Thursday, October 30, 2008

Bu da Hava kargo trafiği indeksi

Dünya Ticaretinde son durum: Vahim!


Baltic Dry Index: Deniz kargo taşımacılığına fiyat indeksi (Talebi gösteriyor)





Tuesday, October 28, 2008

Geçen Hafta ‘İlginç’ Bir Şey Oldu

(Cumhuriyet 27.10.2008)

Geçen hafta borsalarda yine panik vardı. Dow Jones köpüğün başladığı günlerdeki 7000 düzeyine doğru yoluna devam etti. New York Borsası’nın gelecek işlemleri bir süre için durduruldu. Dünya deniz ticaretini ölçen, bu yüzen ekonomik büyümenin geleceğine ilişkin çok önemli bir gösterge olarak kabul edilen Baltık Dry Index’in 14 haftadır sürdürdüğü gerileme geçen haftanın sonunda, yüzde 90’a ulaştı. Bloomberg bu konuyla ilgili haberini “En büyük köpük küreselleşmeymiş” başlığıyla verdi. IMF’nin dünya ekonomisi için gelecek yıl yüzde 1.9’luk büyüme öngörüsü, resesyon sınırı olarak kabul edilen yüzde 2.5’in çok altındaydı. Hafta sonu yapılan zirvede, Avrupa ve Asya liderleri birlikte, dünya bankacılık kurallarının, daha yakın bir denetime olanak verecek biçimde yeniden düzenlenmesini istediklerini açıkladılar. Ama, “ilginç bir şey oldu” derken bunların hiçbirini kastetmiyorum.

Meğerse ideolojiymiş!

Bence geçen haftanın en ilginç olayı, eski ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’ın mali piyasaların yanı sıra, serbest piyasa dogmasının da erimekte olduğunu gösteren itiraflarıydı.

Yıllardır ne zaman “neo liberalizmi” eleştirsek, bu böyle devam etmez, “hışt hışt geliyor” diyerek uyarmaya çalışsak, ekonomist taklidi yapan televoleciler görüşlerimizi hep ideolojik olmakla suçladılar. Yani objektif değildik, gerçekleri değil kötü niyetlerimizi dile getiriyorduk.

Perşembe günü, bu taklitçilerin, “guru”su, Maestro dedikleri adam, Alan Greenspan, ABD meclis komisyonuna ifade verirken ağzından baklayı çıkardı. Efendim, meğerse, herkesin bir ideolojisi varmış. Ama bir farkla... Kriz göstermiş ki Maestro’nun 40 yıldır izlediği neoliberal ideolojide vahim bir hata varmış; gerçekliğe uymuyormuş.

O taklitçilerin, şimdi yüzlerinin kızarmasını tabii ki beklemiyorum. Ama, sanırım artık ben “Maestro” sayesinde geceleri, sağdan sola dönüp, kendi kendime “Biz çok mu ideolojiğiz?” türünden sorular sormadan, rahatlıkla uyuyabileceğim.

‘Şok geçirdim, inanamıyorum’

“Maestro”, krizin şiddeti karşısında gözlerine inanamıyor, şok geçiriyormuş. Komisyon Başkanı, “Yani, ideolojiniz yanlıştı mı demek istiyorsunuz” diye soruyor. Maestro önce, “kültürel çalışmalar” disiplininden bir sayfa ödünç alırcasına, herkesin bir ideolojisi olduğuna ilişkin kısa bir söylev çektikten sonra (yani, geçmişte eleştirilere kulaklarımı kapadım diye bana ideolojik deyip durmayın), “tam da bu yüzden şok içindeyim, 40 yıldır işlediğini sandığım model meğerse hatalıymış” diyor.

Komisyon başkanı üsteliyor, “Yani dünya görüşüm yanlıştı mı demek istiyorsunuz?” Maestro, “Evet gerçekliğe uymuyorsa...” sonra başlıyor fırıldak gibi dönmeye, “Efendim bazen yüzde 60 doğrusunuzdur, o zaman yüzde 40 yanlışsınız demektir” falan filan... Demeye getiriyor ki, bankacıların açgözlü olacağını, piyasaların riskleri yanlış hesaplayacağını düşünememiş. Kim düşünememiş? Saçını Wall Street’de dökmüş biri... Geçenlerde aktarmıştık, kendisini riskler kontrolden çıkıyor diye uyaranları bezdirip istifaya zorlayan adam. Şimdi dönmüş 2005’te uyarmıştım diyor. Hadi canım sen de...

Greenspan, konuşmasında, krizin gerçek nedenleri üzerine açıklayıcı bir bilgi de veremedi ama bazı çok önemli öngörülerde bulunmadı değil: İşsizliğin aniden artması engellenemeyecek, ev piyasaları dibe vurmaktan hâlâ çok uzak. Gelin biz Greenspan’ı, ona Maestro diyenleri vicdanlarıyla baş başa bırakıp, bu öngörüler üzerinden devam edelim.

Kriz derinleşiyor, yoksulluk, açlık dalgası geliyor

Ben artık mali piyasalardaki gelişmeleri adeta esneyerek okuyorum. Çünkü artık konu değişti. Piyasaların ayağı yere değdi. Değince de üzerinde durmaya çalıştıkları zeminin (“artı değerin” üretildiği yerin) hızla daralmakta, birilerinin uçuruma düşmekte olduğunun ayırdına vardılar. İşte bu yüzden artık piyasaların gözü, merkez bankalarının piyasaya bastığı trilyonlarda değil, büyüme, dış ticaret, şirket bilançoları, işsizlik gibi verilerde. Öyle ki, artık borsalar, bu veriler birazcık bile kötü gelse paniğe kapılıp düşmeye başlıyorlar. Bu koşullarda, Dow Jones, köpüğün başladığı noktaya 7000-7500 bandına kadar gerilerse şaşmayacağım. Bu bandın da altına düşerse, “1929’dan bu yana en büyük mali kriz” lafı da artık anlamını yitirecek.

Kısacası, korkarak beklenen “fasit daire” oluştu. Kredi krizi üretici sektörleri vurdu. Üretici sektörlerdeki gerileme şimdi döndü, batık krediler, iflaslar üzerinden mali piyasaları vuruyor. Böylece krizin merkez üssü, gelişmiş ülkelerde işsizlik hızla artıyor. Kredi daralırken talep hızla geriliyor. Dükkânlar, fabrikalar kapanıyor, kapasite fazlası oluşuyor, işsizlik artıyor. Birikmiş servet, krediyle sürdürülen refah yok oluyor. Bunların sonucu yoksulluk ve giderek yayılan bir açlık dalgası olacak, hem de bu kez, yalnızca azgelişmiş ülkelerde değil...

