Thursday, April 30, 2009

Pakistan Dersleri

ABD Ulusal Savunma Üniversitesi’nde, Yakındoğu, Güney Asya Stratejik Çalışmalar direktörü General David Barno’ya göre “Pakistan çökme yönünde ilerleyen bir devlettir, ABD’nin bu durumun oluşmasını her ne pahasına olursa olsun engellemesi gerekiyor”. New York Times, Washington Post,Christian Science Monitor gibi gazetelerin yorumlarında bir panik havası var. United Press’in editörü,“Pakistan yeni İran mı?” diye soruyor. Besbelli ki, Pakistan halkını, egemen sınıflarını, yönetici seçkinlerini karanlık bir gelecek bekliyor. Bu onlar açısından trajik, ama bizler için paha biçilmez derslerle dolu bir süreç.

‘Din’ ulusal kimlik oluşturmaya yetmedi

Pakistan üç bileşenin üzerinde kurulmuş yapay bir devlet. Birincisi, Pakistan “Müslümanların devleti” olarak kuruldu. İkincisi, İngiliz sömürgeciliğinden seküler eğilimli askeri bürokratik bir yapı devraldı. Ülkeyi kuranlar, demokratik ve modern bir gelecek düşlüyorlardı. Üçüncüsü,“temel düşman Hindistan” ilkesi, tüm güvenlik yapısını, uluslaşma sürecini belirledi.

1980’li yıllarda, ABD’nin SSCB’yi, Taliban’la durdurma projesine katılan Pakistan, ordusunu, gizli servisini, genelde ülkeyi radikal Müslüman cihat kültürüne, esas olarak da Vahabi geleneğine açık hale getirdi. Aynı yıllarda, Pakistan gizli servisinin, Taliban’ı Hindistan’a karşı, stratejik derinlik kazanmak amacıyla kullanma çabaları, bu etkileşimi daha da derinleştirdi. Aynı dönemde Ziya ül Hak, orduda bir Müslümanlaştırma süreci başlatmıştı.

Pakistan yönetimi, ABD Afganistan’ı işgal ederken, Pakistan’a kaçan Taliban güçlerinin Veziristan ve Federal Kuzey eyaletlerine yerleşmesine göz yumduğu için bu eyaletler giderek merkezi devletin denetiminden çıktı, Taliban üslerine dönüştü. Şimdi bunlara Svat vadisi eklendi. Sırada Buner, Lahor ve Pencab eyaleti var. Zamanında, SSCB’ye karşı savaşacak kadroları yetiştirmek için, büyük ölçüde Suudi parasıyla kurulan medreselerin sayısı bugün 18 bini geçmiş durumda. Ordu kadroları artık inançlı Müslümanlardan oluştuğundan subay sınıfı, Taliban’la yaşanan çatışmaları giderek iç savaş bağlamında algılıyor, giderek daha isteksiz davranıyor.

ABD’nin Pakistan topraklarında düzenlediği hava saldırıları, öldürdüğü siviller ülkede ve devlet içinde hem dinci, ulusalcı duyguları güçlendiriyor, hem de Taliban’a çok değerli propaganda olanağı sunuyor.

Egemen sınıflar (kentsoylular ve toprak sahipleri)

Pakistan egemen sınıflarıysa, yakın zamana kadar Müslüman duyarlılıklarına güvenerek, nasıl olsa Taliban’ı da idare ederiz diye düşünürken, şu sıralarda üç şoku birden yaşıyorlar. Birincisi, hem dini duyarlılıklarını korumanın hem de kentsoylu uygarlığın ayrıcalıklı tüketim ve haz kültürünü yaşamanın olanaksızlaşmaya başladığını görüyorlar. En varsıl olanları ülkeyi terk etmeyi planlıyorlar. İkincisi, geçmişin uluslararası anti-komünist ittifakları, Pakistan’ın kentsoylu sınıflarında, abartılı bir güven duygusu yaratmıştı.Şimdi, devletlerinin sandıkları kadar güçlü olmadığının, Taliban karşısında kendilerini koruyamayacağının ayırdına varıyor; geleceklerine ilişkin derin bir düş kırıklığı yaşıyorlar.

