracatı yüzde 70, yabancı sermaye girişi yüzde 75 gerileyen Gürcistan ekonomisi derin bir krize girerken, Misha’nın da, “beni destekleyen demokrattır, bana karşı çıkan ise darbeci” denklemine giderek daha fazla sarılmaya başladığı görülüyordu. Hem de, Gürcistan ordusunun tüm lojistik desteği ABD ve müttefikleri tarafından karşılanıyor, personeli 150 ABD askeri uzmanı tarafından“eğitiliyor” olmasına karşın…

Kimse inanmadı ama…

Bu zeminde, geçen hafta Misha Rusya destekli darbe senaryosuyla ortaya çıkınca doğal olarak dünyada kendisine inanacak kimse bulamadı.Washington Times, iddialarışüpheli buluyor, Christian Science Monitor, Foreign Policy, “karanlık olaylar” olarak niteliyor, BBC,Rusya bağlantısına ilişkin bir kanıt bulamıyordu. The Economist’e göre “gerçekte ne olduğu belli değildi”, Der Spiegel“ortada ciddi bir darbe girişimine benzer bir şey yok” diyor, “darbe halüsinasyonlarından” söz ediyordu. National Interest’deki yoruma göre, “Gürcistan Devlet Başkanı’nın, Batılı danışmanlarının ve lobi gruplarının, Batı’nın dikkatini, hükümet karşıtı gösterilerden uzaklaştırmak amacıyla tezgâhladıkları bir olaydı”.

Dahası, Time MagazineLondra The TimesLos Angeles Times da dahil, hemen tüm Batılı yorumcular, yazılarında muhalefetin eleştirilerine, iddialarına, Rusya’nın tepkilerine geniş yer veriyorlar, Misha’nın orduyu manipüle etme girişimlerinin, ordu içinde çatlak yaratmanın risklerine dikkat çekiyor, Gürcistan’ın geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiriyorlardı. Ne de olsa Gürcistan, Rusya’nın AB karşısında enerji tekeli oluşturmasını engelleyebilecek iki boru hattının geçiş hinterlandını oluşturuyordu.

Bağımsızlığa izin yok… Zaten isteyen de yok!

Bir aydır sokaklarda olan muhalefetin, 20.000 kişilik bir protesto gösterisi, cumartesi günü, meclisin bulunduğu meydanı “Misha istifa”sloganlarıyla inletiyordu.

Bu ikiye bölünmüşlük, giderek şiddetlenen siyasi istikrarsızlık, salt Gürcistan’a ait bir durum değil. Bu, 2000’li yıllarda karşımıza, “renkli devrimler”, demokratikleştirme gibi söylemlere birlikte çok sıkça gelen bir durum. Gürcistan tipi (liderlikleri büyük güçlerin inayeti için yarışan) siyasi bölünmüşlüklere, Balkanlar’dan Burma’ya kadar giderek daha sık rastlıyoruz. Tüm demokratikleşme söylemlerine karşın, bu ülkelerde yönetimlerin ve muhalefetlerin ekonomik ve siyasi programları, talepleri giderek ülke dışındaki güçlerin (eskiden emperyalizmin denirdi, şimdi küreselleşme deniyor) seçeneklerine göre şekilleniyor, yerel halkların gereksinimlerine göre değil.

Örneğin, perşembe günü Prag’da yapılan 33 ülkeli (27+6) AB zirvesinin gündemini oluşturan Doğu Ortaklığı planı, Gürcistan, Moldova, Ukrayna, Belarus, Ermenistan ve Azerbeycan’ı “AB modeli siyasi, ekonomik toplumsal reformları benimseye ikna etmeyi, giderek serbest ticaret ve vizesiz giriş çıkış ilişkileri oluşturmayı amaçlıyor”. German Coincil on Foreign Relations’ta Avrupa Çalışmaları direktörü Jan Techau’nun saptamaları şöyle: “Burası AB’ye yakınlığı açısından en önemli kriz bölgesidir. AB enerji ve güvenlik konularında bu ülkelerin Batı’ya yakınlaşmasını sağlamalıdır. Neticede bu ülkeler bir tercih yapmalıdırlar, Rusya bölgesine mi ait olacaklar AB bölgesine mi?”(Christian Science Monitor,07/05/09) Diğer bir değişle, kimseye iki emperyalist nüfuz alanları dışında yaşama izni yok…

Bu altı ülkeden dört tanesi, çoktan, birbiriyle sokaklarda kapışmaya başlayan iki siyasi kampa bölünmüş durumda. Bence şimdi gözler, Azerbaycanüzerinde olmalı. Bakalım orası nasıl demokratikleştirilecek?..