Daha kriz etkileri görülmeden önce dünyanın 120 kentinde yapılmış bir araştırma, ABD’nin en büyük kentlerindeki gelir dağılımı eşitsizliklerinin, Kenya, Fildişi Kıyısı gibi yoksul ülkelerin başkentlerindeki eşitsizlik düzeyine ulaştığını ortaya koyuyordu (The Guardian 23/10/08). Bu eşitsizlik, ekonominin sözde büyük bir büyüme sergilediği dönemde oluşmuş. Şimdi işsizlik artışı, insanların evlerini, emeklilik fonlarını kaybetmeye başlamasının yanı sıra, belediye kaynaklarının önemli bölümünün borsalarda buhar olmuş olmasının da etkisiyle, yoksulluğun etkilerini hafifletecek kurumlar da zayıflıyorlar. Eğer maliye politikaları ile yeni kaynaklar harekete geçirilip iş olanakları yaratılmazsa, büyük kentlerin, giderek artan bölümlerinin yaşanmaz hale gelmesi kaçınılmaz.

Ve gelişmekte olan ülkeler

Ama, hamdolsun kriz bizi vurmayacak, hatta fırsat yaratacağız. Zaten sosyal güvenlik sistemimiz, kamu hizmetlerimiz de gelişmiş ülkelere parmak ısırtacak düzeyde. Gıda tedariki konusunda da zaten kendi kendimize yeterliyiz. Bu nedenlerle bizim açımızdan korkacak bir şey yok. Ama kredi krizi gelişmekte olan ülkelere giden kaynakları hızla daralttı. Risk primleri de artıyor. İhracat pazarları daraldı, emtia fiyatları düştü. Dış kaynağa çok daha yüksek faiz ödemek zorunda kalacak olan gelişmekte olan ülkeler, ihracat gelirlerinin de erimesine şahit olacaklar. Bu yüzden, bu ülkelerde, büyümeyi, tüketici talebini hatta en temel sağlık ve gıda tedarikini finanse etmek giderek daha da zorlaşacak.

Üstelik bu zorluklar geçen yılın, bu yıl etkileri hâlâ hissedilen gıda krizi üzerine geliyor. Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Direktörü Jacques Diouf, mali krizden dolayı gelişmekte olan ülkelere yönelik yardımların da bu yıldan itibaren gerileyerek, sorunları daha da ağırlaştırmasından endişe ediyor. Gıda fiyatlarında gerilemeler, üreticiyi, fiyatları düşen ürünlerden uzaklaştırarak yeni bir gıda krizi dalgasını yaratması da bekleniyor. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, “Gelişmiş ülkelerdeki insanlar mali kriz üzerinde odaklandıklarından yoksul ülkelerde gelişmekte olan bir insani kriz gözlerden kaçıyor” diyor. Hamdolsun bizde durum farklı

Friday, October 24, 2008

Bir not:

Ben altı ay sonra bir gün uyanıp da Fransa’nın sanayi gruplarının başkalarının eline geçtiğini gören Devlet Başkanı olmayacağım” Nicholas Sarkozy

Yerli yabacı sermaye ayrımı kalmadı”, diyen sağcılarla,

Kardeşim küreselleştik ulusal sermaye olur mu?” diyen solculara,

İşlerin “merkezde” başka “çevrede” başka, dünyanın sandıklarından çok daha karmaşık olduğuna ilişkin olarak, ya da “emperyalizm ve sömürge sendromu” (ve de "Kesintisiz"leri anımsamak) bağlamında…


‘Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler’ Ya Sonra?

(Cumhuriyet 22.10.2008)

Yirmi beş yıldır, insana son derecede uzak, acımasız ve bir o kadar da saçma bir ekonomik teoriyle“yönetiliyoruz”. Ufak bir azınlık, bu dönemde büyük servetler yaptı. Geri kalan “büyük insanlık” durumunu koruyabildiyse kendini şanslı saydı. Şimdi, 80 yılın en derin mali krizi, en derin resesyonu, belki de depresyonu, kapımıza dayandı. Ama birileri hâlâ eski anlayışlarda ısrarlı, şimdi tükenmiş olan modeli bir biçimde kurtarmanın yollarını arıyorlar. Israr ettikçe modelin saçmalığı, daha da belirginleşiyor.

Anna Scwartz’ın saçmalıkları

Friedman öldü, ama çalışma arkadaşı Schwartz (92) hâlâ yaşıyor. Wall Street Journal kendisiyle bir söyleşi yapmış, halen yaşamakta olduğumuz kriz ve Fed Başkanı Bernanke’yle Hazine BakanıPaulson’un politikaları üzerine. Schwartz, Paulson ve Bernanke’nin “kurtarma paketinden” hoşnut değil. Yanlış yaptıklarını düşünüyor. Ona göre kriz, ancak güvenin restore edilmesiyle çözülebilirmiş; batık bankaları kurtararak, devletleştirerek değil, kapatarak. Schwatrz’a göre “Kötü kararlarınız cezalandırıldığında, iyi kararlar sizi zengin ettiğinde her şey daha iyi işliyor”. Diğer bir deyişle,“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, kötü karar verirlerse bırakınız batsınlar.”

Belli ki Schwartz, yalnızca, piyasanın bir toplumun içinde var olduğunu unutmakla kalmamış, aynı zamanda, kafasında serbest piyasaya kadiri mutlak, mükemmel ve ilahi bir anlam yüklemiş. Hamaslideri Haniya da geçen hafta Gazze’de yaptığı bir konuşmada, tanrının mali krizi Batılıları cezalandırmak için gönderdiğini (Le Monde, 18/10) söylüyordu. Yanlış kararları (günahları) birinde piyasa cezalandırıyor, diğerinde tanrı.

Schwartz’ın, piyasadan, adeta iradesi olan bir özne gibi söz edişi de Haniya’nın mantığına ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. “Eğer ilkeleriniz varsa, ne yaptığınızı biliyorsanız, piyasa size cevap verir”… “Piyasa, yönetim kademesindeki, ne yaptığını bilen insanlara saygı duyar. Akılsızca yatırım yapmış firmalara karşı katı tutumunuzdan dolayı piyasa sizi suçlamaz”… FED başkanı Greenspan’ın hatalı yaklaşımını özetlerken: “piyasalar çok hoşnutsuz olurdu” (vurgular bana ait). Bir tarafta biz zavallı insanlar, diğer tarafta, mutlak bir mükemmellik olarak piyasa: Kurallarına uymayanları cezalandıran bir irade… Bu yüzden ya bırakacağız, günahkârlar batacak. Ya da onları kurtarmaya çalışırsak, piyasa bizi toptan cezalandıracak. Sizi bilmem ama bu noktada, benim aklımaSodom ve Gomora geliyor. Bir an bu teleolojik dünyayı terk ederek yeryüzüne inersek, Schwartz’ın modeli, bilginin piyasada (neyse bu) herkese eşit dağıldığını, herkesin bu bilgiler ışığında kararlarını, bilerek aldığı varsayımına dayanıyor. Diğer bir deyişle bir başka fanteziye

Piyasa ve toplum

Bu noktada Polanyi’nin “ikili hareket” (double movement) kavramı yeryüzüne inmemize yardımcı olabilir. İki dünya savaşının ve büyük depresyonun yıkıntıları üzerinde ürettiği çalışmasında (Büyük Dönüşüm) Polanyi, 19. yüzyılın ortalarında, kendi kendini düzenleyen piyasa kurumunu toprağı, emeği ve parayı metalaştırma hareketi olarak betimliyordu. Korumacılığı da bu toplumsal varlıkları düzenleme çabası. 20. yüzyılda bu ikili hareket, “refah devleti” yardımıyla piyasayı toplumun içine gömme hareketi olarak kendini gösterdi. Polanyi piyasa düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı yok eder diyordu.