Üçüncüsü, en önemlisi, Taliban’ın beklenmedik bir hızla artan etkisinin arkasındaki dinamiği kavradıkça dehşete düşüyor, sözde demokratik reflekslerini bir kenara koyup, kendilerini yeniden ordunun kucağına atmaya hazırlanıyorlar.

Egemen sınıfları dehşete düşüren, yakın zamana kadar görmezden gelmeye çalıştıkları dinamik ise Taliban’ın harekete geçirdiği sınıflarla ilgili. Gittikçe derinleşen ekonomik kriz, beslenme krizi, yoksullaşmanın, işsizliğin genelde genç kuşakları radikalleştirdiğini, radikal akımlara yönelttiğini Pakistan seçkinleri de biliyorlardı. Ama esasen, ekonomik ve kültürel açılardan derin köylü kökleri olan Taliban hareketinin, Pakistan’da yoksul, topraksız köylülerle büyük toprak sahipleri arasındaki çelişkiyi kullanabileceği akıllarına gelmiyordu. Geçen hafta New York Times’ın, pazar ve pazartesi günleri de Daily Times veDawn gibi Pakistan gazetelerinin başlattığı tartışma bağlamında, şimdi kimi yorumcular, Taliban askeri bir güç olarak çok önemli değil, “bu dalga da geçer”... “esas kaygı duymamız gereken Taliban’ın topraksız köylülerin desteğine dayanan, popülist (feodal toprak mülkiyetini hedef alan, giderek kent yoksullarıyla birleşebilecek- E.Y.) bir siyasi harekete dönüşme olasılığıdır”diyorlar.

Sanırım şöyle bağlayabiliriz: Yönetenler (ve uluslararası patronları) eskisi gibi yönetme kapa- sitelerini ve duyarlılıklarını kaybettiklerinde (Pakistan’da gıda krizi yaşanırken tarım arazilerinin Suudilere satılması gibi)... Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmekten bıkmışlarsa, oluşacak siyasi boşluğu mutlaka birileri doldurur.

Monday, April 27, 2009

Pakistan Parçalanmaya Doğru Yoluna Devam Ediyor

Geçen haftaki gelişmeler, Pakistan’da devletin çöküşe, ülkenin parçalanmaya doğru yoluna devam ettiğini gösteriyordu. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a göre,“tüm dünya açısından ölümcül bir tehlike” oluşuyormuş. Malum, Pakistan’ın nükleer silahları var. Ya bunlar Taliban’ın eline geçerse? Böyle bir olasılık yakın bir gelecekte Pakistan’ı ABD ordusunun hedef tahtasına koyabilir!

Önce taviz sonra, sonra panik...

Pakistan yönetimi, dini lider Sufi Muhammed’e, Svat Vadisi bölgesinde, Taliban’ı denetim altında tutma koşuluyla, şeriat yasalarını uygulama yetkisi verdi. İlgili yasa Pakistan meclisinden geçtikten yaklaşık on gün sonra, geçen hafta Pakistan hükümeti ve seçkinleri hem şaşkınlık hem de panik içindeydiler. Verilen tavize rağmen, hem şeriat uygulamaları, hukukla sınırlı kalmamış, yaşamın tüm alanlarına yayılmıştı, hem de Taliban’ın başkent İslamabad’a 96 km. yakınlıktaki Buner bölgesine yönelik işgal girişiminin gösterdiği gibi, ülkenin içine doğru yayılmaya kararlı olduğunu kanıtlamıştı.

Hükümeti bu tavize zorlayan Sufi Muhammed ise demokrasinin, Yüksek Hâkimler Kurulu’nun, Batı tarzı ve İslam karşıtı olduğuna Taliban’ın bölgedeki önceki eylemlerinin bunlara göre yargılanamayacağına ilişkin demeçler veriyor, bir anlamda genel af ilan etmiş oluyordu (The Daily Times, 25/04). Bu gelişmeler mecliste tartışılırken, dinci partilerden birinin lideri,Fazlur Rahman, “Böyle giderse Taliban İslamabad’ın kapılarına dayanacak, bir an evvel tüm ülkede şeriat ilan ederek bu davayı Taliban’ın elinden alalım”diyordu.

