Tuesday, March 31, 2009

‘Geçiş Sürecinde’Belirsizlikler..

Prof. Dominique Moisi (Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün kurucusu, Harvard, MIT ve Varşova üniversiteleri) gibi kimi yorumcular, “1989’u andıran tarihsel bir dönüm noktasında olduğumuza” (The Guardian 21/03/09) inanıyorlar. Perşembe günü başlayacak“G20” toplantısı öncesinde yaşanan gelişmeler, yoğunlaşan tartışmalar bu inancı destekliyor.

‘Çok özel’ bir konjonktür

Ben bu “dönüm noktasını” , özellikle 2007 yazından bu yana,“küreselleşme sonrasına” geçiş süreci içinde anlamlandırma eğilimindeyim: Kapitalizmin,“Neo-liberalizm”, “Anglosakson / Amerikan modeli”, popüler söylemde de “küreselleşme” gibi ifadelerle betimlenen bir kriz yönetim modeli tükendi. Böylece kapitalizmin, ekonomik, siyasi hatta kültürel kriz eğilimleri tekrar kendilerini, ama bu modelin küresel çapta yoğunlaştırdığı finansal, ekonomik, kültürel ağların, ekolojik yıpranmanın etkisiyle, çok daha güçlenerek dayatıyorlar. Council on Foreign Relations’un jeoeconomic uzmanı Brad Setser buna“küreselleşmenin intikamı” diyor.“Geçiş süreci” içinde, belirsizliklerin giderek arttığı,“çok özel” bir konjonktür oluşuyor.

Bu “çok özel” konjonktürün iki özelliği var: Birincisi bu mali kriz, öngördüğümüz gibi (“Bu kriz ‘o kriz’ mi?”), yalnızca verili ekonomik modeli değil, ABD hegemonyasındaki gerilemeyi de hızlandırarak uluslararası dengeleri değişmeye zorluyor. İkincisi, kapitalizmin merkezlerinde sınıf mücadelesi keskinleşirken, “eşitlikçilik rüzgârının yeniden esmeye”“kâr dürtüsünün meşruiyetini kaybetmeye” başlamasına, “açgözlülüğün” on yıllardır görülmeyen düzeyde bir toplumsal tepkiye yol açmasına paralel (R. J. Samuelson,Washington Post, 23/03/09; J. Loyd, Financial Times 28/03/09) kapitalist sınıfın zirvelerinde bir korku ve güvensizlik yayılıyor.

ABD hegemonyası ve üç köşeli dünya

Mali krize karşı önlem almak, dünya ekonomisini yeniden şekillendirmeye başlamak iddialarıyla hazırlanan G20 toplantısı öncesinde şöyle bir görüntü oluştu: ABD ve AB arasında kriz yönetimine ilişkin ortaya çıkan farklar aşılamıyor. ABD, AB ülkelerini bir an önce uluslararası talebi güçlendirmeye yönelik mali parasal önlemler almaya ikna etmeye çalışıyor. Obama yönetiminin, ABD hegemonyasının iki önemli bileşeni olan “küreselleşmenin”(dünya piyasalarının, en büyük, en rekabetçi, en güçlü, en merkezileşmiş sermaye gruplarının -egemen sermayenin- kullanımına açık kalmaya devam etmesi) ve doların uluslararası rezerv para olma ayrıcalığının geleceğini korumaya öncelik verdiği söylenebilir.

Buna karşılık, AB, ama özellikle Almanya - Fransa ekseni krizden ABD mali sermayesini sorumlu tutuyor, öncelikle onun denetim altına alınmasına, dolayısıyla ABD’nin hegemonyasının bu bileşeni karşısında kendilerini koruyacak önlemlere öncelik veriyorlar. Bu sırada, AB dönemsel başkanı (Eski Çek Cumhuriyeti Başbakanı)Topolanek’in ABD önerileri için“cehenneme götüren yol” ifadesini kullanması, ABD’nin AB içindeki, Doğu Avrupalı bağlaşıklarının, ABD’den uzaklaşarak Almanya-Fransa eksenine yakınlaştığını gösteriyor.

ABD - AB yaklaşımları arasındaki farklar belirginleşirken, Çin’in ilk kez ABD hegemonyasını, ekonomik ve askeri düzlemlerde test etmeye, açıkça alternatif bir duruş sergilemeye başladığı söylenebilir.

Geçen hafta Çin, “doların uluslararası rezerv para olma statüsünün, çok kutuplu bir dünyada, ABD’ye uygun olmayan ve haksız bir ayrıcalık sağladığına ilişkin gittikçe yaygınlaşan” (The Guardian 27/03) bir algıdan yararlanarak, daha önce Rusya tarafından dillendirilen “yeni bir uluslararası rezerv para” önerisini gündeme getirdi. Bu, ABD hegemonyasının ekonomik dayanağını açıkça hedef alan hareketti. ABD tarafının, önce kararsızlıkla (Maliye BakanıGeithner’in demeci), sonra şiddetle, adeta panik halinde, karşı çıkmasıysa (Obama’nın demeci ve medyadaki tepkileri), ortamın Çin’in bu öneriyi savunmaya devam etmesine olanak verebileceğine işaret ediyordu.

Çin’in ABD’ye karşı tutum almanın yanı sıra, G20 toplantısına giderken, IMF ve diğer uluslararası kuruluşların yönetimlerinde, gelişmekte olan ülkelerin etkilerinin arttırılmasına, politikalarının onların çıkarları yönünde yeniden şekillendirilmesine yönelik önerileri, bu ülkelerin sözcüsü konumuna yükselerek, “Güney - Güney” diyaloğu çerçevesinde kendine bir hegemonya alanı açmayı amaçladığını da düşündürüyordu. (Başbakan Yardımcısı Wang Qishan, The Times, 20/03).

Çin’in 8 Mart’ta, bir ABD destroyerini Güney Çin denizinde,“Çin ekonomik bölgesine girmek için izin almadığı” gerekçesiyle taciz etmesi (China Post 25/03), yorumculara göre, çevresine,“ABD’ye bunu yaparsam size neler yaparım mesajı vererek bölgedeki kaynak rekabetine ağırlığını koyuyordu”(International Herald Tribune,25/03). Geçen hafta medya, Çin’in askeri, teknolojik kapasitesini hızla arttırdığını ortaya koyan bir Pentagon raporu, nano teknoloji alanında kaydettiği hızlı gelişmelere ilişkin haberlerle (The Guardian, 26/03) doluydu.