Wednesday, May 06, 2009

Domuz Gribi Neo-liberalizmin laboratuarında üretildi

Domuz Gribi salgınının ortaya çıktığı ülkeye, çıkış, yayılma koşullarına biraz dikkatle bakarsak, artık tam anlamıyla çıkmaz giren kapitalist uygarlığın, birbiri ardına yaratmaya devam ettiği öldürücü semptomlardan biriyle karşı karışa olduğumuz kolaylıkla görebiliriz.

 “Umutsuzluk çağı”

1980’lerden bu yana, kriz yönetiminde geçerli model, toplumsal yaşamın güc ilişkilerini açıklayan hegemonik söylem tükendi. Gündemde yeni bir model olmadığından, neo-liberalizmin tükenişi, “kapitalizmin tükenişi” tartışmalarına yol açıyor. 25 yıldır her derde deva,  “serbest piyasa” iksirini satan şarlatanların, şimdi suçüstü yakalanmış olmanın telaşıyla ağız değiştirmeye çalışmaları, bir kültürel kargaşanın oluşmaya başladığını gösteriyor

Bu şarlatanların yıllardır insanlığı, artık yok olduğuna inandırmaya çalıştıkları sınıf mücadeleleri de hızla canlanıyor. Das Kapital yine en çok satan kitaplar listesinde. İnsanlar, işlerini, evlerini kaybederken, çocuklarını okutamaz, karnını doyuramaz hale gelirken, hükümetlerin, mali sermayeye aktardığı trilyon dolarlık yardım paketleri karşısında infiale kapılıyorlar. Tümüyle küresel bir kriz, yine tümüyle küresel bir kızgınlık dalgasına yol açıyor. Dünyanın bir ucundan diğerine, grevler, direnişler, fabrika işgalleri, fabrika yöneticilerini rehin almalar, fabrika kırıp dökmeler… Ama daha fazlası da var: Asya Gelişme Bankası’nın yıllık toplantısındaki tartışmaların ortaya çıkardığı şu paradoksa bakar mısınız?

Dünyanın geri kalanından 32 kez daha çok su, enerji ve gıda tüketen, gelişmiş ülkelerin, ekonomik krizden çıkabilmeleri için, gelişmekte olan Asya ülkelerinin ekonomik üretim ve tüketim kapasitesinin artması gerekiyormuş.

Ama küresel ısınmanın, su, gıda kaynaklarının olumsuz etkileri yüzünden, özellikle Singapur, Tayland, Endonezya, Vietnam, Filipinler gibi Asya ülkelerinin ekonomik büyüme hızlarında oluşacak kayıplar, yüzyıl sonuna kadar yılda ortalama %6.3’ü bulacakmış.

Küresel ısınmanın gösterdiği gibi, dünyanın su, besin, enerji kaynakları, bırakın gelişmekte olan ülkelerde üretimin ve tüketimin büyüme hızında arzulanan artışların getireceği ek kaynak gereksinimini karşılamaya, bugünkü üretim, tüketim düzeyini sürdürmeye bile yetmiyor.

 Bir taraftan egemen ekonomik model küresel ısınmaya yol açarak büyümenin zeminini çürütüyor. Diğer taraftan, krizden çıkmak için gereken ekonomik büyüme gezgenin “yaşam dünyalarını” tehdit ediyor.

Ama teknoloji, “dijital devrim” bizi bu çıkmazdan kurtaramaz mı? Gördük ki, “dijital devrim”, tüketim kültürünü, 1930’larda Theodor Adorno’nun, 1960’ların sonunda Guy Debord’un hayal edemeyeceği düzeylere taşıdı; tüketimi, dolayısıyla küresel ısınmayı hızlandırdı. Yeni medya araçları sayesinde insan beyninin en ücra köşeleri bile, artık metalaşma süreçleri tarafından sömürgeleştirildi, kapitalizmden başka bir dünya düşünmek adeta olanaksız hale geldi. Dijital devrim sayesinde, devlet ve güvenlik güçleri karşısında özel yaşam her gün biraz daha şeffaflaşıyor, özgürleşme umudu, yerini “biri beni dinliyor, gözlüyor, izliyor” kuşkusunun felç edici korkusuna bırakıyordu.

Yon yıllarda giderek daha çok karşılaştığımız “umutsuzluk çağı” kavramı, işte böyle bir ortamdan; “yaşam dünyamızın” (toplumsal üretim biçimi ve kültür) derin bir kriz içinde çözülüyor olmasına karşın, insanların henüz başka bir “dünya” düşünmeye başlayamamış olmasından kaynaklanıyor!  N1H1 virüsü de bu algıya yol açan dünyanın hemen tüm özelliklerini yansıtıyor.

Neoliberalizmin laboratuarında..