Şaşkınlığın boyutlarını, Oxford Üniversitesi’nde araştırma görevlisi, Pakistanlı Dr. Masuud Bano’nun yorumundan izleyebiliyoruz: “Pakistan’da olanlar her açıdan çok garip. Karşımızda, kocaman bir ordusu, geniş bir polis örgütü, seçilmiş temsilcilerden oluşan meclisi, yasal bir sistemi olan bir ülke var. Buna karşın devlet bir bölgedeki bir grup sözde militanın istediklerine aniden boyun eğdi.” (The News International, 24/04/09)

Bir başka siyasi analist Ayaz Amirise “Buner’e girerek ülkenin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu bize gösteren, dikkatlerimizi yoğunlaştıran Taliban’a şükran borçluyuz”diyordu (The News International). Amir’e göre,“Ülkenin dağılmasını engelleyecek, De Gaulle ya daMustafa Kemal çapında bir lidere gereksinim var... Bugün ortada böyle biri olmadığına göre var olanla idare etmek gerekiyor... artık Pakistan’ın bir numaralı sorununun demokrasi olmadığını da unutmadan... Pakistan’da yeteri kadar demokrasi var... esas sorun şimdi terorizm ve Taliban’ın gittikçe artan cüreti”.

Pakistan seçkinleri arasında nasıl bir ruh halinin gelişmekte olduğunu sanırım fark ettiniz. Emekli General Müşerref de etmiş olacak ki perşembe günü“Pakistan patlama noktasına gelirse, durumu düzeltmek için yapabileceğim bir şeyler olduğuna inanıyorum... Görevimin başına dönebilirim”diyordu (Telegraph 23/04).

Korku iklimi

Cuma günü medya Taliban güçlerinin Buner’den çıktığını, bir kısmının da komşu Şangla bölgesine geçtiğini bildirdi. Ancak, The Daily News’un bir gün önceki haberindeki kimi ayrıntılar, cumartesi günü Pakistan ve Hindistan gazetelerine yansıyanlar Taliban’ın geri çekilmeden önce durumunu konsolide etmeye başladığını düşündürüyordu. The Daily News’e göre Taliban güçleri Buner’in yanı sıra Şangar’a da girmişler. Taliban Buner’de bir Jirga (Aşiret büyükleri meclisi) toplamış. El Cezire de Taliban’ın Buner’den çıkarken halkı İslam kurallarına uyma konusunda uyardığını bildiriyordu. Özetle, Taliban Buner’de belli bir iklim, bir hegemonya oluşturduktan ve yönetimi kendilerine yakın yerel unsurlara bıraktıktan sonra (The Independent, 25/04) Şangar’a çekilmiş. Böylece Svat Vadisi’ne ek olarak, Buner ve Şangar da Taliban’ın ideolojik ve pratik anlamda denetimi altına girmiş oluyor.

Kimi gözlemler, Taliban etkisinin Kuzey Batı eyaletleri, Svat Vadisi ile sınırlı kalmadığını, hızla yayılmakta olduğunu gösteriyor. Pencab eyaletinin Hindistan sınırı yakınındaki Lahor, bir zamanlar, Pakistan’ın popüler kültür açısından en canlı kentlerinden biriymiş. Geçen ekim ayında gençlerin buluştuğu bir bölgede patlayan üç bomba, atmosferi değiştirmeye başlamış. Birkaç hafta sonra çarşı esnafı, kentte çalışmaya başlayan Taliban’ın baskılarına boyun eğerek, binlerce CD’yi çarşı meydanında İslama uygun olmadıkları gerekçesiyle yakmış.

Kasımda düzenlenen uluslararası performans sanatları festivalinde tiyatrolara yönelik beş bombalı saldırı düzenlenmiş, bu ocakta da iki tiyatroda bombalar patlamış. Geçen ay Lahor’u ziyaret eden Sri Lankalı kriketçilere yönelik silahlı saldırı, 10 milyonluk kentin spor yaşamını adeta öldürmüş. Talibanlaşma en çok kadınları ve genç kızları kaygılandırıyor. Pakistan’ın en gelişkin kız okullarının olduğu Lahor’da bu okullara ve sokaktaki kızlara yönelik saldırı ve tehditler gittikçe artıyormuş.