Marx kapitalizmin krizini, yalnızca yok oluş olasılığının ortaya çıktığı an değil, aynı zamanda sermayeninyenilenme, temizlenme süreci olarak görür (Kapital, Cilt I, sf. 625; Cilt III, sf. 249). Bu süreçte, verimsiz yapılar, fazla kapasite, fazla mallar ve fazla iş gücü tasfiye (devalüe) olur. Sermaye daha da merkezileşir, emek süreçleri yeniden düzenlenir. Ama, bu maddi ve manevi anlamda çok sancılı bir yenilenmedir. İnsanlar buna katlanmak istemezler, devlet yoluyla korunmak isterler. Polanyi’nin değindiği “ikili hareketinin” temelinde istek bu var.

Tam bu noktada kapitalizmin çok önemli bir özelliğini anımsamakta yarar var. Sermayenin yenilenme sürecinde, kendilerini korumak isteyen “insanlar” çeşitli sınıflardan oluşurlar. Bunlardan ekonomik ve siyasi olarak ayrıcalıklı noktalardakiler, devleti kullanarak bu ayrıcalıklarını korumak amacıyla“yenilenmenin” maliyetini tüm toplumun üzerine yıkmaya çalışırlar; en azından sosyal demokrat, halkçı bir siyasi oluşum yoksa sonunda başarılı da olurlar.

Bu noktaya kadar, ulus devlet düzeyinde düşündüğümüz bu resim, emperyalist ilişkilerin egemen olduğu uluslararası düzeyi de göz önüne aldığımızda daha da karmaşıklaşır.

Ama yeniden vurgularsak, “kriz bir yenilenme anıdır”, ama salt sermaye için değil, toplum ve sınıflar arası ilişkiler açısından da…


Wednesday, October 22, 2008

Kahramanlar ve Elbiseleri..

(Cumhuriyet 20.10.2008)

“Küresel girişimci”, “Davos man”, milyon dolarlık CEO çoktan kayboldu. Arkalarından ekranlarımızda oluşan boşluğu şimdi merkez bankaları, hazine bakanları, devlet başkanları doldurmaya çalışıyorlar dünyayı, hatta kapitalizmi kurtarmak iddiasıyla çıktıkları tarih sahnesinde… Tam bu sırada aklınıza Marx’ın “18. Brumaire” kitabının girişindeki saptamalar geliyor: “Geçmiş kuşakların alışkanlıklarının muazzam ağırlığı beyinlerinde.. ve eski kahramanların elbiseleriyle…”.

Yeni kahramanlarımız Bernake, Paulson, Brown, Sarkozy, Merkel bir türlü yeni rollerine uyum sağlayamıyorlar, geçmişin alışkanlıkları, neoliberalizmin ağırlığı altında eziliyorlar. Eski önyargılar, korkular boyunlarında ağır bir taş gibi.

Kimin için bu ‘gösteri’

Kahramanlar TV ekranlarında, bir toplantıdan öbürüne koşturuyor, aç gözlü spekülatörleri, bankacıları, “yönetişim hatalarını” suçluyorlar, cuma günü Filozof Alain Badiou Le Monde’da soruyordu gözlerimizin önünde Hollywood yapımı kötü bir felaket filmi gibi sergilenen “Bu kriz hangi ‘reel’den kaynaklanan bir gösteridir”.. ve ekliyordu: “Gerçek olan bu film değil, gösterildiği salon.” Bizim oturmakta olduğumuz salon…

Biz korkuyla izlerken birileri “merak etmeyin, nasıl olsa mutlu son” diye güven veriyor. Biz dün, bu birilerinin “eşik altı ‘morgiç’ kredileri yerel bir sorundur merak etmeyin”; sonra, “ABD mali sektörüyle sınırlı, resesyon filan beklemeyin”; giderek “1929’dan bu yana en büyük mali kriz ama dersimizi aldık, kısa bir resesyonla atlatacağız” vaatlerini anımsıyoruz. Şimdi “Resesyon biraz uzun olabilir, ama depresyon filan beklemeyin”leri duydukça içimiz daralıyor.

Bu sırada birileri “Marx haklı mıydı” diye sorup “hayır değildi” diyebilmek için bin bir takla atarken yalnızca cehaletlerini sergiliyor. Bir başkaları, şimdi“tarih yeni bir döneme girdi, devlet müdahalesi filan, daha eşitlikçi, güvenlikli bir ekonomik model geliyor” diyerek avunuyor.

Birincileri boşuna kaygılanıyorlar, ikincileri de boş yere umutlanıyor. Marx haklı olsa ne yazar, eğer ortalıkta iradesini düzene dayatmaya hazırlanan bir toplumsal hareket yoksa... Siz tartışma toplantısı mı sanıyorsunuz tarih sahnesini? Ve yine ortalıkta düzene kendi iradesini dayatmaya hazırlanan bir siyasi hareket yoksa, daha eşitlikçi, daha güvenlikli bir ekonomik model beklentisi boş bir umut… Bugün bizi kurtarmaya çalışanlar, kriz gelirken tüm uyarılara kulaklarını tıkamıyorlar mıydı? Dün kimi düşünerek kulaklarını tıkadılarsa, bugün de yine onları kurtarmaya çalışıyorlar, çalışacaklar, bizleri değil. Bankaların deliklerinden içeri kürekle karılan trilyonlarca doları kim ödeyecek sanıyorsunuz. Önce ABD ve Avrupa halkı, sonra da hiç merak etmeyin bizler… Hatta eğer ABD ve Avrupa halkları itiraz etmeye başlarsa, yükü omuzlamaya hazırlanın. Cecil Rhodes, emperyalizmden yakınan meclis üyelerine, “Beyler, İngiltere’de toplumsal devrimi önlemek için gerekli” demiyor muydu?

Kurbağa ve akrebin hazin öyküsü

Birileri de “hayır bu kriz yönetişim hatasından kaynaklandı” dedikçe benim aklıma, kurbağa ile akrebin “ne yapayım bu benim doğamda var”sözleriyle biten hazin öyküsü geliyor.