G20 toplantısı öncesinde tartışmalar, dünyanın geleceğini bu iki ülke arasındaki ilişkilerin belirleyeceğine, “güç transferi sürecinin başladığına” (The Independent, 27/03) ilişkin bir algının yaygınlaşmaya başladığını düşündürüyordu.

Üçüncü etken…

Mali krizle birlikte, gelişmiş ülkelerde sınıf mücadelelerinin yoğunlaşması önümüzdeki süreci şekillendirecek bir üçüncü etkenin devreye girmeye başladığını gösteriyor.

Bu gelişmenin ilk işaretini Yunanistan’da haftalarca süren ayaklanmalar vermişti. Kriz halkın refahını etkilemeye başlayınca, İzlanda’dan Baltık ülkelerine, Doğu Avrupa’ya kadar sarsıcı protesto gösterileri, İspanya’dan İtalya’ya kadar grevler, Fransa’da bir ayda iki genel grev, cumartesi günü Londra’da geniş katılımla gerçekleştirilen “önce halk” konulu protesto gösterileri, hafta içinde gerçekleşmesi beklenen diğer gösteriler, 11 Eylül öncesindeki, küreselleşme karşıtı hareketleri anımsatan yeni  anti-kapitalist dalganın yükselmeye başladığını düşündürüyor. Böyle“dalgaların”, toplumun kapitalist sınıfa yönelik genel algısını değiştiren, kapitalist sınıfın organik entelektüelleri arasında kaygı yaratan kültürel etkiler olur.

Bu kültürel etkilerin ilk örneği, serbest piyasa modeline olan güvenin adeta bir anda buhar olmasıydı. Arkasından, devlet kapısına dilenmeye gelen büyük bankalara, sonra da bu bankaların, hiç utanmadan, bazen de devletten alınan kaynaklarla kendilerine büyük ikramiyeler veren müdürlerine yönelen bir öfke patlamasına, İskoçya’da birinin, evine, arabasına taşlı saldırıya yol açmasına şahit olduk. Medya bu öfkeyi yansıtmaya, ABD’den İngiltere’ye, hükümetlere bu ikramiyeleri geri alması (adeta mülksüzleştirmesi) için baskı yapmaya başladı.

Bu gelişmeler, yukarıda aktardığım gibi kapitalist sınıfın entelektüelleri arasında büyük bir kaygı yaratıyor. Cuma günü The Guardian’da, İngiliz, İtalyan ve Alman Genel-İş sendikalarının genel sekreterlerinin imzasıyla yayımlanan “Toplumsal Avrupa için yeni bir mutabakat” başlıklı yazıysa, Avrupa çapında sendikal dayanışma ve işbirliği olasılığını gündeme getirdiğinden, bu entelektüeller için adeta bir kâbus niteliğindeydi.

Kim bilir, belki de, Dickens’in deyişiyle “zamanların en kötüsüne” giriyoruz “hem de en iyisine...”

Tuesday, March 24, 2009

Piyasalarda Şizofrenili Durumlar

Geçen haftanın bir değerlendirmesine şöyle başlayabiliriz: Ekonomik krizin şiddeti konusunda hâlâ bir tereddüdünüz varsa, IMF’nin, nisan başında yapılacak G-20 toplantısı için hazırladığı, “Global Economic Policies and Prospects” başlıklı raporuna bakabilirsiniz. Adeta bir korku romanı okuyor gibi olacaksınız...

Ama şöyle de başlayabiliriz: Dünya borsaları 9 Mart’tan bu yana uzun bir süredir görülmeyen, rekor bir toparlanma yaşıyor. Temel mallar piyasalarında da bir hareketlilik gözleniyor. ABD Merkez Bankası olağanüstü önlemler almaya başladı. Galiba dibi bulduk ve çıkmaya başlıyoruz.

Hem öyle hem böyle, adeta iki realite arasında gidip geliyoruz... Biraz daha yakından bakmaya değer...

Ekonomistlerin salam taktiği’

Bu kavram bana ait değil. Morgan Stanley Dean Witter başekonomisti Joachim Fels, “Ekonomistler genellikle ilk yaptıkları öngörülerini daha sonra adeta bir salamı zar gibi dilimlere kıyar gibi küçültmekle suçlanırlar. Ama bu kez farklı, kesilen dilimlere zar gibi demek çok zor” diyor, arkasından da geçen on gün içinde, dünya ekonomisinin çeşitli bölgelerinin büyüme hızına ilişkin 2009 öngörülerini nasıl büyük dilimlerde kestiklerini aktarıyordu. Fels, öngörülerini böyle büyük dilimlerde kesmelerinin arkasında dünya ticaretinin bir yılda yüzde 25 gerilemesinin yattığına işaret ederek, “küreselleşmenin intikamı” diyor.

IMF raporu da “küreselleşmenin intikamının” gücünü sergiliyor: Resesyon en çok ihracata dayalı büyüme modelini benimseyen ekonomileri etkiliyormuş. 2008’in son üç ayında büyüme hızları (yüzde ve yıllık olarak), dünya ekonomisinde ‘-5’, gelişmiş ülkelerde ‘-7’, ABD ve Avro bölgesinde ‘-6’, Japonya’da ‘-13’ olmuş. IMF, “Dünya ekonomisi 60 yıldır ilk kez bu yıl negatif büyüme sergileyecek” diyor. IMF raporuna göre dünya ekonomisi büyüme hızı, bu yıl yüzde ‘-1’de kalacak. Diğer bir deyişle, IMF bu yıl da dünya ekonomisi resesyon düzeyi sayılan yüzde 2.5’in çok altında kalacak diyor ama, öngörüler gerilemenin giderek hız kesmeye başladığını düşündürüyor. IMF de finansal kesimle reel ekonomi arasında oluşan kısırdöngüye işaret ederek, işsizliğin artmaya devam etmesini, ABD’de yüzde 9.5’e ulaşmasını bekliyor. IMF, resesyonun 2009’da dünyanın tüm bölgelerini (ABD ‘-2.6’, Avro bölgesi ‘-3.2’, Japonya ‘-5.8’) etkiledikten sonra, 2010’da yerini büyümeye bırakmasını bekliyor. IMF’ye göre “gelişmekte olan ülkeler dış finansman bulmakta giderek daha çok zorlanacaklar” ama “gereken önlemlerin alınması halinde toparlanma çok daha hızlı yaşanabilir”.