Lahor milletvekili Yasemin Rahman, “korku ikliminin bu kadar güçlenmesini hiç beklemiyordum” diyor. Siyasi analist Hasan Askari, “bu kentte kadınlar istedikleri gibi giyinir, sokaklarda istedikleri gibi dolaşırlardı, film galaları düzenlenirdi, İslamın liberal, muhafazakâr her türü birlikte var olurdu. Bu durum artık değişti”diyor. (The Washington Times,23/04/09)

Bir şeyler olabilir...

Ünlü Taliban kitabının yazarıAhmet Raşit, Bush ve Obamayönetimlerinin önde gelen terorizm uzmanlarından David Kilcullen (BBC), News Week editörü Fareed Zakharia, eski Pakistan büyükelçilerinden Zafar Hilali (The News International),Kissinger, Brzezinski gibi birçok yorumcu Pakistan’ın dağılmanın eşiğine geldiğine inanıyorlar. Prof. Akmal Hüseyin’e göre,“Ülkeyi terk etmeye başlayan birçok Pakistanlı için bu gelişmeler sonun başlangıcı anlamına geliyor” (The Daily News, 23/09). Obama’nın Afganistan-Pakistan özel danışmanı Holbrooke, yönetimin dikkatinin şimdi Afganistan’dan çok Pakistan üzerinde yoğunlaştığını söylüyor (WSWS,25/04), ancak ABD’nin Pakistan yönetimini, Taliban’a karşı Pakistan içinde ortak harekât düzenlemeye ikna edemiyordu.

Geçen hafta, Taliban’ın Buner’e girmesi atmosferde önemli bir yoğunlaşma yarattı.

Bir taraftan ABD yönetimi, gerektiğinde bir “önleyici vuruş”için mükemmel gerekçeler oluşturabilecek bir dil kullanmaya başladı. Dışişleri Bakanı Clinton,“Pakistan hükümeti, yönetimi Taliban’a terk ediyor” dedikten sonra nükleer silahlara atıfla“tüm dünyayı tehdit eden ölümcül bir tehlikeden”oluştuğunu ileri sürdü. Genelkurmay Başkanı G. Mullen,“bir devrilme noktasına hızla yaklaştığımız kesin” diyor.

Bu sırada Pakistan seçkinlerinin, orta sınıfının ise paniğe kapılarak,“ne olursa olsun Taliban’ı önlemek gerekir, yabancı güçlerin desteğini ve silahlarını da kullanabiliriz”, “bir şeytana karşı öbürüyle...” havasına girmeye başladığı görülüyor (The News International, 25/04). Pakistan bir taraftan dağılmaya, öbür taraftan iç savaşa, her iki durumda da bir ABD müdahalesine doğru gidiyor.

Tuesday, April 21, 2009

‘Üç Korsan, Üç Mermi, Üç Ceset...’

Önceki hafta Washington Post’un, ABD’li kaptan kurtarıldıktan sonra, övünçle kullandığı bu başlık, bir süredir dünya medyasında, Somali açıklarında korsanlarla mücadele adına sergilenen pornografik “gösteriye” çok uygun.

Beyaz adamın çatal dili

Başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesinin savaş gemileri Somali kıyılarında, Aden Körfezi’nde toplandılar. Nasıl toplanmasınlar? Korsanlar gemilere el koyuyor, tutsak alıyor, fidye topluyorlar. Bunlarla savaşmak gerekiyor. Fransa ve ABD, komandolarının, keskin nişancılarının becerisini korsanlar üzerinde deniyor; Obama, tutsak ABD kaptanını kurtarmak için komandolara, keskin nişancılara emir veriyor. Daha yirmi yaşına ulaşmamış üç Somalili genç, hedefi bir mil uzaktan vurmaya eğitilmiş keskin nişancılar tarafından 75 metreden (!) başarıyla vurularak öldürülüyorlar, kaptan kurtuluyor, Obama ABD medyasında erkekliğini kanıtlamış oluyor.