Geçen hafta New York Times, 10 yıl önce hazine bakanlığında yapılan çok ilginç bir toplantıyı aktarıyordu. (Faiola, Nakashima ve Drew, 15/10/08). Toplantıda, Emtia Gelecek Piyasaları Komisyonu Başkanı 57 yaşındaki Bayan Brooksley E. Born, Greenspan’ı, Rubin’i ve Borsa Denetim Komisyonu Başkanı Levitt’i türevlerin ne kadar riskli bir piyasa oluşturmaya başladığına, denetlenmeleri gerektiğine ikna etmeye çalışıyor. Greenspan, Rubin ve Levitt, Born’a şiddetle karşı çıkıyor, yetkisini kullanarak bir şey yapmasını engellemeye çalışıyorlar; toplantıdan sonra da bu çabalarını yoğunlaştırıyorlar. O sırada tarih Born’u desteklemek üzere önlerine, ünlü “LTCM krizini” atıyor. Beyler, hiç aldırmıyor, krizden ders çıkarmıyor, direnişlerini sürdürüyorlar. Sonunda Born istifa etmeyi tercih ediyor.

Halbuki 1998’de Born’un uyarılarına kulaklarını kapatan, Greenspan’ın 1967’de “Altın ve Ekonomik Özgürlük” başlıklı bir denemesi var. Greenspan bu denemesinde, “1929 depresyonu”nu gevşek para politikalarına bağlıyor, diyor ki: “Fed’in piyasaya pompaladığı aşırı kredi, borsaya sıçradı - muazzam bir spekülatif köpük yarattı… 1929’da spekülatif dengesizlikler öyle bir düzeye ulaşmıştı ki Fed’in aşırı kaynakları geri emme politikası iş çevrelerinin moralini bozdu. Neticede ABD ekonomisi çöktü” (Aktaran, Counter Punch 17/10). Greenspan Fed’e geliyor, önce dot.com köpüğüne göz yumuyor, sonra da, piyasaya parayı basıp, bu günkü mali krizi tetikleyen ev-piyasası köpüğünü yaratıyor.

Prof. Jagdish (küreselleşme harikadır) Bhagwati de Financial Times’daki “Yıkıcı Yaratıcılıktan Sakınmalıyız” başlıklı yazısında, “Wall Street Hazine Bakanlığı Kompleksi” dediği ilişkiler ağından yakınıyor, “Rubin Hazine bakanlığına Goldman Sachs’tan geldi sonra Citigroup’a gitti. Paulson, Goldman Sachs’tan Hazine bakanlığına gitti, şüphesiz yine Wall Street’e dönecek. Bu network içindekiler Wall Street’in uydurduğu iyimser senaryoları paylaşırlar” diyordu (16/10/08).

Yapılacaklar belli ama…

Şimdi ABD halkı bu insanların krize çare bulmasını, depresyonu engellemesini bekliyor. Yapılacaklar da üç aşağı beş yukarı belli. Ama hem bu beylerin doğalarında yok, hem de ait oldukları gelenekte.

Berkley’den Prof. Brad Delong’un The Guardian’daki, bugüne kadar olanlara ilişkin aktarımlarını kısaca özetlersek: Önce Friedman’dan öğrendiklerini uygulayıp piyasaya para bastılar; olmadı. Sonra Summers ve DeLong’un savunduğu teoriyi anımsayıp beklentileri değiştirmek için faiz indirdiler; o da çalışmadı. Tüketiciye postayla para gönderdiler; bir işe yaramadı. Bunun üzerine bankaları birleşmeye, birbirini kurtarmaya zorladılar; etki yapmadı. Biraz da piyasa temizlesin diye Lehman’ı kendi haline bıraktılar, batınca ortalık birbirine girdi. Nihayet Paulson’un 700 milyarlık paketine geldik; “ama piyasa onu yutarken yutkunmadı bile”. Şimdi “zehirli varlıkları”, batık ipotekleri satın alıyorlar. “O da çalışmazsa” diyor DeLong “o zaman depresyonu engellemek için Keynesgil alarm zillerini çalıp devlet harcamalarıyla muazzam bir altyapı inşasına girişeceğiz”.

Halbuki hemen daha baştan, Krugman, Stiglitz, Roubini gibi ekonomistlerin, önerilerini dinleyip, dikkati bankacılar değil de iç talebi güçlendirmek üzerinde yoğunlaştırıp, işsizlik sigortalarını arttırsalar, yıllardır ihmal edilen altyapı yatırımlarına, sağlık eğitim, konut gibi alanlara para harcamaya başlasalardı hem ülkeleri kendini yeniler, hem durgunluğun depresyona dönüşmesi riski azalır hem de halkının durgunlukta çok fazla sıkıntı çekmesi önlenirdi. Hiç olmazsa bir sonraki krize kadar… Ama doğalarında yok. ABD’de altı banka bu yıl çalışanlarına 70 milyar dolar ikramiye ödeyecekmiş...

Obama farklı bir şey yapar mı dersiniz? 1929’da olduğu gibi büyük işçi hareketleri ortaya çıkıp da zorlamazsa, onun da yapacağını sanmıyorum. Ne de olsa Rubin şimdi onun danışmanı, Wall Street de kampanyasına 10 milyon dolar yatırmış durumda…

 


Saturday, October 18, 2008

Friday, October 17, 2008

Neo-liberalizm ve Köylülük

(TMMOB Kimya Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendislari Odası’nın düzenlediği, Dünya Gıda Günü –Gıda Egemenliği Konferansı’nda (16 Ekim 2008/ Amkara Milli Kütüphane Konmferans Salonu) yaptığım sunuşun notları.)

Neo Liberalizm ve Gıda güvenliği sözcüklerini an yana koyunca aklıma, inanın burada ağzıma alamayacağım ağır sözler geliyor. İnsanlığın geleceğini bu kadar tehlikeye atan bir ekonomik yönetim modeli sanırım bu güne kadar görülmemiştir. Gerçi sermayenin, yaratıcılığı malum, eminim eğer fırsatını bulursa, günün birinde daha da kötüsünü icat etmeyi başaracaktır.

Neo-liberalizm gıda güvenliğini üç yerden vurdu.

Birincisi ülkelerin kendi doğal koşullarına uygun biçimde şekillenmiş tarım-gıda rejimlerini yıktı ve köylülüğü, ekonomisiyle, kültürüyle birlikte imha etmeye başladı. Hem de kırdan çıkan nüfusa yeni, yeterli bir ekonomik faaliyet alanı, sosyal güvenlik sistemi yaratamadan.

İkincisi, tarım ürünlerinin fiyatlarını yerel maliyet koşularından koparıp uluslararası piyasalara tabi kılarken, borsalarda spekülasyon konusu haline getirdi, arz ve talebi tüketicinin gereksinimlerinden kopardı.

Sonuç yoksullaşmada büyük bir hızlanma oldu

Üçüncüsü, neoliberalizm, dünyanın doğal kaynaklarının tüketimini hızlandırdı, küresel ısınmaya büyük katkı yaptı, su krizini derinleştirdi.