Reuters’in aktardığına göre OECD’nin henüz resmen açıklanmayan beklentileri daha kötümser: Avro bölgesinde ekonomik büyüme bu yıl yüzde ‘-4.1’, Almanya’da ise yüzde ‘-5.1’ olacakmış. OECD de 2010’da gerilemenin yavaşlayarak Avro bölgesinde yüzde ‘-2’ olmasını bekliyor.

IMF’nin iyimserliğine katılmak kolay değil. Alınması gerekli önlemler konusunda, ABD ve Avro ülkeleri arasında aşılması oldukça zor görünen yaklaşım farklılıkları var. Dahası, ABD’nin istediği mali genişleme, Avrupa’nın istediği finansal denetleme önlemleri gerçekleştirilse bile bunların “kredi köpüğünün” ve krizinin zemini oluşturan kapasite fazlası (aşırı üretim/talep yetersizliği) sorununu aşması, geçen hafta Wall Street Journal’ın da kabul ettiği gibi, kolay değil. Talebi yeni bir mali parasal genişlemeyle bu kapasitenin düzeyine çıkartmaya kalkmak, olanaklı olsa bile günü kurtarmaktan başka bir işe yaramayacak.

Çıkıyor muyuz?

“Olsun, günü kurtarmak da bize yeter” diyebilir, hatta geçen iki hafta boyunca kimi gelişmelerin, “günü kurtarmaya”, bu mali krizin sonuna geldiğimizi göstermeye başladığını bile söyleyebiliriz.

Bu göstergelerin başında dünya borsalarında, emtia piyasalarında yaşanan güçlü toparlanma var. Örneğin Standard and Poor 500 indeksi 1939’dan bu yana en güçlü “7 günlük” toparlanmayı sergileyerek 11-18 Mart arasında yüzde 17 değer kazandı. Toparlanmanın başını büyük ABD bankaları çekiyordu. Altın, petrol ve bakırın değer kazanması (Financial Times, 19/03) deflasyon riskinin azalmaya, enerji ve sanayi girdilerine talebin artmaya başlayacağına ilişkin bir beklentiyi yansıtıyordu.

Ama, kötümserliğiyle ünlü Prof. Roubini ise yine kötümserdi. Roubini’ye göre bu “dibi bulduk” havası, geçmişte, örneğin, Bear Sterns battıktan, Lehman battıktan, AIG kurtarıldıktan, TARP (kurtarma paketi) açıklandıktan, G7 komünikesinden, geçen kasımda açıklanan 800 milyar dolarlık paketten sonra dile getirilen “dibi bulduk” umutlarından farklı değildi; kısa sürede etkisini kaybedecekti. (RGE Monitor 14/03)

Roubini’nin yorumundan bir gün sonra CBS “60 Dakika” programına çıkarak bir söyleşi yapan Fed Başkanı Bernake farklı düşünüyordu. Bernake, “depresyon riskinin geride kaldığını”, işsizlik artmaya devam etse bile, “gerekli önlemler alınırsa resesyonun bu yıl sonlanacağını” savundu. Bernake’nin sözleri piyasalardaki toparlanmayı güçlendirdi. Dahası Fed geçen çarşamba günü, gerekli önlemleri almaya kararlı olduğunu, hiç beklenmedik bir biçimde toplam 1.3 trilyon dolarlık parasal genişleme paketi açıklayarak kanıtladı: Fed hem hazine bonolarını hem de konut kredisi üzerinde çıkarılan batık kâğıtları satın alarak piyasaya yeni para sürmeye (niteliksel genişleme) başlıyordu. Böylece birçok piyasa analistine göre Fed, elindeki tüm silahları sonuna kadar kullanmaya hazır olduğunu kanıtlıyordu. UniCredit’in başekonomisti Marco Annunziata’ya göre “bu, piyasalarda önümüzdeki aylarda dibin bulunarak, yıl sonunda toparlanma için gerekli ortamın oluşacağına ilişkin umutları güçlendirecek” (FT).

Fed’in açıklaması piyasalarda şok etkisi yarattı. Dolar iki günde yüzde 5 değer kaybetti, altın 1000 doların, petrol 50 doların üstüne çıktı. Piyasaların kafası karışmaya başladı: “Ya enflasyon artarsa?”, “Fed bu kez Çin’i mi kurtarıyor?” (sattığı kâğıtları alarak), “ABD’ye bundan sonra kim borç verir?”, “Eski Hazine Bakanı Hank Paulson neden aniden AngloGold Ashanti’ye (altın üreticisi) 1.28 milyar dolar yatırıyor. Dolarda bir çöküş mü bekliyor?” (Times, 22/03)

Haftanın son iki günü, yaşam “normale” dönmeye, şizofreni yatışmaya başladı. Borsalardaki toparlanma yavaşladı (kimilerine göre sönüyordu). Dolardaki düşüş “sürdürülemez” anlayışıyla, tersine döndü. Dikkatler yine krizin uzun dönemli toplumsal riskleri üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Pazar günü Dünya Bankası, krizin gelişmekte olan ülkelerde 720 milyar dolarlık üretim kaybına, 90 milyon insanın yaşamını yitirmesine yol açacağını, bir milyar insanı yoksullaştırarak toplumsal patlama riskini arttırdığını savunarak G-20 ülkelerini uyarıyordu...

 

Wednesday, March 18, 2009

“Küreselleşme” mi dediniz?

Küresel Doğrudan Yabancı Yatırımlar 2008 yılında, 2007’ye göre %21 geriledi. (Financial Times, 20/01/09)

Gelişmekte olan piyasalara net sermaye akımı 2008 yılında 2007’ye göre %50 geriledi (International Institute of Finance 27/02/09)

ABD uzun vaadeli hazine kağıtlarına yabancı talebi de kurumuş...

ABD uzun vaadeli hazine kağıtlarına Yabancı talebi kurudu”


Kaynak: Brad Setser (http://blogs.cfr.org/setser/

Monday, March 16, 2009

Son Tren Kaçıyor mu?

Geçen hafta dünya borsalarında ilginç bir toparlanma yaşandı, ama ekonomik kriz derinleşmeye devam ediyor. Bir an önce önleyici ekonomik önlemlerin küresel düzeyde, eşgüdümlü olarak devreye sokulması gerekiyor.