Son verilere göre, 15 ülkeyi etkileyen Domuz Gribi Meksika’nın Perote kasabasında ortaya çıktı. Hemen komşu eyaletlere sıçradı, oradan uluslararası ulaşım ağlarına ulaşarak dünya çapında yayılmaya başladı; aynı ABD mali piyasalarının, eşik altı krediler gibi, küçük bir diliminde başladıktan, sonra, “dijital devrimin” sayesinde hızla yayılarak küreselleşen mali kriz gibi… Her iki sürecin de arkasında, aynı yapısal şekillenme, egemen sermayenin, 1980’lerde benimsediği, gelişmekte olan ülkeler dayattığı neo-liberal “reformlar” var.

Meksika, bu “reformların” öncü laboratuarlarından biri oldu. Bu köşeyi yazmaya başladığım yıllarda, 1994 Meksika mali kriz patlak verdiğinde,  neo-liberalizmin ve küreselleşmenin, toplumların dokuları, insanların yaşamı üzerindeki yıkıcı etkilerini, zamanın serbest piyasa Ayetullahlarının, bana yönelttikleri eleştirilerin de yardımıyla etraflıca tartışmaya şansım olmuştu.

1980’lerde, ABD ve IMF baskısıyla neo-liberalizme açılan Meksika, 1994’de büyük bir kriz yaşarken, ABD’de de 1918’den beri istikrarını koruyan domuz üretme sanayi bir sıçrama yapmaya başlıyormuş. 1994-2001 arasında ABD’de mega domuz çiftliklerinin payı toplum içinde %10’dan % 72’yer sıçramış (The Independent, 01/05). 1965 yılında ABD’de 53 milyon domuz bir milyon domuz çiftliği varmış. Bu gün 65 milyon domuza karşılık, 65,000 çiftlik var. Bu veriler, muazzam bir yoğunlaşmaya ve merkezileşmeye işaret ediyor.

Bu yoğunlaşma süreci içinde, ABD domuz endüstrisinin, NAFTA serbest ticaret anlaşmasının getirdiği olanakları kullanarak, ucuz iş gücünden, yabacı sermaye teşviklerinden yararlanmak, çevre, sağlık koruma kurallarından kurtulmak, için Meksika’ya göç etmeye başladığını görüyoruz. İşte bu dev şirketlerden Smithfield’in, Perote kasabasında devasa bir domuz çiftliği var. Bu kasaba belediyesinin Mart ayında hazırladığı bir raporda, halkın %60’ının nezle, zatürree ve bronşitten şikayetçi olduğuna işaret ediliyormuş. Bu rapor görmezden gelinmiş. Virüs uzmanlarının 2003 yılında “domuz gribi virüsü yeni, hızlı bir evrim sürecine sıçradı” uyarıları, 2006 yılında Science dergisinde yayımlanan, bu tür kombinaların, sağlıksız ve pis ortamında, birleşik virüslerin oluşma olasılığının gittikçe güçlendiğini söyleyen araştırma ilgi görmemiş.  Adından anlaşılacağı gibi N1H1 iki virüsün birleşmesinden oluşan bir mutasyon, yine böyle bir yoğun üretim ortamında patlak veren H5N1 kuş virüsü gibi… (Mike Davis, Znet, 1/05)

Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşların Meksika Sağlık sistemine dayattığı, bölgeselleştirme ve özelleştirme krizin zamanında algılanmasını, merkezi ve eşgüdümlü bir tepki geliştirilmesini engellemiş (Laure Carlsen, Commondreams, 30/04).

Domuz Gribi de, “umutsuzluk çağının”, uygarlık krizinin bir semptomu. Ama yaşamın diyalektiği, umutsuzluğun umut, krizin dönüşüm içerdiğini, tarih insanlığın, özellikle siyasi, ekonomik iktidardan en dışlanmış kesimlerinin, en umutsuz, en karanlık anlarında en yaratıcı inisiyatifleri sergileyerek yeni çıkış yolları açabildiklerini gösteriyor. Sorunların çapı ve yaygınlığı, tehlikenin büyüklüğü, tarihin böyle bir yaygın kitlesel yaratıcılık dönemlerinden birine girmekte olduğumuzu düşündürüyor.

Post-modern- liberal şarlatanların, siyasal İslam’ın demagoglarının bu yaratıcılığı daha baştan felç etmeye çabalamaları doğal. Kimi “sosyalistlerin”, bu yaratıcılığı tarihsel olarak her zaman (egemenliğin halka ait olduğunu yadsıyarak, insan aklını küçümseyerek, “kurtuluşu” başka bir dünyaya erteleyerek) sabote etmiş olan dinci akımların, post-modern şarlatanların değirmenine su taşımasıysa anlaşılır gibi değil. Ama belki “umutsuzluk” ve “Gösteri Toplumu”nun sunduğu olanakların parlaklığı, anlamamıza yardımcı olacak kimi ipuçları sunabilir.