Ben konuşmamda bunlardan ilk ikisi üzerinde duracağım.

Neo-liberalizmin getirdiği gıda rejimi ve köylülük üzerindeki etkileri

Neo-liberalizmden önce,1940-1970 arasında birbirine paralel yaşayan iki “gıda rejiminden” söz edilebilir sanıyorum.

Birincisi, ABD tarımında, hızlı makineleşmenin, Depresyon sırasında devreye giren tarım destek politikalarının (ve tabii hiç kaybolmayan korumacı eğilimlerin) etkisiyle oluşan büyük kapasite ve üretim fazlasını, Avrupa’ya, gelişmekte olan ülkelere ve eski sömürgelere göndermeyi amaçlayan gıda yardım programlarına dayalı rejim. Bu programlar, ABD tarım ürünlerinin bu ülkelerin piyasalarına damping yapılması anlamına geliyor, yerli üreticiyi batırıyor, kırsal nüfusu çözüyordu ama yerel yönetici sınıflar açısından ucuz gıda ve sanayi için gerekli iş gücünün yaratılmasına yardım ediyordu. Bu süreç bu ülkelerde gıda güvenliğin giderek ABD kaynaklı tedarike bağlıyordu.

İkincisiyse, kimi gelişmekte olan ülkelerin benimsediği ithal ikamesine, iç pazara yönelik sanayileşme tarımın, Pazar olma özelliğini de göz önünde bulundurarak gümrük tarifeleri, taban fiyatları, girdi destekleri ve ucuz kredilere korunmasını gerektiriyordu. Böylece yerli tarım ürünleri çeşitliliğini, ekolojik, genetik zenginliğini yerel koşullara uygun üretim özelliklerini büyük ölçüde korumaya devam ediyordu, Bu ülkelerde kendi kendine yeterli bir gıda rejiminin yaşamaya devam ettiği söylenebilir

1970’lerin sonunda, ABD faizlerinin aniden yükselmesi çevre ülkelerde bir borç krizini tetikleyince yepyeni bir konjonktür oluştu.

Gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri, dış kaynak ve döviz kıtlığından aniden durma noktasına geldi. Yönetici sınıfları panik halinde borçlarını ertelemeye, yeni kaynak bulmaya yöneldiler. Tam o sırada IMF ve Dünya Bankası, merkez ülkelerde uygulanmaya başkanmış olan neo-liberalizmin çevre ülkelerde de uygulanması için gereken koşullar listesini borç isteyenlere dayatmaya başladılar.

Böylece çevre ülkelerde tarıma verilen destekler hızla kaldırıldı, tarım piyasaları dünya piyasalarına, diğer bir değişle ABD ve AB de tarım üreticisinin rekabetine açıldılar.  Gelişmiş ülkelerdeki sayıları 50-60 milyonu geçmeyen çiftçiler birim başına 1-2 milyon kilogram tahıl üretebilirken, dünyanın geri kalanında yaklaşık 3 milyar köylü için bu  verimlilik 10-50,000 Kg. düzeyindeydi. En yoksul alanlarda da 2000 kiloyu geçmiyordu.

ABD’de bir çiftçinin aldığı yıllık desteğin yoksul bir ülkedeki çiftçinin yıllık gelirinin 100 katına ulaştığını da göz önüne alırsak, Bu haksız ötesi rekabet ortamında gelişmekte olan ülkelerin tarımı ve köylüsünün hiçbir şansı olmayacağını örebiliriz. Böylece köylü ekonomisi, toprakları ve kültürüyle birlikte hızla yok olmaya, kentlere yığışmaya, en kötü, sağlıksız koşullarda yaşamaya daha doğrusu yavaş ölüme mahkum ediliyordu.

Bu sırada iki gelişme daha yaşanıyordu: Gelişmekte olan ülkelerin yöneticileri borç ödeme telaşı içinde tarımı ihracata yönelik bir kaç ürün üzerinde uzmanlaşmayı teşvik ediyor,  yerel üretim de yerel koşullardan, uzaklaşıyordu. Böylece gıda tedariki giderek artan ölçüde ithalata, ülkenin döviz yaratma kapasitesine, hatta yabancı ülkelerdeki, merkez ülkelerdeki insanların tüketim alışkanlıklarına bağlı hale geliyordu.

Bir örnek vermek gerekirse, Ghana’da yerel tarımla uğraşan köylü su sıkıntısı çekerken, Londra’da satılmak üzere üretilen, yemeğe hazır yeşil salatanın bir paketi için 50 Lt su harcanıyordu.

Pirinç piyasasından birkaç örnek vereyim: Kameron: 1994-2004 arası ithalatı %100 arttı, yerli üretimde için kullanılan toprakların %30’u boşaldı. Fildişi kıyısı, 1997-2006 arası yerli üretim %40 geriledi. Nepal, 1994-2000 yerli üretim %25 geriledi. 1970 lerde kendine yeterli bir ülke olan Ghana 2003’de tüketiminin %64’ünü ithal ediyordu. Benzer gelişmeleri Zimbabwe, Kamboçya, Etiyopya, Filipinler Vietnam gibi ülkelerde de görüyoruz.

Bunlara karşılık, dünya bankası ve IMF önerilerine aldırmayıp ülkelerinin tarımını korumaya, desteklemeye devam eden Malawi’nin son gıda krizinden etkilenmediğini gördük.

Neo-liberalizmin ve finansallaşmanın gelişmiş ülkelerde körüklediği tüketim eğilimleri, Tarım ürünleri işleyen sanayi (agrobusiness) alanında etkinlik gösteren büyük ÇUŞ’lerın gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına girişi hızlandı. ÇUŞ’ler geldikleri ülkelerde, üretimi doğrudan denetlemeye başladığını, en iyi toprakları çoğu zaman devletin yardımıyla köylülerden arındırarak ele geçirdiğini görüyoruz. Burada çevre koşularının, su kullanımının vb hiçbir denetime tabi olmadan gerçekleştiğini sanırım vurgulamaya gerek yok.

Böylece, neoliberalizm sayesinde gelişmekte olan ülkelerin yerel koşullara uygun, belli bir tarihsel ürün çeşitliliğine dayalı tarımı, buna bağlı köylü yaşamı ve kültürü yıkılıyordu. Bu sırada halkın gıda tedarik sorunu dünya piyasasına bağlanıyor, çarpık kentleşme hızlanarak, yeni ekolojik ve sağlık sorunları yaratıyordu.

Birde mali kriz…

Bu yıkım, 2007 yılında mali kriz patlak verince, bir tsunamiye dönüştü. Neoliberalizmin, serbest piyasaya ve dünya fiyatlarına dayalı gıda rejimi adeta kitle imha silahına dönüştü.  Can derdine düşen mali sermaye spekülasyon aracı olarak gıda malların yönelince, zten yerel üretim ve maliyet özelliklerinden, koparılmış gıda fiyatları bu kez tüketici talebinden tümüyle kopararak, hızla artmaya başladı. Buğday fiyatı bir yılda %120, pirinç fiyatı % 75 arttı.

Dünyanın 3 milyar köylüyü de içeren yoksullarının bütçesinde gıda mallarının payının %80  ulaştığını düşünürseniz, “kitle imha silahı” betimlemesi o da aşırı gelmeyebilir.

Tüm bunlara ek olarak, Neoliberalizm ve finansallaşma özellikle geçen 15 yıl içinde gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüketimi, dolayısıyla doğal kaynakların aşınmasını çok büyük ölçüde hızlandırdı.

Böylece su stokları kirlenmeye, küresel ısınma hızlandıkça da su rezervleri gerilemeye başladı, Bu ise tarımda kullanılan suların giderek azalması, ancak en yüksek karı getiren ürünlerin (salat sebze, çiçek vb gibi ürünler) üretimine ayrılmasını hızlandırdı.

Böylece Dünya Bankası’nın da kabul ettiği gibi aniden büyük bir gıda kriziyle karşı karşıya kaldık…

Köylülüğün önemi

Son olarak köylülüğün önemi üzerine bir notla bitirmek istiyorum sunuşumu.

İtiraf emeliyim ki 1990’lara kadar benim kafamda köylülük, özellikle küçük köylülük, Modernleşmenin bir gereği olarak, hızla sanayileşerek tasfiye olması gereken bir tabakaydı. Küçük köylü tarımı verimsizdi, tasfiye edilmesi gerekiyordu.

İçime ilk kuşku, Jack Chirac’in bir ifadesini duyunca düştü: Chirac, Fransa’da köylüye verilen destekleri savunurken “köylülük salt bir ekonomik olay değil aynı zamanda Fransa için bir kültür hazinesidir” diyordu.

Küçük köylü tarımı verimsizdir iddiası da aslında gerçeği yansıtmıyordu. Bu ekonomist, piyasacı mantıkla hesaplanan bir verimlilik anlayışına dayanıyor. Dahası köylü muhalefetini, gerici ilan ederek daha baştan susturuyordu.

Halbuki,  küçük köylü tarımının, çevre koşulları nüfus hareketleri, doğanın, toprakların, genetik çeşitliliğin korunması gibi sorunlarda yaptığı olumlu etkiler göz önüne alan kimi hesaplamalar farklı sonuçlara ulaşabiliyorlar. Ayrıca modern tekniklerin kullanılması, gereken desteğin sağlanması  halinde, salt piyasa mantığı açısından bile küçük köylü tarımı çok yüksek verimlik düzeylerin çıkabiliyor.

 Nihayet daha yeni bir gelişmeye Via Campasino (Köylü yaşamı) hareketi ve Brezilya’daki topraksızlar hareketi beni köylülüğün önemine iyice ikna etti.

Latin Amerika’da başlayan bu köylü hareketleri sermayeye ve neoliberal küreselleşmeye karşı çıkıyor, kentlerdeki gecekondularda çürümek istemiyor, kıra dönüp, tarım yapmak kendi değimleriyle “toprak anaya” sahip çıkmak istiyor. İlk anda romantik ve geriye doğru bir bakış gibi gelebilir ama

1)    Demokratik bir talep kimi insanlar böyle yaşamak istiyorlar

2)    Üstelik, bu talepler, insanlığın genel çıkarlarıyla, kent nüfusunun azalması, tarımın gıda güvenliğinin yerelleşmesi, toprakların yeniden işlenmesi, gibi gereksinimlerine uygun.

3)     Tarımda genetik zenginliğin, kültürel çeşitliliğin korunması açısından da çok yararlı bir hareket bu köylü hareketleri.

4)    Dahası, desteklendiği modernleşmesine gerekli eğitim, öğrenim olanaklarına kavuşması sağlandığı taktirde, bir köylü modernleşmesi (kendi deyimleri) dolayısıyla demokratikleşmesi süreci de oluşarak ülkelerin dokularını zenginleştirme şansına sahip.

Neoliberalizmin ve sermayenin köylülüğe saldırısı ayni zamanda emek ordusunu büyüttüğü, ücretler üzerinde baskı yarattığı, emekçilerin tüketim mallarının fiyatlarını dünya pazarına tabi kıldığı için işçilere de yönelik bir saldırı.

Bu nedenlerle Via Campasino herekti sözcüleri, geriye bakan değil ileri yeni, farklı bir dünya kurmaya çalışan bir hareket olduklarını savunuyorlar. Topraksızlar hareketi, kentte evsizler hareketiyle bağlantı kurabiliyor.

Bu anlamda genelde kırda çalışanlarla kentte çalışanların çıkarlarının, ekolojik ve gıda krizi üzerinde dünyanın büyük çoğunluğuyla çakıştığı da söylenebilir.

Tüm ülkenin ve hatta insanlığın geleceği açısından “gıda güvenliği”, sorunun “köylü sorunu” ona da gıda egemenliği, diğer bir değişle “ gıda üretiminın kontrolu” sorunu olarak bakmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Koyun Can Derdinde Kasap Mal Derdinde

Kriz, kapitalizmin “gerçeğinin” gözler önüne serildiği, yıllardır satılan fantezilerin birden gülünçleştiği andır.

Şaşkınlık ve korku

Yine böyle bir andayız. İstikrar, refah, “piyasalar kendiliğinden dengeye gelir” fantezileri buhar oldu uçtu. Borsalar çöküyor, “Siyaset elini ekonomiden çeksin, devlet müdahalesi kriz yaratır” diyenler, şimdi devlet kapısında. “Büyük insanlık” ise şaşkınlık ve korku içinde.

“Büyük insanlık” şaşkınlık içinde soruyor: “Hani artık bir daha olmayacaktı, dersinizi almıştınız? Refah devletinin ‘büyük yükünden’ kurtulunca kuşlar gibi uçacaktık?”

Korku içinde, çünkü tasarrufları, emeklilik fonları eriyor, evini, işini kaybetmek üzere, en temel gıda malzemeleri el yakıyor. Kısacası “büyük insanlık” can derdine düşmüş. Birileriyse mülkiyet korkusundan olacak, soruyorlar: “Karl Marx haklı mıymış?”

Size ne? Dahası, sizin bu soruya olumlu bir cevap vermeniz olanaklı mı? Değil! Ama o ki konuyu açtınız önce uyaralım. Bu soruyu tartışmak istiyorsanız,Komünist Manifesto’yu kurcalamak yetmez. Popper gibi ikinci sınıf düşünürlere güvenirseniz, birileri, Lakatoş, Fayerabend, Popper tartışmalarını, Maurice Cornfortun Popper’in kofluğunu sergileyen eleştirilerini anımsatarak başınızı derde sokabilir. Marx’a dönersek en azından Das Kapital’i okumadan konuşmamak gerekir. Yoksa kulaktan dolma bilgilerle, Marx’ın kehanetlerde bulunduğuna ilişkin rivayetlere kanıp komik durumlara düşebilirsiniz?

“Marx haklı mıydı?” diye sormadan önce, adamın, kriz üzerine ne dediğini de bilmek gerekir. Bunun için de Artı Değer Teorileri ciltlerine gidip, orada sorduğu şu sorudan başlarsanız işiniz belki kolaylaşabilir: Orada Marx, krizin her alışveriş işlemi içinde potansiyel olarak var olduğunu söyler: Alan ve satan karşılaşmaz ya da anlaşamazsa mal ve para ortada kalır. Sorduğu soruysa şöyle: Meta ilişkisinde potansiyel olarak var olan kriz, kapitalist üretim biçiminde bir gerçekliğe nasıl dönüşür? Marx bu sorunun cevabının bizzat sermaye ilişkisinin içinde yattığına işaret eder. Kapital’de de değerler düzeyinde bunu açıklar. Sermayenin birikiminin önündeki en büyük engelin, bizzat sermayenin kendisi olduğunu basit bir denklemle gösterir.

Bugün mali kriz deyip durduğunuz, siz “Yok canım bir şey olmaz” derken, bizim 2003’ten bu yana da beklediğimiz “şeyin” ne olduğunu anlayabilmek için, sizin önce “Bugün patlayan bu mali köpük neden oluştu” sorusuyla yüzleşmeniz gerekecek. Aman aman dikkat, ideolojik sisteminizde, “küreselleşme”dediğiniz şeyin “gerçeğiyle” karşılaşıp ürkebilirsiniz!

Peki ‘Marx haklı mıydı?’

Siz bu soruya olumlu bir cevap veremezsiniz” demiştim. Okuyunca, şaşırmış olabilirsiniz. Yardımcı olmaya çalışayım.

Karl Marx’ın başyapıtının alt başlığı “eleştiri” sözcüğünü içerir. Eleştiri ise belli bir duruşu, durulan bu noktadan bakarak konuşmayı öngörür. Bu duruş, salt bugüne ilişkin de değildir. Bu duruş, Spartaküs ayaklanmasından Fransız devrimine, Paris Komünü’nden Rus devrimine, İspanyol iç savaşında emperyalizme karşı direnişlerde hep dünyanın “sefillerinin” yanında, güçlülerinin karşısında olmakla ilgili bir duruştur. Belli sadakatleri, etik (eşitlikten, özgürlükten yana, baskı ve sömürüye karşı) tutumları gerektirir. Siz, işte bu yüzden, bu soruya olumlu bir cevap veremezsiniz? Dahası, salt bu nedenlerle, Karl Marx’ın savlarını hiçbir zaman kavrayamayacağınız bile söylenebilir.

Bunlar çok karmaşık şeyler, gelin ben size daha iyi anlayabileceğiniz bir başka örnek vereyim. Bir Hıristiyan için, İsa’nın, hem tanrı hem de tanrının oğlu olmasında, “Baba, oğul ve kutsal ruhun” üç ve aynı anda bir olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur. Bir Müslüman (aklıma gelmişken, “Hem Popperci hem Müslüman olunabilir mi?”) için bu “üçleme” söz konusu bile olamaz. Bir ateist ise bu tartışmalara, “ilginç, acaba aslında ne tartışıyorlar” diyerek yaklaşacaktır.

Siz Marx’ı anlayamazsınız, ama yeni bir Zeitgeist yaratmaya başlayan tarihin kahredici titreşimlerini duyabilirsiniz. O zaman “kolektif bilinç dışı” da size, yine Marx’ı eleştirme zamanı geldiğini anımsatır, hemen konuşmaya başlarsınız.

Ya kapitalizmin krizi değilse?

Aslında ben sizin yerinizde olsam, kimi bu işi iyi bilen ekonomistlerin iş devreleri, (business cycles) teorilerine takılır, konuyu biraz uzun dalgalarla (long waves) zenginleştirir, sonra da, “krizler olur (‘shit happens!’) sistem temizlenir, ardından yolumuza devam ederiz. Başka ne var ki?” savlarına yazılırdım.

Gelin siz beni dinleyin yoksa gündeme başka tatsız sorunlar gelecek. Örneğin, eğer mali genişlemenin, balonun arkasında ekonomik bir dinamik yoksa. Eğer bu balon, yavaşlayan birikimi desteklemek için kredi hacminin giderek genişlemeye başlamasından, sanayide kârlar gerilerken sermayenin dolaşıma, finansal alana, spekülasyona, talan olasılıklarına kaçmaya başlamasından kaynaklanmıyorsa, kapitalizmin krizi değilse, yalnızca kötü “yönetişimden” kaynaklanıyorsa...

a) İnsana sorarlar: Şimdi mi bunun ayırdına vardınız? Greenspan düne kadar sizin için “maestro” değil miydi? Riskleri size anımsatanlara niye kulaklarınızı tıkadınız? Siz okuduklarınızı, duyduklarınızı anlayamayacak kadar cahil misiniz? Yoksa aptal mı?

b) Sonra, bu durum, dünya ekonomisinde ilk kez ortaya çıkmıyor. 1873’te, 1929’da, benzer krizler, iki “büyük depresyon” yaşandı. “Küreselleşme”başladığından bu yana sürekli (Meksika, Türkiye, Arjantin, Asya krizleri, Rusya vb.) mali krizler yaşanıyor. Kapitalizmin tarihi üniversitelerde okutuluyor. Krizler üzerine yazılıyor çiziliyor. Hiç kimse bir şey öğrenmiyor mu? Dün bu dünya ekonomisinin merkezinde olanlar, hiç mi geçmişten ders almamışlar? Bunlar okuduklarını anlamayacak kadar aptal insanlar mı? Dahası bunlar büyük bankalarda yıllarca çalıştıktan sonra devlet yönetimine geliyorlar. Sistemin nasıl işlediğini burada da mı öğrenemediler? Bu nasıl bir toplumsal sistemdir ki hep böyle, “yönetişim hataları” yapacak insanları yönetime getiriyor.

c) Ya bunlar aptal ve cahil değilse, “yönetişim” hatası dediğiniz bunların seçeneğiyse, yani bunlar hırsız ve haydutsa? Ya, birbirine sıkı sıkıya bağlı insanlardan oluşan bir grup devleti de kullanarak hem kendi halklarını, hem diğer ülkelerin halklarını soyuyor, sonra da, tükenmeye başlayan bir leşin üzerindeki sırtlanlar gibi birbirinin boğazına atlayıp savaşmaya başlıyorlarsa? O zaman ne yapıp edip, demokratik ya da başka yollarla, artık önemi yoktur, bunlardan kurtulmak gerekmez mi? O zaman kırmızı, siyah hatta yeşil bayraklar ortaya çıkmaz mı?