Ne yazık ki, cumartesi günü tamamlanan, G20 ülkeleri maliye bakanlarının, merkez bankası guvernörlerinin iki günlük ortak toplantısı umut vermedi. Nisan başında yapılacak ve çok büyük önlem atfedilen G20 Londra toplantısının öncesinde su yüzüne çıkan çelişkiler, ister istemez akla, dünyayı bir uçurumun eşiğinden çekip almayı başaramayan 1933 Londra Ekonomik Konferansı’nı getiriyor. O zaman hegemonyası gerilemekte olan İngiltere, ABD ile Avrupalı güçler arasındaki uyumsuzlukları aşarak ortak bir ekonomi politikası şekillendirmeyi başaramamıştı…

İşsizlik krizi, güven krizi, dolar krizi…

Dünya ekonomisinde, geçen 25 yılın üretim ve talep kapasitesinin arasındaki kredi köpüğü sönmeye başlayınca, hem sanayi üretimi hızla düşmeye hem de işsizlik hızla artmaya başladı. İşsizlikteki hızlı artışın, tüketimi, tüketici kredileri piyasasını etkileyerek sanayinin, bankaların krizini derinleştirmesi, bunun geri yansımasıyla oluşacak kısırdöngünün yanı sıra son derece de ciddi siyasi sonuçları olacağı kesin. İşsizlik arttıkça, yabancı düşmanlığı, ırkçılık artıyor ama sınıf mücadelesi keskinleştikçe, işçi sınıfının parti ve sendikalarının kimi kazanımlar elde etmesine olanak sağlayacak bir ortam da oluşmaya başlıyor…

The Economist bu hafta, konuyu“İşsizlik krizi” başlığıyla kapak yaparken her zamanki “sınıf tavrıyla” hükümetleri, “Sakın, işsizlik artışını engellemeye çalışırken emek piyasasının esnekliğini azaltmayın” demeye getirerek uyarıyordu. Diğer bir deyişle The Economist, hükümetlerin, siyasi gerginlikleri azaltmak adına işçi sınıfına kimi tavizler vererek neoliberalizmin 25 yıllık kazanımlarını elden çıkarmasından korkuyor. Ama bu konuda yapacak fazla bir şey olmadığını da teslim ediyor…

Güven krizine gelince, bu ABD ekonomisinin bozulmaya devam eden mali dengeleri ve bunlarla,“uluslararası dengesizlikler”denen olgu arasındaki bağlantıyla ilgili. The Economist, ABD mali sisteminin, Warren Bufet’in kaptanlığındaki amiral gemilerinden Berkshire Hathaway’in kredi reytinginin, Vietnam’ınkinden bile daha kötü olduğuna dikkat çekiyor; özel sektör borçlanma piyasasında güvenin zayıflamaya devam ettiğini vurguluyordu.

Ama çok daha önemli,“uluslararası dengesizliklerden”kaynaklanan ve doların geleceğine ilişkin bir güven sorunu daha var. ABD, mali açığını diğer ülkelerin tasarruflarıyla finanse eder, onların üretim kapasitesini emen bir pazar rolü üstlenir, bu arada gittikçe artan bir dış açık yaratırken birçok ülkenin, ama en önemlisi Çin’in elinde çoğu ABD Hazine kâğıtları olmak üzere dolar cinsiden büyük rezervler oluştu. ABD’de, hızlı, şiddetli resesyonun ve hükümetin depresyonu engellemek için hareket geçirdiği ekonomi politikalarının etkisiyle, bütçe açığı ve borçlanma gereksinimi giderek büyüyor. Bu nedenle de ABD’ye borç verenler arasında, ABD’nin bu borçları “honore”etme kapasitesine, dolayısıyla bu rezervlerin geleceğine olan güven giderek azalıyor.

“Honore” etme kavramını özellikle kullandım. Geçen hafta Çin Başbakanı Wen Chiabo, Asya’nın geleneksel “borç - namus” ilişkisi anlayışına uygun bir biçimde bu konuya tam da bu vurguyla yanaşarak (The Asia Times 13/03), kaygılanmaya başladıklarını dile getirdi, Obamayönetimini bu konuda güven tazeleyici açıklamalar yapmaya zorladı. Çin’in ABD kâğıtlarına ilgisi azalmaya başlarsa bu, doların ve dolara dayalı uluslararası mali sistemin altındaki son desteğin de hızla erimeye başlaması anlamına gelecek.

Roma yanarken…

G20 toplantısına bu ortamda gidiliyor, yine dünya 1933’te olduğu gibi adeta bir uçurumun kenarında…

Ancak, hem ABD ve AB ülkeleri hem de AB içinde oluşan uyumsuzluklar ortak bir tutum oluşturulmasını engelliyor. Örneğin ABD’de Obama’nın baş ekonomik danışmanı Lawrence Summers, tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden öncelikle talebi arttırıcı maliye politikalarına öncelik vermelerini talep ediyor. Ancak birçok gelişmekte olan ülke böyle bir mali genişlemeyi gerçekleştirecek olanaktan yoksun. Avrupa Birliği liderleri özellikle Fransa ve Almanya ise talep genişletici tedbirlerden önce mali sistemin, özellikle“ihtiyat fonlarının” (heç fonların) etkinliklerinin denetlenmesine yönelik önlemlere öncelik vermek istiyor. Fransa ve Almanya ülkelerinin refah devletinin, ABD’nin aksine, yeterli düzenleyicilere sahip olduğuna, gerekli harcamaları yaptıklarına inanıyorlar. Ancak ABD de küresel egemenliğinin önemli bir aracı olan bu kurumlara yönelik denetlenmesine karşı çıkıyor.

ABD önce mali sistemi (ABD hegemonyasının en önemli bileşenini) kurtaralım derken AB liderliği, krizin sorumlusu olarak gördüğü mali sistemi denetim altına almayı, ABD hegemonyansının araçlarından birinin gücünü kırmayı amaçlıyor.

Bu nedenle geçen hafta Almanya ve Fransa, aralarındaki AB yönetimine ilişkin farkları bir kenara bırakıp Summers’ın önerisine karşı olduklarını açıkladılar. Bir diğer tartışma konusu da IMF’nin fonlarının genişletilmesi ve denetim gücünün arttırılmasıydı. IMF esas olarak ABD hegemonyası altına işleyen bir kurum. Hâlâ, IMF’de Benelux ülkeleri, Çin’den daha fazla oy hakkına sahip. IMF bütçesinin 500 milyar dolara çıkarılması kabul edildi ama gelişmiş ülkeleri de, denetleyebilmesi için gücünün arttırılmasına AB karşı çıktı. IMF fonlarının arttırılmasına gelince, bu çok uzun ve yavaş işleyecek bir süreç. Hızlanması için IMF’nin yapısının değişmesi ve ülkelerin Japonya örneğinde olduğu gibi kendiliklerinden “kutuya” para atmaları gerekiyor.