Bu madalyonun öbür yanında da şunlar var: Geçen yıl 111 korsanlık olayı yaşandı; bu yıl şimdilik 80... Halen 260 denizci korsanların elinde tutsak. Çok sayıda korsan öldürüldü ama yalnızca iki tutsak öldü biri de Fransız komandolarının kurşunlarıyla. Diğer bir deyişle, karşımızda öyle kana susamış bir güruh yok. Bu korsanların en önemli özellikleri gemilere çıkar çıkmaz, tayfalara ve yolculara,“kimsenin canı yanmayacak” mesajı vermek oluyormuş.

Peki, kim bu korsanlar? Somali devleti çökertilip de, Somali kıyıları sahipsiz kalınca, başta AB olmak üzere kimi “gelişmiş”(emperyalist diyeceğim ama yine “ulusalcı” olarak damgalanmaktan çekiniyorum) ülkelere gün doğmuş. Somali kıyılarına doluşup, deniz ürünlerini talan etmeye, nükleer, kimyasal (hastane çöpleri de olmak üzere) atıkları dökmeye başlamışlar. Somali balıkçıları ve aileleri, bir taraftan geçim kaynaklarını kaybederek açlığa mahkûm olurken, öbür taraftan, zehirlenmeye, kanser olmaya, çocukları sakat doğmaya başlamış (The Independent 15/04). “Uluslararası topluluk” bu konuda hiçbir tedbir almayınca, balıkçılar kendileri silahlanıp, bu talancıları ve atıkçıları kovmak için fiilen “sahil muhafaza gücü” gibi çalışmaya, sonra da bu yolla para kazanabileceklerinin ayırdına varınca, işi korsanlığa dökmeye başlamışlar. Ama çok başarılı oldukları da söylenemez: Bu korsanların bir yılda en fazla 60 milyon dolar toplayabildikleri hesaplanıyor. Ama verdikleri ekonomik zarar milyarlarca dolara ulaşıyor (Archibugi ve Chiarugi, Open Democracy, 09/04). Aden Körfezi’ne gönderilen donanmaların lojistik maliyeti de eklenince, bu “sinek öldürmek için balyoz sallama hesabında” bir gariplik olduğu açıkça görülür.

Bu gariplikler dizisine, korsanlık olaylarının, Doğu Afrika’dan Çin denizine, Endonezya adalarına, Filipin kıyılarına kadar çok geniş bir alanı etkilemekte olmasına karşın dikkatlerin illa Somali kıyılarına odaklanmış olmasını da eklemek gerekir.

Küresel jeopolitiğin yeni merkezi

ABD hegemonyasının, Batı’nın, ekonomik, siyasi üstünlüğünün geleceği açısından jeopolitiğin ağırlık merkezi, Robert Kaplan’ın da,Foreign Affaires dergisinin mart/nisan sayısında işaret ettiği gibi Hint denizine kayıyor. Doğudan Çin ile başlayan bu coğrafya, bir diğer yükselen güç Hindistan ile devam ediyor, batı yakasında, Basra ve Aden körfezleri ve Afrika kıyılarıyla sona eriyor. Bu coğrafya dünya enerji ticareti açısından en kritik bölgeyi oluşturuyor. Dünya ticaretinde giderek ağırlığı artan Asya ülkelerinin gerek kendi aralarındaki, gerekse de Süveyş Kanalı üzerinden Avrupa ve Ortadoğu ile ticaretleri açısından bu bölge giderek dünya ekonomisinin merkezine oturuyor.

Zengin doğal kaynaklara, yeni bakir yatırım alanlarına, ucuz işgücü kaynaklarına ve potansiyel pazarlara sahip Afrika, bu coğrafyanın batı kıyısını oluşturuyor. ABD ve Avrupa devletleri, son yıllarda, bu kıtada Çin’in, hammadde ticaretine, enerji yatırımlarına verdiği kredilerle, devletten devlete mali yardımlarla etkisini arttırıyor olmasını kaygıyla izliyorlar.

İşte bu bölgede, korsanlık faaliyetlerinde son yıllarda belirgin bir artış var. Prof. Klare’nin The Asia Times’da işaret ettiği gibi, küresel ekonomik krizin etkileri, giderek daha fazla genç insanı, çaresizlikten savaş lordlarının kucağına iterek, korsanlık faaliyetlerine uygun yeni insan kaynakları yaratacak.

Sömürgeciler ve korsanlar

ABD’nin küresel hegemonyası ve imparatorluk stratejisi, hava üstünlüğü kadar belki de daha fazla denizlerdeki egemenliğine dayanıyor. Bu bağlamda, Pentagon’un kaynak savaşlarının giderek önem kazanacağını savunan raporlar yayımladığı bir dönemde, ister istemez Hint denizi ABD açısından dünyanın en stratejik bölgesi haline geliyor, tabii bölgedeki diğer güçler açısından da…

Somali kıyılarına baktığımızda, yalnızca ABD’nin, NATO’nun, Almanya, Fransa’nın değil, derin deniz (blue water) filosu olmayan (bunu sömürgeci geleneği olmayan olarak da okuyabiliriz) Hindistan’ın ve Çin’in, derin deniz filosunu ve sömürgelerini II. Dünya Savaşı’nda kaybeden Japonya’nın savaş gemilerine de rastlıyoruz.

Tam bu noktada, 19. yüzyıldaki sömürgecilik dalgasının korsanlara karşı mücadele gerekçesiyle başladığını anımsayabiliriz. İngiltere önce Afrika kıyılarındaki korsanları satın almayı, anlaşma yapmayı deniyor. Kimi zaman gelip limanlarını bombalıyor. Ama arkasını döner dönmez korsanlık yeniden başlıyor. İlginçtir bu alanda çözüm yolunu o zaman da ABD açıyor. 1805 yılında ABD deniz piyadeleri Tripoli’ye kadar girerek Paşa’yı ABD’li tutsakları serbest bırakmaya zorluyorlar. 1825’te ABD, Cezayir, Tunus ve Tripoli (Libya) sahillerinde etkinliğini arttırıyor. Ancak kalıcı çözümü, Cezayir’i işgal edip sömürgeleştirerek, Tunus’u protektoraya dönüştürerek, Fas’ı denetim altına alarak Fransa üretiyor. Ondan sonra, İspanya, İtalya aynı yola girerken, İngiltere ve ABD, Singapur, Malaya, Saravak, Borneo kıyılarında sömürgeler oluşturmaya başlıyorlar. Bunların hepsi, ticaret yollarını korumak, korsanlığa son vermek amacıyla, emperyalist devletler arasında genel bir anlayış birliği içinde yapılıyor; Çin’de (zamanında ulusalcı, bugün ise terörist olarak nitelenen) Bokser ayaklanmasını da birlikte bastırıyorlar (“Pekin’de 55 Gün” filmini anımsıyor musunuz?).

Şimdi dönüp Somali kıyılarına bir kez daha bakarsak, buraya yerleşen bir askeri gücün, hem Asya’dan Afrika’ya girişi, hem de Asya’ya giden enerji ve ticaret yollarını denetim altına alabileceğini görebiliriz. Hem yukarda aktardığım gibi sürecin ekonomik bilançosu, hem de “Denizdeki korsanlığın karadaki anarşiden kaynaklandığına” (Kaplan, New York Times, 12/04), New York Times’ın “ama yalnız olmayacağına” ilişkin uyarıları da sürecin bu kez Mogadişu’da 55 gün” gibi bir senaryo yönünde geliştiğini düşündürüyor. Bu bağlamda korsanların gelecekteki güç dengelerinin kurulması süreci açısından, bugün için aslında çok “yararlı düşmanlar” olduklarını da söyleyebiliriz.

Wednesday, April 08, 2009

G20 toplantısı ve “Yeni” ABD

Barack Obama’nın Türkiye ziyareti başlıyor. “Hillary Clinton’ın ardından Obama’nın da gelmesi, iki ülke arasında daha yoğun işbirliğinin önünün açıldığı,” şeklinde yorumlanıyor.

ABD’nin imparatorluk rüyaları gördüğü, Başbakan’ın, BOP’un “eş başkanlığına” soyunduğu, günlerden bu yana köprülerin altından çok su aktı. Ama “Yeni ABD” hala emperyalist (Bu kavramı anımsıyor musunuz?) bir ülke. “ABD kaldıracıyla güç yansıtma” hayalleri kuranlar, ilişkilerde bir altın çağ başladığını savunanlar, ABD istedi diye, çocuklarımızı Afganistan çöllerinde ölmeye göndermeden önce, umarım bir kez daha düşünürler.

G20’den İki haber
G20 Nisan toplantısına ev sahipliği yapan İngiltere Başbakanı Brown, kapanış konuşmasında, “yeni bir dünya düzeninin” başladığını muştuladı. “Washington mutabakatı”, “zincirlerinden boşanmış bir küreselleşme dönemi” artık sona ermiş.

Bu kaçıncı “ Yeni Dünya Düzeni” diye sormayalım. Uzun bir süredir dikkat çekmeye çalıştığımız bir olgunun böyle büyük bir platformdan resmen kabul edilmesi, ayakların nihayet yere basması iyi haber. Kötü haber ise şöyle: Küreselleşme sonrası döneme geçiyoruz, ama bu geçişin öbür yakasında bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Yine de, G20 toplantısında “geçiş sürecinin” özelliklerini düşünmemize yardımcı kimi olacak ipuçları vardı.

Birincisi, “Washington mutabakatı” sona erdiğine göre, ortada bir yönetim modeli sorunu var. İkincisi, tarihsel olarak her yönetim modelinin, bir ekonomik siyasi çıkarlar manzumesini ifade ederek, bir hegemonya ilişkisini yansıttığı düşünülürse “yeni model nasıl oluşacak?” sorusu ve “sorunu” karşımızda tüm ağırlığıyla duruyor. Üçüncüsü: Yeni modeli oluşturmak söz konusu olduğunda, karşımızda en azından üç farklı yaklaşımın olduğu görülüyor. Dördüncüsü, işsizlik artışı, dünya ticaretindeki hızlı gerileme, tüm aksi yönde deklarasyonlara rağmen, ulusal düzeyde çözüm arayışlarının giderek öne çıkacağını gösteriyor.

“Primus inter pares”
Obama G20 konuşmasındaki “Roosevelt ve Churchill bir odaya kapanıp pazarlık yapıyor olsaydı çok kolay olurdu, ama o dönem geride kaldı” saptaması iki açıdan anlamlıydı. Birincisi, ABD hala en büyük askeri güç olmakla birlikte hegemonyacı devlet konumunu kaybetmiştir, artık en fazla bir grup ülke arasında “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) olmak durumundadır.

İkincisi, Obama’nın Roosevelt- Churchill pazarlıklarına yaptığı gönderme, geçmişte, İngiltere ve ABD arasında yaşanmış “güç transferi” dinamiğini anımsatıyor. Şimdi, yine gündemde bir “güç transferi” sorunu var. “Geçiş sürecinin” öte yakasına geçmek, bu “güç transferi” sorunu çözümlenemeden gerçekleşmeyecek.

G20 toplantısı, olası bir “güç transferi” sürecinin henüz belirlenmekten uzak olduğunu gösteriyordu. Yine de, toplantıdan önce ve toplantı boyunca sürece ağırlıklarını koyan iki aday olduğu söylenebilir: Avrupa Birliği ve Çin. Toplantıda Almanya-Fransa ekseninin ABD’nin kimi taleplerini bloke etmeyi, kendi taleplerini öne çıkarmayı başardığı söylenebilir. Ama AB henüz, Almanya-Fransa ekseninin ötesine geçebilmiş, hegemonya/liderlik sorunlarını aşarak ortak bir irade oluşturabilmiş değil. Çin’in ise giderek, ekonomik siyasi ağırlığını arttırmakla birlikte, ağır sorumluluklar getirecek bir “güç transfer süreci” aramaktan daha çok, şimdilik “katar modelini” (ABD vagonuna atlayarak ilerlemeyi) benimsemiş, gelişmekte olan ülkelere arasında bir liderlik konumu inşa etmeye odaklanmış olduğu söylenebilir. Böylece şekillenmeye başlayan “üç kutuplu” görüntünün, Brezilya, Hindistan, Rusya, hatta Petrol ihracatçısı ülkeler eklenince daha da karmaşık, istikrarsız bir uluslararası “durum” oluşmaya başlıyor. Bu “durum” içinde, bu üçlüye eklenecek ülkeler, tarihsel olarak, daha önce sahip olmadıkları düzeyde bir pazarlık gücü ve dengeleme olanakları elde etmeye başlıyorlar. Umarım, dış işleri ve Başbakan, ABD’nin taleplerini dinlerken, bu yeni “durumu” değerlendirmeyi başarabilirler.

Yeni “durumun” kimi özellikleri…
G20 ortak açıklaması yeni “durumun” tüm özelliklerini yansıtıyordu. Örneğin, ABD-İngiltere ekseninin tüm “Yeni Dünya Düzeni” havasına karşın, ABD hegemonyasının, ticari ve finansal serbestlik, bunları yöneten uluslararası kurumlar gibi dayanaklarını, reformlarla korumaya çalıştığı, verili yapıyı restore etmeyi amaçladığı görülüyordu. “Sürdürülebilir küreselleşme” kavramı, IMF’nin güçlendirilmesi eğilimi, mali piyasaların denetlenmesindeki isteksizlik bu bağlamda değerlendirilebilir. Diğer taraftan, Almanya ve Fransa, kurulu yapıyı, daha fazla yıkılmadan, bir an önce canlandırmayı amaçlayan finansal genişleme taleplerine direniyor, mali piyasaların denetlenmesinde ısrar ederken, ABD hegemonyasını sınırlamayı, Londra’nın mali merkez olma konumunu zayıflatmayı, dolardaki çürümeye ve enflasyon olasılığına karşı korunmayı amaçlıyorlardı. Ekonomileri ağırlıklı olarak mali hizmetler etrafında dönen Anglo-saxon eksenine karşın, Almanya ve Fransa, “kriz sonrası döneme” sanayilerinin ihracat kapasitelerine, toplumsal çelişkileri yumuşatan “refah devleti” mekanizmalarına güvenerek hazırlanıyorlar.

Çin’in, Hong Kong ve Macau’yu vergi cennetleri listesinden çıkartmayı başarmanın yanı, IMF’nin yeniden şekillendirilmesi sürecine ve doların yerine yeni bir para sistemi kurma arayışlarına öncelik verdiğini düşünüyorum.

Diğer taraftan ortamda hazırlanan G20 açıklamasının dünya ekonomisinin geleceği ve mali krizin aşılması açısından çok kritik sorunlara eğilemediği de söylenebilir. Bunlardan biri korumacılıkla mücadeleyse diğeri de bankalardaki zehirli varlıkların temizlenmesiyle ilişkiliydi.

Deklarasyondaki tüm iddiaların aksine korumacılık engellenemeyecek, aslında engellenmesi de gerekmiyor. İşsizliğin ve iflasların artışına paralel sertleşen siyasi çelişkiler ile dünya ticaretindeki ani ve büyük daralma, korumacılığı yalnızca kaçınılmaz değil, bir siyasi istikrar ve savunma aracı olarak zorunlu da kılıyor özellikle gelişmekte olan ülkelerde…

Diğer taraftan, banka sistemi temizlenmeden, kredi piyasasının rahatlaması olanaklı değil. Devletler bankalardaki pisliği üstlenseler bile, bu yükün ekonomileri üzerindeki uzun dönemli basıncının altından nasıl kalkacaklar? Nihayet, geçtiğimiz dönemde, sermaye birikiminin devam edebilmesi için bir kredi köpüğünün oluşmasını gerekli kılan kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunu ne olacak! Bunu, batık borçları tasfiye ederek, piyasaya para basarak aşmak olanaklı değil. Bu yollarla, en fazla, andaki sorun, 2001-2006, arasında olduğu gibi bastırılabilir ve ertelenebilir.

Krizin aşılabilmesi için, hem mali piyasalarda ve reel ekonomide birikmiş fazlanın, işsizlik ve talep yetersizliği sorunlarını daha fazla ağırlaştırmadan temizlenmesi, hem de bu temizliği düzenleyecek ya da dayatacak son derecede kırılgan, askeri çatışma riski taşıyan süreçlerin yönetilmesi gerekiyor…

G20 toplantısının, bu süreçleri yönetecek bir iradenin olmadığını ortaya koyması kötü bir haberdi. Tarafların, ama özellikle ABD’nin zaaflarının ayırtında olarak, birbirlerinin gırtlağına atlamaya hazırlanmaya başlamak yerine, sorunları konuşmaya, pazarlık yapmaya başlamış olmalarıysa şimdilik iyi bir gelişme…