Gelin siz, bu krizin sermaye birikim sürecinin bir varoluş hali olduğunu kabul edip “Kapitalizm en iyi sistemdir savına” fit olun. Marx’la uğraşmayı bırakın. O nasıl olsa sizin işinize yaramaz. Ondan yararlanacak olanlar da nasıl olsa onu bulup kullanırlar. Biliyorum siz mal derdindesiniz, ama onlar da can derdinde...

Friday, October 10, 2008

Gelelim Sadede...

(Cumhuriyet 08.10.2008)

Dünyanın önde gelen borsaları bir yılda yüzde 30’dan fazla değer kaybetti, madenler ve enerji sektöründe emtia fiyatları düşüyor. ABD’de dar gelirlilere hizmet veren büyük mağazalar zinciri Wall-Mart, mallarının fiyatlarını indiriyor. ABD’de ticari krediler piyasası bir yılda 94.9 milyar dolar daraldı. Böylece, medyada depresyon tartışmaları yine canlandı.İçinde “depresyon” sözcüğü geçen ekonomik haberi sayısını gösteren indeks, “dot.com” krizinde 150’ye yükselmişken, 2005’te 50’ye gerilemiş.Şimdi 300’e doğru gidiyor (The Economist, 02/010/08). The Economistbu kaygılara karşın “Merak etmeyin, bu kez olmaz” diyor.

Dersimizi almışız

Milton Friedman’ın onuruna, 2002’de yapılan bir konferansta, zamanın FED Başkan Yardımcısı Ben Bernake, 1929 depresyonunu kastederek, “Haklısınız. Biz yaptık. Üzgünüz. Ancak sayenizde bir daha yapmayacağız” demiş. ÇünküFriedman ve Schwarts, 45 yıl önce yazdıkları bir kitapta, 1929 depresyonunu FED’in sıkı para politikalarına bağlamışlar, “Doğru politika olsaydı depresyon olmayacaktı”diyerek herkesi rahatlatmışlar: Sorun kapitalizmden kaynaklanmıyor!

FED’in dersini nasıl aldığını geçen altı yılda gördük. Bernake, “sayenizde…”derken “dot.com” köpüğü patlamış,otomotive, uçak-havacılık, gemi inşaat, elektronik, makine sanayii, elektrikli ev aletleri, demir çelik, çimento, kalay, bakır madenciliği gibi önemli sektörlerde kapasite fazlası / talep yetersizliği sorunu yine ortaya çıkmıştı. Bizim de aktardığımız gibidepresyon tehlikesi oluşmuştu.Greenspan ve Bernake “derslerini aldıkları için”, acilen diğer merkez bankalarını da ikna ederek, yeni bir köpük inşa etmeye koyuldular. Bushyönetimi ev piyasası üzerinde yeni hırsızlık enstrümanlarının oluşması için gerekli yasal düzenlemeleri de yaptı. Böylece varlık piyasalarını mali sermayenin “üçkâğıtçı” tezgâhına (eşik-altı kâğıtlara ‘AAA’ reytingi verip satanlara başka ne denebilir?) çevirdiler, tarihin en büyük kredi köpüğünü şişirdiler.

Geldik bu güne. Şimdi, karşımızda çok daha büyük bir köpük var ve patlıyor. Bu köpükten çıkacak havanın gideceği başka sektör de kalmadı. Ama Bay Bernake ve diğer merkez bankaları hâlâ üflüyorlar.

Yıkım kaçınılmaz

Kapitalist iktisatçılar arasında sistemin“gerçeğine” en çok Schumpeteryaklaşmıştı, “yaratıcı yıkım” teziyle. Bir kez aşırı üretim (kapasite fazlası) oluştuktan ve sistemi tıkadıktan sonra, bu fazla yok edilmeden yeni bir sermaye birikim hamlesi, büyüme dönemi başlayamıyor. Schumpeter, kapitalizmin kendini bu yıkım yoluyla yenileyen esnek bir sistem olduğunu vurguluyordu. Ancak insan faktörü sorun! Bu yıkımın sonuçlarına katlanmak istemeyen insan, yenilenme sürecini, savaşlara, devrimlere, darbelere vb. dönüştürmeye başlayabiliyor.

Schumpeter de “fazla üretimin”sorunun arkasındaki dinamiği anlamakta zorlanıyor ya da anlamak istemiyordu. Sermaye kendi genişleme sürecini destekleyecek ekonomik fazlayı (artı değeri) işçiye ürettirerek mülk edinemezse, bu kapasitesi gerilemeye başlarsa, ekonomi de yavaşlamaya başlıyor: Üretilen malların satışı (para ile değişerek, içindeki artı değerin/kârın ayrılması) geciktikçe yeni artığın üretilmesi de gecikiyor, bir taraftan yeni yatırımlar için kaynak oluşmazken, diğer taraftan verili kapasite atıl kalarak maliyetleri, işsizliği arttırıyor, ücretler azalırken talep düşüyor, mallar satılmada kalıyor… Artık karşımızda bir fasitdaire vardır.

Bu süreci, “boşlukları” (gecikmeleri) kredi ile doldurup bir süre uzatmak olanaklı. Sermayenin üretken alandan kaçarak, dolaşım alanında, spekülasyon alanında, bu kez birikmiş değerleri (ülkesinde ya da başka yerde) talan ederek birikmeye devam etmesi de… Ama kafası çalışan herkesin görebileceği gibi, birikmiş servetin talan süreci bir gün sona ermek zorunda. Gelecekte üretileceği varsayılan artı-değere güvenerek verilen kredilerin oluşturduğu sistemin, artı değer üretimi gerçekleşmeyince, içi boşalarak bir gün çökmesi de kaçınılmaz.

Şimdi bu noktadayız. Merkez bankaları piyasalara trilyon dolardan fazla likidite bastılar. Batan bankaların zararlarını kamunun üzerine alarak, köpüğün sönme sürecini zamana yaymaya çalışıyorlar. Bir taraftan, bu, en iyi olasılıkla, halkı, gelecek kuşakları uzun süreli, bir yavaş ekonomik büyümeye, yoksulluğa mahkûm edecek. Diğer taraftan, bu tedbirler artı değer üretimini yeniden canlandıracak koşulları yaratamaz. Kapasite fazlası yok olmak sorunda. Daha hızlı artı değer üretecek yöntemlerin, bu yöntemlerin üzerinde yükselecek yeni üretim etkinliklerinin bulunması gerekiyor. Geçen sefer,Taylorist, Fordist üretim teknikleri icat edilmişti. Otomotiv, uçak, ilaç sanayii, elektrikli eşyalar gibi sanayiler ortaya çıkmıştı. Ha, bir de yeni silah teknolojileri ve savaş yöntemlerine dayalı silah sanayii. Moralleri daha da bozmak istemem ama “kapasite fazlasının”, imha edilmesi de işte bu sonuncusuyla ilgili bir süreç olarak yaşandı…