Avrupa ülkelerinin de birlikte davranmasını engelleyen bir seri uyumsuzluk söz konusu. Bunlardan biri, mali kriz içinde iflas noktasına gelen Doğu Avrupa ülkeleri (ki ABD ile sıkı siyasi bağları var) ile bunlara yardım etmeye yanaşmayan Almanya ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkeleri arasında. İkinci uyumsuzluk, daha fazla korumacılığa izin verilmesini, İstikrar Paktı’nın daha gevşek uygulanmasını isteyen Fransa, İtalya gibi ülkelerle, Almanya ve İngiltere arasında. Bir diğer sorun Avro kullananlarla, Avro’ya girmek isteyen ve koşulların yumuşatılmasını isteyenler arasında. Bu yüzden AB ülkeleri kendi aralarında da krize karşı bir eşgüdüm oluşturamıyorlar.

Roma Yanarken…” Londra’da toplananlar tartışmaya devam ediyorlar. Kapitalizmin küresel yönetişim sorunları giderek ağırlaşıyor. Garip bir biçimde ABD, bütçe açıklarına aldırmayın diyor; IMF, Asya ülkelerinden para istiyor; Çin, ABD mali sistemine güvensizlik belirtiyor…Financial Times’dan Gillian Tett’ın deyişiyle “Bu tam anlamıyla küreselleşmenin kriz”...

Thursday, March 12, 2009

‘Büyük Bozulma’ Başlamış...

Dünya Bankası’na göre, 2009’da, ekonomik büyüme hızı, 1940’lı (yarısı dünya savaşıyla geçen) yıllardan bu yana ilk kez negatif bölgeye geçiyor. Toplam sanayi üretimi büyüme hızıysa, yüzde -18 olacak. Dünya ekonomisinde yüzde +2.5 büyüme resesyona geçiş sınırı olarak kabul ediliyor. Öyleyse çok şiddetli bir daralmayla karşı karşıyayız!

Bu şiddetli daralmanın bir diğer göstergesini de Asya Gelişme Bankası açıkladı. Geçen yıl dünya menkul kıymetlerinden silinen servet 50 trilyon dolara ulaşmış. Bu dünya ekonomisinin bir yıllık çıktısına eşit bir büyüklük. Ancak kriz patlak verdiği sırada kimi hesaplamalara göre küresel kredi piyasasının hacminin 800 trilyon dolara ulaşmış olduğunu anımsarsak, “yıkımın” yeni başladığını, daha epey yol kaydetmesini bekleyebiliriz. Böyle bir yıkımın uygarlık düzeyinde önemli, ekonomik, siyasi kültürel değişiklikleri gündeme getirmesi kaçınılmaz. Bu yüzden 2007 başında krizin ilk kokusunu aldığımızda “Bu kriz o kriz mi?” diye sormuştuk. Artık kimsenin şüphesi kalmadı. Bu kriz o kriz!

‘Kapitalizmin geleceği?’

Financial Times, pazartesi günkü başyazısında “Kapitalizmin geleceğini” tartışmaya açan bir dizi yorum yayımlamaya başladıklarını açıklıyordu. Yanlış okumadınız, FT, “geleceğin kapitalizmini” değil “kapitalizmin geleceğini” tartışmaya açıyor. Başyazıya göre, kapitalizmin geleceği açısından nisan ayında yapılacak G-20 zirvesi yaşamsal öneme sahip.

Hem başyazı, hem de FT’nin ekonomi editörü Martin Wolf’un açış yazısının ana teması adeta “Geçti Bor’un pazarı…”anlamına gelen ifadelerle doluydu. “Krizin entelektüel etkisi müthiş olmuş.” “Serbest piyasa iyi, devlet kötü anlayışına güven fena halde sarsılmış.” Piyasalara özellikle “geçen dönemde özelleştirilen emeklilik fonlarının geleceğine bir güvensizlik çökmeye başlamış”. Dahası başyazı “Önce birleşik cephe oluşturmak gerekiyor, geleceğin nasıl olacağını.. küreselleşmenin bir geleceği olduğundan emin olduğumuzda tartışırız” diyor.

“Küreselleşmenin bir seçenek olduğunu” (dün kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı), bu yüzden geleceğinin garanti olmadığını saptayan yazısında, Wolf, bugünkü yıkımın tohumlarının geçmiş dönemin serbestleştirme sürecinde yattığına dikkat çekiyor. Yazının içine konan bir resim de olağan şüphelileri açıklıyor: Reagan, Thatcher, Deng Xiaoping, Greenspan! Wolf’a göre “kriz boyunca piyasanın meşruiyeti zayıflayacak, ABD liderliği gerileyecek, devlet otoritesi güçlenecek, küreselleşme çökebilir. Bir altüst oluş dönemine girdik”.(abç)

FT yazarlarına göre yoksulluktaki hızlı artış özellikle tehlikeli. Çünkü “hemen tüm devrimler ekmek ayaklanmalarıyla başlıyor”. Wolf da geçen yüzyılın başında benzer bir ortamda, Nazi partisinin oyunun iki yılda yüzde 18’den yüzde 32’ye çıktığını anımsatıyor.

Financial Times’da yayımlanan bir başka deneme, “girişimcinin hayvani içgüdüsünün” (yani aç gözlülüğünün-kâr hırsının) denetim altına alınması gerektiğini savunuyor.

‘Doğa ve piyasa hayır diyor’muş

Bu yorumları Financial Times’da okumak bir tuhaf geliyor doğrusu. Oliver Stone’un “Wall Street” (1987) filmindeki “aç gözlülük iyidir” savından sonra belli ki köprülerin altından çok su akmış.

