Tuesday, January 27, 2009

Dış Politikanın Gazze Sınavı...

AKP hükümetinin dış politika doktrini, Başbakan’ın danışmanı Prof. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” başlıklı çalışmasına dayanıyor. Davutoğlu, dış dünyada “gerçek dışişleri bakanı” nitelemesiyle anılacak kadar öne çıkabiliyor. Bu doktrin gereğince, Türkiye’nin bölgede etkin, vazgeçilmez bir arabulucu, hatta “yeni Osmanlı” projesi bağlamında, barış götürücü bir ülke olarak yükselmesi gerekiyor.

Ne ki, bu doktrinden kaynaklanan diplomasi atağı, İsrail’in Gazze’ye saldırmasıyla başlayan konjonktürde başarılı olamadı. Hatta Türkiye’nin uluslararası duruşu üzerinde, “Batı’dan uzaklaşarak, bir Ortadoğu ülkesi mi oluyor?” gibisinden soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı.

Diplomatik hiperaktivite sendromu

Davutoğlu’na göre Türkiye (daha önce tartışmıştım: “Kaygı verici doktrin” Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008) bölgesinde bir “köprü” ya da “sınır” ülkesi değil, bir “merkez” ülkedir. “Köprü” veya “sınır”, birleştirdiği şeyler tarafından belirlenir; “merkezin” ise bir tür bağımsızlığı olabiliyor. Bunun için, Türkiye’nin çevresiyle yakından ilgili, “çok yönlü”, “çok kimlikli” bir dış politika uygulaması gerekiyor. Davutoğlu’na göre Türkiye, ilişkide olduğu bölgenin kimliğine, olayın bağlamına göre, Ortadoğu, Balkan, Kafkasya, Orta Asya, Hazar Bölgesi, Akdeniz, Karadeniz, hatta Körfez ülkesi ya da hepsi birden olabilir.

Ancak, kimlikleri bölgeye, bağlama göre değişiyorsa, Türkiye, yine dışarıdan belirlenmiş olmuyor mu? Bir araştırmacının işaret ettiği gibi, Türkiye bu kez çok köşeli bir köprü oluyor o kadar… Gerçekten de, Davutoğlu’nun 580 sayfalık çalışması, Türkiye’nin, 1923 sonrası oluşan dış politika kimliğini yıkmaya çalışmakla, birlikte “yeni-Osmanlı barışı” fantezisinden başka bir kimlik tanımlamayı başaramıyor.

Ülkenin böyle “çok yönlü”, dinamik dış politika uygulayan bir “merkez” olarak tanımlanması, akla ister istemez, önce Bismarck’ın, ülkesini “yeni bir Avrupa’da”, “merkez ülke” olarak tanımlayıp, “tüm çevresindeki güçleri birbirine karşı dengeleyerek” bir “barış ortamı” oluşturmayı amaçlayan dış politika doktrinini anımsatıyor. Sonra da, Rumsfeld’in “Dört Yıllık Savunma Stratejisi 2001”de vurguladığı, duruma göre şekillenen, değişken ittifaklar anlayışını... Birincisi; birbiriyle çelişen ittifakları yönetmeye çalışırken ülkesinin ekonomik kaynaklarını, diplomatik güvenilirliğini tüketmişti. İkincisi; ülkesini, en temel müttefiklerinden uzaklaştırarak yalnızlaştırdı, iflas ederek Bush’un ikinci döneminde terk edildi, Rumsfeld de istifa etmek zorunda kaldı.

Davutoğlu acaba neye güvenerek, Bismarck Almanyası’nın, Rumsfeld ABD’sinin başaramadığını, ekonomisi ve toplumsal yapısı bu kadar kırılgan bir ülkenin başarabileceğine inanıyor? Daha önce işaret ettiğim gibi (Strateji), Davutoğlu’nun kitabı dış politikayı, “ekonomi politik” ve “devlet kapasitesi” sorunlarından tümüyle soyutlayarak tartıştığı için böyle bir soruyu gündeme bile getiremiyor.

Neticede, her durumdan, bir önceki duruşuyla çelişip çelişmediğine bakmadan yararlanmaya çalışan, ilkesiz bir dış politika hattı oluşuyor. İkincisi, dışarıdan bakınca, sürekli o ülke senin, bu ülke benim dolaşan, taraflara ne götürdüğü, hangi basınç araçlarına sahip olduğu, hangi ilkelerle hareket ettiği belirsiz, kimi gözlemcilere “göre parmağını her pastaya batıran”, hiperaktif bir dış politika şekillenmeye başlıyor. Dahası, Türkiye yönetimi birbiriyle çelişen hedefler peşinde koşarken, kimin yanında olduğu belirsiz bir ülke imajı oluşuyor, güven yitiriyor, kapılar suratına kapanmaya, dostlarını kaybetmeye başlıyor. Ya da kimi “şüpheli” dostlar edinerek “olağan şüpheliler” arasına katılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

Pratiğin önemi…

Hükümetin son aylardaki, hiperaktif dış politika deneyimine, “Önemli olan pratiktir” tezinin ışığında yaklaşırsak, hükümetin, tüm çabalarına, telaşına karşın, “çevresine” başarılı bir arabuluculuk hizmeti sunamadığını, barış götürmeyi başaramadığını görüyoruz.