Pazartesi günü gariplikler FT ile sınırlı değildi. Atlantik’in öbür tarafından Lexus ve Zeytin Ağacı başlıklı kitabın yazarı, 20 yıldır neo-liberal küreselleşmenin fanatik savunucusu, Thomas L. Friedman, International Herald Tribune’de,“Büyük Bozulma” başlıklı yazısında, “Doğa ananın ve piyasanın büyüme modelimize hayır dediğini”, adeta tutkuyla anlatıyordu. Ekonomik ve ekolojik olarak sürdürülemez bir tüketim modelinin sonuna gelmişiz (Türkiye’deki Friedman papağanları acaba şimdi ne düşünecek!). Efendim, tüm doğal kaynaklarımızı tüketerek zenginleşiyormuşuz. Gelecek kuşaklar 2008 yılını “Büyük bozulmanın başladığı yıl olarak” anımsayacakmış...

Bunları okurken benim de aklıma, Jared Diamond’un birçok kez aktardığım, “Çöküş: Uygarlıklar başarılı ya da başarısız olmayı nasıl seçiyorlar” başlıklı çalışması geldi. Diamond’un binlerce yıllık insanlık tarihinden örneklerle gösterdiği gibi tüm başarılı örnekler, ortaklaşa davranmaktan, toplumun çıkarını, seçkinlerin hatta bireylerin çıkarlarının önüne koymaktan, uzun dönemli planlı çabalardan geçiyordu. Özetle “ya uygarlık, ya çöküş noktasına”geldik yine. Ve karar yine bizim…

 

Wednesday, March 11, 2009

Derinleşen Kriz, Yoğunlaşan Diplomasi Trafiği Üzerine…

Ekonomik kriz derinleşmeye devam ediyor. Alınan tüm tedbirlere karşın henüz tünelin ucunda bir ışık yok. Yine de Çin’de farklı bir dinamiğin işlediği söylenebilir.

Obama yönetiminin geçen hafta yoğunlaşan diplomasi trafiğini izlerken, “Acaba, bu yoğunlaşmayla, Çin’in dünya ekonomisinin geri kalanından daha farklı bir yol izliyor olması arasında bir ilişki kurulabilir mi?”diye düşündüm. Robert Kaplan’ınForeign Affaires dergisinin Mart/Nisan sayısında yayımlanan“Centre stage for the twenty - First Century - Power Plays in the Indian Ocean” başlıklı denemesini okurken bu algım daha da güçlendi.

‘L’ biçimi ve 3-5 yıl…

Ekonomik krizden başlarsak, Prof.Roubini’ye göre “L” biçimi, bir depresyon durumuna çok yakın, 2010 sonuna kadar sürmesi olasılığı gittikçe artan bir küresel resesyon yaşıyoruz… Bazı Çin kaynaklı uluslara- rası ekonomi analistleri, örneğin China Reformdergisinden Wu Jiandong, krizin üç ile beş yıl sürmesini bekliyorlar(The Asia Times 06/03).

“Depresyon” sözcüğü, anlamı üzerinde tartışmalar sürse bile, 2007’den bu yana yaşanan sarsıntıları betimlerken giderek daha çok kullanılır oldu. Yayın yaşamına 19. yüzyılda başlamış olan The Nation dergisine göre bu“İkinci Büyük Depresyon”.Bankacılar, krizi kemiklerinde hissettiklerinden olacak, artık resesyon - depresyon arasındaki ince ayrımlarla uğraşmadan, içgüdüsel olarak, örneğinMonument Secuities’den Stephen Lewis gibi, “Ekonomi politikaları sonuç alıyorsa resesyondur, almıyorsa depresyon” (The Guardian, 26/02) diye düşünebiliyorlar. Önde gelen borsalarda yaşanan rekor düzeylerdeki kayıplar, geçen hafta aktardığım gibi dünya ticaretindeki çarpıcı daralma, IMF’nin bu yıl dünya ekonomisinde en fazla yüzde 0.5 büyüme hızı beklentisi bu algıları haklı olarak güçlendiriyor. Mali sektör ile reel sektör arasında oluşan fasit dairede, batık alacaklar ve kapasite fazlası önemli ölçüde yok edilmeden, kârlılıkta iyileşme belirtileri görülmeden düze çıkılamayacağını söylüyor.

Bu sırada Çin

Bu koşullarda, Çin ekonomisinin büyüme hızında, belirgin bir düşüş olmasına karşın yine de geçen yıl yüzde 5-6 düzeyinde gerçekleşmesi, farklı bir dinamiğe işaret ediyor. ABD’de Obama’nın krize müdahale paketi daha şimdiden 1.75 trilyon dolar bütçe açığı öngörürken, Çin’in elinde, 2 trilyon dolardan fazla rezerv kaynak olması, Başbakan Wen Jiabo’nun geçen perşembe günü Ulusal Halk Kongresi’nde yaptığı iddialı konuşma bu “farklı dinamiğin” göstergeleri.

Nitekim Jiabo, hükümetinin bu yıl yüzde 8 büyüme hızını yakalamak için gereken harcamaları yapmaya hazır olduklarını açıklaması, yerlerde sürünen dünya borsalarında olumlu bir rüzgâr estirdi. Birçok finans gazetesi bu gerçeği yakalarken,Financial Times Deutschland’ın yorumu özellikle ilginçti. FT Deustchland’a göre “Kötü ekonomik haberlerin ardının arkasının kesilmediği ve ülkelerin yıkımın eşiğinde durduğu bir dönemde, dünyanın bir liderlik beklentisi içinde olması doğal. ABD krizde başarı vaat eden gerçek bir reçetesi olduğunu gösteremeyince, dünyanın dikkati Çin’e döndü” (Der Spiegel, 06/03).

Dünyanın ama özellikle de ABD yönetiminin dikkatinin Çin’e dönmesinin bir başka nedeni daha var. ABD’nin Uzakdoğu’daki en önemli müttefiki ve Çin’i dengeleme kapsitesine sahip Japonya, derin bir ekonomik krize ek olarak bir de siyasi liderlik krizi yaşıyor (Far Eastern Economic Review 25/02). Bu sıradaYomuiri Shimbun, Çin’in krize rağmen savunma harcamalarını2009’da yüzde 14.9 arttırmasının ne anlama geldiğini sorarak (07/03) iki ülke arasındaki ilişkilerin, dengenin askeri boyutuna dikkat çekiyordu.

Ancak ABD’nin Çin’e ilişkin kaygılarının başında sanırım, Çin’in kriz içinde sergilediği, ekonomik dinamikleriyle, örneğin 2 trilyon dolarlık rezervlerini kullanma tarzının, olası jeopolitik sonuçları geliyor.

The Asia Times’da yayımlanan,Antoaneta Bezlova, Robert M. Cuttler imzalı iki araştırma, Çin’in, dünyanın, enerji, ham madde kaynakları alanlarında bir satın alma ve kredi dağıtma telaşı içinde olduğuna dikkat çekiyordu. Böylece Çin, Rusya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya ve Ortadoğu’ya kadar birçok enerji edinim kontratı imzalıyor; karşılığında, çok uygun koşullarda toplam 50 milyar dolar kredi dağıtıyor.. hem de kredi piyasasının tam anlamıyla kuruduğu bir dönemde... Böylece, kendine gittikçe genişleyen bir ekonomik siyasi etki alanı inşa ediyor, ekonomisinin gereksinimlerini de garantilemiş oluyor. Kimi analistler, Çin’in doğal kaynak edinimlerinden, giderek ABD ve AB’de sanayi şirketlerini satın almaya yöneleceğine, örneğin Tsingua Üniversitesi’nden Çin Merkezi Direktörü Li Caoku, “Çin’in ABD ve Avrupa’nın bazı otomotiv devlerini listesine aldığına”inanıyorlar.

‘Zarif gerileme’

Kaplan’ın Foreign Affaires’deki denemesi de geçen yıllarda artık iyice yerleşen “ABD sonrası dünya düzeni” üzerineydi ve ABD’nin bir “zarif gerileme”(elegant decline) sürecini başarıyla yönetebilme koşullarını tartışıyor, 21. yüzyılda dünyanın jeopolitik merkezinin Hint Okyanusu’nda yer aldığını ileri sürüyordu. Kaplan’a göre bu bölge, dünyanın en önemli enerji ve deniz ticareti yollarının yanı sıra, Sahra’dan Endonezya’ya kadar İslamın merkezi önemiyle enerji politikasını birleştiren, Hindistan ve Çin’in yükselmesini içeren çok merkezli ve çok katmanlı bir özelliğe sahip.

Kaplan, ABD’nin bu bölgede üç jeopolitik sorunla karşı karşıya olduğunu düşünüyor: Büyük Ortadoğu’nun stratejik kâbusu, eski SSCB’nin güney bölgesini etkileme yarışı, Hindistan ve Çin’in bu bölgede gittikçe artan varlığı. Kaplan’a göre ABD, bu bölgede etkisinin giderek azaldığının bilinciyle, büyük güçleri birbirine karşı dengeleyerek, vazgeçilmez ülke konumunu koruyarak bir “zarif gerileme” süreci inşa etmek istiyor.

Obama yönetiminin yoğunlaşan diplomasi trafiği, bu zeminde, Çin’le ilişkilendirilebilir diye düşünüyorum. ABD, NATO-Rusya konseyini canlandırarak, Rusya’yı, İran’a baskı yapması karşılığında da Füze Kalkanı Projesi’ne katmayı, Ukrayna ve Gürcistan’ın AB’ye üyeliğini gündemden kaldırmayı önererek Rusya ile arasındaki buzları eritmeyi amaçlıyor; İran’ı Afganistan konferansına çağırarak görüşme yollarını açıyor. Sanırım, ABD, Bush döneminin dayatmacı, ABD’yi yalnızlaştırıcı, hatta adeta yeni bir “soğuk savaş” kışkırtıcı dış politikasını terk ediyor; Avrupa, Rusya, İran ve Büyük Ortadoğu’da (Batı Asya- Doğu Afrika), işbirliğine dayalı ilişkiler oluşturmaya çabalıyor. Böylece ABD, çok geniş bir bölgede gerginlikleri yumuşatmak, Hindistan ve Pakistan çelişkisini bu ilişkiler ağı içine hapsetmek, Çin karşısında dengeleyici bir platform kurmanın olanağını arıyor.

Monday, March 02, 2009

30 Yıl Sonra Uçurumun Kenarında…

Bir küresel depresyon hızla gelişir, serbest piyasa dogması en inançlı çevrelerde bile sorgulanırken neoliberalizmin, dünya halklarına saldırısının öncüsü Margaret Thatcher’in başbakan oluşunun 30. yıl dönümü tabii ki gözlerden kaçmayacaktı.

Geçen hafta BBC 2, Thatcher’in yükselişini ve çöküşünü konu alan bir film yayımlayarak 30. yıl tartışmalarını“resmen” başlattı. Aynı gün, ABD Devlet Başkanı Barack Obama, yeni ABD bütçesini, krize müdahale programını açıklıyordu. Konuşması, Thatcher’in ideolojik ikizi Ronald Reagan’ın mirasıyla tüm bağların kopartılması olarak yorumlandı (The New York Times, 27/09). “Tarih” bir dönemin sonunda olduğumuzu, geçen hafta bir kez daha vurguluyordu.

Geçen hafta kriz…
Merkez ülkelerin borsaları tepe noktalarına 1999 sonu - 2000 başında ulaşmışlar, sonra hızla düşerek 2002 sonu 2003 başında dibe vurmuşlardı. Sonra kredi köpüğüyle birlikte yeni bir tırmanışa geçerek 2007 sonuna kadar yükseldiler (sırasıyla, tepe/dip/tepe): FT (6930/3567/6721), Dow Jones(11497/7460/13930), Heng Seng(17406/8634/31352), Nikkei(20337/7831/18138), Dax(7644/2423/8067/3936). Cuma günü borsalar sırasıyla 3830, 7035, 12812, 7568, 3840 ile kapandılar. ABD’de geniş tabanlı S&P 500’ün son direniş noktası olarak görülen 740’ın altına inmesiyse, düşüşün devam edeceğini düşündürüyordu.

Krizin işsizliği, iflasları arttıracağını söyleyen başka göstergeleri de var. Bunların başında sanayi üretiminin ve talebin hemen her yerde gerilemeye devam ediyor olması geliyor. Örneğin en son dış ticaret verileri, Japonya’nın ihracatının ocakta bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 46, Çin’e yönelik yüzde 45, otomobil alanında yüzde 66 gerilediğini gösteriyor. Gerileme oranları Güney Kore, Çin, Tayvan, Hindistan için sırasıyla yüzde 33, yüzde 18, yüzde 44, yüzde 22. Bu ülkelerin ithalat oranlarında da benzer düzeylerde, hatta daha yüksek (Çin yüzde 43, Tayvan yüzde 56) gerilemeler gözleniyor. ABD ekonomisinin büyüme hızının, 2008’in son üç aylık döneminde, Reagan’ın iktidara geldiği 1982’den bu yana en kötü performansı sergileyerek yüzde 6.2 ile, ilk hesaplanan yüzde 3.8’den, piyasalarda beklenen yüzde 5.2’den çok daha sert bir düşüş gerçekleştirmesi, Asya ülkelerinin ihracatındaki gerilemenin devam edeceğini gösteriyordu.

Bunlara, küresel mali piyasaların,Soros’un deyimiyle “dağılmış” olmasını, Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkelere sermaye akımlarının yarı yarıya düşeceğine ilişkin öngörülerini, krizin Avrupa Birliği’ni çökertebileceğine ilişkin tartışmalardaki yoğunlaşmayı (Financial Times (22, 23/02/09), Wall Street Journal (24/02/09), Le Monde25/02/09), The Economist, 26/02/09),Der Spiegel (27/02/09) eklersek,“küreselleşme sonrası döneme”geçildiğine ilişkin savlarımızın arkasındaki mantık biraz daha açıklık kazanabilir sanırım.

Ekonomiden jeopolitiğe
Küreselleşme sonrası dönemlerin bir özelliği sert mali krizlerse diğer özelliği de uluslararası jeopolitik düzenin istikrarının bozulmasıdır. Uluslararası ilişkiler uzmanları arasında ABD hegemonyasının bir gerileme sürecine girdiğine ilişkin bir mutabakatın oluştuğunu biliyoruz. ABD İstihbarat Konseyi’nin son raporu da bu mutabakatı onaylıyordu. Ancak böyle bir gerilemenin, nasıl bir düzene açılacağı henüz belli değil. Özellikle küresel ısınma, gıda, su kıtlığı sorunlarını da göz önüne alan kimi öngörüler gerçekten çok korkutucu.

Örneğin, LEAP/E2020 adlı düşünce kuruluşunun yayımladığı GEAB’ın(Küresel Avrupa Öngörü Bülteni) geçen haftaki raporu bunlardan biri. Krizin 2009’un son çeyreğinde “jeopolitik çözülme” aşamasına gireceğini savunan rapora göre, bu aşamayı iki paralel düzeyde yaşanacak iki süreç şekillendirecek. Birinci düzeyi tüm dünyada mali zeminin (dolar ve borç) erimesi, küresel sistemin büyük oyuncularının çıkarlarının parçalanmaya başlaması oluşturuyor. İkinci düzeyiyse verili uluslararası sistemin hızla dağılması, büyük oyuncuların stratejik olarak çözülmeye başlaması. GEAB’ın yazarlarına göre, bu aşamaya geçişi önlemek için dünyanın liderlerinin önünde çok dar bir fırsat aralığı var:Nisan G20 toplantısından bir sonuç çıkmazsa, “dünya sarhoş bir gemiye benzeyecek”. “Birçok devlet, hatta en büyük devletler bile insan ürünü yapılar olduklarını ve belli çıkarlarla uyum halinde oldukları sürece yaşayabileceklerini unutuyorlar…”Özetle rapor, krizin sert toplumsal patlamalara; Avrupa’da, Japonya’da, ABD’de iç çatışmalara yol açacak bir yönde dejenere olmasını bekliyor ve okuyucularına özellikle ateşli silahların serbestçe ve yaygın biçimde ortalıkta dolaştığı bölgeleri terk etmelerini öneriyor…

Bu öngörüleri, çok aşırı bularak dudak bükebilirdik, eğer LEP/E2020 yazarları, 2006 Şubatı’ndaki raporlarında, tarihsel bir ekonomik krizle karşı karşıya olduğumuzu saptadıktan sonra, krizin bu güne kadar yaşanan aşamalarını (tetiklenme, hızlanma, çarpma ve dökülme) önceden doğru bir biçimde görmemiş olsalardı…

İlginç olan şu ki LEAP yazarlarıyla, New Scientist dergisinin geçen haftaki sayısının “Earth 2029” teması arasında büyük bir paralellik vardı. İlk kezKaynak Savaşları kitabıyla dikkat çeken Prof. M. Klare de geçen hafta The Asia Times’daki yazısında, dünyayı bölge bölge tarayarak ekonomik çöküşün nasıl toplumsal patlamalara yol açmaya başladığını belgeliyordu…

Obama’nın bütçesi
Barack Obama’nın, perşembe günü açıkladığı bütçe, toplumun en zengin kesiminin vergilerini belirgin bir biçimde arttırmayı, geri kalan herkesin vergilerini azaltmayı, eğitim ve sağlık alanlarında yeni reformlar başlatmayı, ülkenin altyapısını yenilemeyi planlıyor. Buna karşılık bütçe, sağlık sigortası yapan şirketlere, üretim ve yatırımlarını ülke dışına taşıyan ÇUŞ’lere, bankacılık ve ‘agribusiness’ sektörüne verilen destekleri kaldırıyor, askeri harcamaları denetim altına almayı ve tasarruf yapmayı amaçlıyor.

Özetle Obama bütçesi gelir dağılımında toplumsal çelişkileri yumuşatacak bir düzeltmeyi, yeni talep yaratarak ekonomik etkinliği canlandırmayı, kamu harcamaları yoluyla ülkenin üretkenliğini yapısal olarak iyileştirmeyi, dolayısıyla Reagan dönemi öncesi önceliklere geri dönmeyi amaçlıyor. Bu bütçenin özellikle tarım ve savunma komisyonlarında büyük direnişle karşılaşması kaçınılmaz. Ama önünde yapısal bir engel daha var. Açık bir ekonomide, bu reformlar için harcanması gereken paranın dışarı kaçarak başka, rakip ekonomileri desteklemesini engellemek olanaksız. Bu kaçışı engellemek için mutlaka açık ya da örtülü, kimi tedbirler almak gerekecek. Belki de bu yüzden, Obama’nın görevi devralırken, bütçeyi açıklarken yaptığı konuşmalarda“küreselleşme” sözcüğüne rastlanmıyordu.

Neoliberalizmden, küreselleşme deneyiminden geriye müstehcen bir gelir dağılımı tablosu, şiddetli bir ekonomik kriz, jeopolitik belirsizlikler, felaket senaryoları kaldı. Thatcher’e gelince o şanslı, bıraktığı mirasın ayırdında değil, çünkü bunayarak, kısa dönemli hafızasını toptan yitirmiş.