Rusya’nın Gürcistan’a saldırısından sonra Başbakan’ın gezisi, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu kurma çabaları sonuç almamış, aksine, ABD’ye yakın yazarlarca azarlanmış, dahası, ülkenin bu bölgede gerçek bir etkisi olmadığı gerçeğini gereksiz yere görünür kılmıştır.

Son dönemin en “büyük başarısı” olarak sunulan “İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk çabaları”, hiçbir yol kat edememiş, ilk engelde çökmüştür. Hükümetin, Hamas’a yakın duruşu yüzünden, İsrail Dışişleri Bakanı Livni operasyonu Mısır’a önceden bildirirken, Başbakan Olmert, Erdoğan’dan gizlemek gereksinimi duymuştur. Erdoğan’ın buna verdiği tepki diplomasi dilini aşmış, Gazze savaşı sırasındaki, kendine has arabuluculuk misyonu, hem İsrail hem de Mısır ile arasının bozulmasına yol açmıştır. Bir taraftan arabuluculuğa soyunurken, diğer taraftan, Gazze saldırısı sırasında İsrail’e yönelik İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ı anımsatan “Allah cezasını verecek” türünden demeçler, Davutoğlu’nun, ama daha önemlisi Cumhurbaşkanı’nın küçük düşürülmesine yol açmıştır. Davutoğlu, Mısır’dayken, Haaretz’e göre, İsrail Dışişleri’nden beş dakikalık, ayaküstü görüşme için bile randevu bile alamamış. Mısır Davutoğlu’nun Hamas’la yapılan görüşmelere katılmasına izin vermemiş, Cumhurbaşkanı -Akşam gazetesinin aktardığına göre- Olmert’in Şarm el Şeyh’te, AB liderlerine verdiği yemeğe çağırılmamıştır.

Tüm bu olaylar, önemli zaafları ve soruları öne çıkartmıştır. Birincisi, Türkiye’nin, Ortadoğu’daki arabuluculuk, barış götürme inisiyatifini hangi özendirici, caydırıcı, zorlayıcı araçlarla desteklediği belli değildir. İkincisi, hükümetin İsrail’in Gazze politikasını (ABD’nin bu politikaya onay verdiği besbelliyken) değiştirebileceğine inanmasının nedeni nedir? Üçüncüsü, Gazze Mısır’ın inisiyatifi ve arabuluculuğu altındayken, Filistin yönetimi başkanı Abbas, Mısır Devlet Başkanı Mübarek, hatta Suudi medyası esas olarak Hamas’ı sorumlu tutarken, hükümetin, hem Hamas’a arka çıkıp hem de arabuluculuk yapabileceğine olan inancı nereden kaynaklanmaktadır? Üçüncüsü, Türkiye’nin ABD iç politikasında Yahudi diyasporasının desteğine gereksinimi olduğu açıkken, ülke içinde Yahudi düşmanlığını kışkırtacak, bir söylemi hareket geçirmek, İsrail’in, “yok olabileceğini” söylemek, hangi amaçlara hizmet etmektedir? Bu konuyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, Rusya’ya özenip, Nabucco boru hattını, AB üzerinde diplomatik baskı hatta Deutche Welle’nin vurguladığı gibi bir “şantaj aracı” olarak kullanmak nasıl bir hesaptır?

Hükümet belki, “şimdi bunu söyler, burada reyting yaparım, bu arada, bugün kırdığımı, yarın tamir ederim” diye düşüyor olabilir. Ancak kırılan, kırıldığı yerden dönüşmeye devam eder. Kırılma noktasına geri dönülemez. İkincisi, hükümet, dış politika manevralarının, ülkenin ekonomik koşullarını etkilemeyeceğini düşünüyorsa çok ciddi bir hata yapıyor. Son olarak dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var: Davutoğlu’nun dış politika doktrininde, başarının en önemli güvenceleri, küresel bir hegemonun bölgede vereceği desteğe bağlanmaktadır. Halbuki, hükümet hem bu hegemonun, en yakın ittifakının kafasında soru işaretleri yaratıyor hem de Davutoğlu’nun kitabı BOP, “demokrasi götürme” vb. dünyasında yazılmıştı, şimdi bu dünya geride kalıyor

Bunlar olurken, siyasal İslamın, Yahudi düşmanlığı üzerinden taraftarlarını hareketlendirerek sokaktaki etkisini, ideolojik hegemonyasını güçlendirmeye devam ettiğine şahit oluyoruz. Sakın tüm bu “hesapsız” dış politika hiperaktivitesinin arkasındaki bir “hesap” da bu olmasın?

No comments: