Thursday, July 17, 2008

Geleceğe Dönüş - I & II

(Cumhuriyet 14.07.2008)

İngiltere ve ABD’nin, Zimbabwe’ye ambargo koyma çabalarını, son anda Rusya ve Çin engelledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı’nı soykırımla suçlamaya hazırlanıyor. İngiltere, petrol akışını aksatan isyancılara karşı, Nijerya’ya askeri yardımı teklif ediyor. Afrika’ya ilgi giderek artıyor.

Emperyalist yönetişim
Bush döneminin dünyaya, tek başına (müttefiklerine aldırmadan) biçim verme (imparatorluk) projesi tükenince gündeme yeni proje arayışları gelmeye başladı. Bu arayışlar içinde, “Avrupa ve Japonya ile birlikte, yanlarına 2. derecede güçlerden birkaç “demokratik” ülkenin de eklenmesiyle oluşacak, ABD liderliğinde bir blokun küresel yönetişim projesi giderek öne çıkmaya başladı.

Bu proje, Clinton döneminin “uluslararası topluluk” “insani müdahale” kavramlarına, bu kez Irak ve Afganistan deneyleri ışığında, dünyada şekillenmeye başlayan “çok kutupluluk” iklimi içinde, bir geri dönüş çabası olarak görülebilir.

Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama’nın dış politika seçeneklerini tartışırken (Cumhuriyet, 09/06/08), “gelen dış politikayı hazır bulur” dememin bir nedeni de bu “geri dönüşün” salt düşünsel değil kurumsal zeminin de bir süredir inşa edilmekte olmasıydı. Afrika’ya dönersem, bu çok değerli enerji ve mineral kaynaklarına sahip kıta, bu “blokun” yönetişim projesinin şekillenmesinin hem aracı hem de hedefi olacak gibi geliyor.
Princeton Üniversitesi, Woodrow Wilson okulunun Ulusal Güvenlik Projesi ortak direktörleri, Ann-Marie Slaughter ve John Ikenbery (bu zat, 2003 yılında CIA İstihbarat Konseyi başkanıydı) geçen cuma günü Financial Times’da yayımlanan ortak yazılarında, bu yeni “blokun” oluşmasına ilişkin tartışmaları çok güzel özetlediler.

Biraz Gramsci…
Daha önce de aktardığımız gibi iki tez yarışıyor: Cumhuriyetçilerin adayı McCain’in ve neo-con çevrenin Demokrasiler Birliği-DB (League of Democracies) tezi ve Demokrat Parti’ye yakın, geçmişte “liberal emperyalizmi” (“insani müdahale”) savunmuş çevrelerin Demokrasiler İttifakı -Dİ (Concert of Democracies) tezi. Salughter ve Ikenberry bu ikinci gruba ait. Ortak yazılarında, DB’nin aslında ABD’nin güç kullanmasını kolaylaştırmayı amaçlayan bir taktik olduğunu (revize edilmiş imparatorluk projesi de diyebiliriz) ileri sürdükten sonra, kendilerine ait Dİ projesini açıklamaya girişiyorlar.

Bu iki yazara göre Dİ’nin esas amacı, “küreselleşmeyi kurtarmak”, bunun için gerekli küresel yönetişim kurumlarını restore etmek, genişletmek ve güçlendirmek olmalıdır. Yazarlar, geçtiğimiz 50 yıl boyunca dünyada iki güç merkezi vardı diyorlar: Öncelikle Washington’da ama Londra, Paris, Bonn, Tokyo, Brüksel’de var olan “Batı Demokrasileri düzeni”. İkincisi, simgesel olarak BM Güvenlik Konseyi’nde merkezileşen “büyük güçler düzeni”. Yazarlara göre, dün mücadele demokrasiyle komünizm arasındaydı; şimdi de “dünya demokrasilerinin küresel yönetişimi yenilemek ve genişletmek için işbirliği yapması gerekiyor”.

Yazarlar, bu amaçla, Batı demokrasileri blokunu, Güney Afrika, Brezilya, Endonezya, Meksika, Şili, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerle genişletmeyi öneriyorlar.

Slaugher ve Ikenberry’nin önerileri, Gramsci’nin (sonra Poulanzas’ın) bir ülkede, hegemonya olgusunu anlatırken oluşturdukları betimlemeye (devletler düzenine tercüme edilmiş haline) çok benziyor(!): Bir lider sınıf fraksiyonu (burada ABD) etrafında oluşmuş iktidar bloku (Londra, Paris, Berlin Tokyo), bu blokun etrafında onu destekleyen sınıf ve zümreler (kimi “seçilmiş”, 2. sınıf ülkeler), en altta da, bu “destek sınıfları” aracılığıyla, bastırılan, yönetilen emekçi sınıflar (çoğu enerji ve kaynak sahibi ülkeler). Bunların ekonomik alanları “blokun” kullanımına açık tutulacak, direnenler, gerektiğinde bu blokun (belli ki destek ülkelerinden de devşirilecek) askeri güçlerinin ilgisine konu olacaklar.

Müdahaleye kurumsal kılıf: Koruma sorumluluğu
Ancak bu sürecin işleyebilmesi için, “bloku” bir arada tutacak, hatta oluşmasına önayak olacak bir amacın ve kurumlaşmanın (ideoloji ve onu üreten, maddeleştiren bir yer) varlığı gerekiyor.
Tam bu noktada, 2005’te kurulan ama bugüne kadar ölü taklidi yaptıktan sonra, tam Afrika büyük güçlerinin ilgisini çekmeye başladığı, ABD’nin AfricaCom’u kurduğu, Zimbabwe’ye askeri müdahale, Nijerya hükümetine askeri yardım olasılıkları tartışıldığı sırada ısıtılarak servis yapılan, “Koruma Sorumluluğu” (“Responsibility to Protect” “http://www.globalcentrer2p.org”www.globalcentrer2p.org ) adlı kurumdan söz edebiliriz.
BM bünyesinde kurulan “Koruma Sorumluluğu”nun WEB sitesine baktığınızda, ilk anda “hümanist” bir “fanteziyle” karşı karşıya olduğunuzu sanabilirsiniz. Ama siteyi dikkatle incelediğinizde, kurumun amacının şöyle tanımladığını göreceksiniz: “Bir devletin görevi halkını insan ürünü felaketlerden korumaktır. Bir devlet beceriksizlikten ya da kötü niyetten bu sorumluluğunu yerine getirmezse, sorumluluk uluslararası topluluğa geçer. Bu sorumluluk, diplomatik, yasal, barışı vb, son tahlilde de askeri yöntemlerle yerine getirilmelidir”. O zaman da ister istemez aklınıza, Roma İmparatorlukunun, başka krallıklara saldırırken gerekçe olarak sık sık bu “koruma” kavramına başvurduğu gelecek. Sonra da, bu kurumun, “insani müdahaleler” kavramı arkasına sığınan (bazen de sığınmayan) “liberal emperyalist” politikaların askeri operasyonlarına meşruiyet kazandırmaya çok yatkın bir yapılanma olduğunu düşüneceksiniz.
Nitekim İngiltere Parlamentosu, Avam Kamarası (seçilmiş temsilciler meclisi) Kitaplığı Uluslararası İlişkiler ve Savunma Bölümü’nce yayımlanan bir “araştırma notu”, bu kuruma tam da bu biçimde yaklaşıyor. Adele Brown imzalı yaklaşık 62 sayfalık “notun” başlığı, şüpheye hiç yer bırakmayacak kadar açık: “İnsani amaçlı müdahaleyi yeniden icat etmek: Koruma Sorumluluğu’na iki selam?”.

Adele Brown, araştırmasında “insani amaçlı müdahalelerin” tarihini irdeledikten sonra, “Koruma Sorumluluğu” kavramının, yükselen bir doktrin olduğuna dikkat çekiyor. Brown araştırmada, “egemenlik” kavramının tarihsel gelişmesini, son dönemde egemenliği, “sorumluluk” kavramıyla sınırlamayı amaçlayan yaklaşımları irdeliyor. Araştırma, bu kurumun amaçları ve kapasiteleri üzerine sürmekte olan tartışmaları özetliyor, Batı kavramı kapsamına girmeyen ülkelerin kaygılarına değiniyor. Ama sonuç olarak bu doktrini İngiltere’nin tüm önemli siyasi partilerinin benimsediğini, İngiltere hükümetinin doktrinin kabul edilmesine yönelik uluslararası çabaların başını çektiğini vurguluyor.

Özetle yeni “emperyalist blokun” altyapısını ve meşruiyet zeminini oluşturmayı bu kez İngiltere hükümetinin üstlendiğini görüyoruz. İngiltere hükümetinin Nijerya ama özellikle Zimbabwe ve bağlamında geliştirmeye başladığı yaklaşımları da bu bloku kurmak için gerekli ideolojiyi ve “olayı” hazırlamak çabaları bağlamında anlamlandırabiliriz: Hadi, “koruma sorumluluğumuzu” yerine getirip Zimbabwe halkını birlikte kurtaralım! Bu bağlamda “bilenler” konuşmaya başladılar bile. Örneğin, Bosna-Hersek eski “sömürge valisi”, Lord Ashdown, “Zimbabwe’ye yönelik bir askeri müdahalenin meşruluğunun savunulabileceğini” ileri sürüyor. (The Times, 26/06/08).

(Cumhuriyet 16.07.2008)

Pazartesi günü, ABD hegemonyasını, Clinton döneminin “uluslararası topluluk”, “insani amaçlı müdahale” kavramlarına dönerek, bir “emperyalist yönetişim projesi” üzerinde anlaşan blok oluşturarak restore etme çabalarından söz etmiş, çok değerli enerji ve mineral kaynaklarına sahip Afrika kıtasının, hem bu projenin oluşması sürecinde katalizör hem de hedef olacağını ileri sürmüştüm.

Eğer, ABD- İngiltere ekseni, “uluslararası topluluğu”, “kurtarma sorumluluğu” konsepti bağlamında, bazı Afrika ülkelerine doğrudan müdahale etmeye ikna edebilirse, hem ABD “liderliğini” yeniden kanıtlamış, hem de müdahale edenler bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Birincisi, klasik emperyalist güçler Afrika’ya doğrudan müdahale etmeye başlayabilecekler. İkincisi, emperyalist ideolojinin, sömürge siyasetini meşrulaştıran en önemli iddiasına geri dönülmüş olacak: Siyah adam çocuk gibidir, kendi kendini yönetemez. Beyaz adam bu sorumluluğu yüklenmelidir.

Bu müdahalelere hedef olabilecek iki ülke belli olmaya başladı. Bunlardan biri Zimbabve, diğeri de pazartesi günü Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından, devlet başkanı, ülkedeki meşru muhalefet güçlerinin itirazlarına, uluslararası gözlemcilerin ve uzmanların, “krizi daha da derinleştirir iç savaşa yol açar” itirazlarına karşın “soykırım” gerçekleştirmekle suçlanan Sudan. ICC’nin, 10 yıl önce kurulduğundan bu yana hep Afrika ülkelerini hedef almış olmasının olası etkilerini, petrol kaynaklarıyla ilgisini bir başka yazıya bırakıp, burada kısaca Zimbabve’ye bakmak istiyorum. Çünkü Zimbabve önce destabilize edildi, bir iç siyasi ekonomik krize itildi, sonra hedef tahtasına çıkarıldı. Sürekli, sömürgecilikten söz eden bir liderliğe sahip olması da Batı açısından ayrıca can sıkıcıydı.

Sömürge mirası üzerinden zorla kriz…
Afrika’da sömürge sistemi çökerken, şimdiki Zimbabve’de iktidarı elden kaçırmak istemeyen beyaz azınlık (yerleşimciler) 1965’te Ian Smith’in önderliğinde bağımsızlık ilan ettiler. İngiltere sömürgesini kaybetmiş olmasına karşın askeri bir müdahaleyi gündemine almadı. Ancak siyah halk Zanu ve Zapu örgütleri yoluyla bir ayaklanma, gerçek bir bağımsızlık savaşı başlattılar. Bu örgütler bağımsızlığı 1980’de kazandı ve ülkenin yönetimi siyahların eline geçti. Ancak, yeni devletin kuruluşu sırasında liderlik, nüfusun yüzde1’ini oluşturan beyazların elindeki, ticari olarak önemli toprakların yüzde 70’ini kapsayan mülkleri kamulaştıramadı. Diğer bir deyişle bağımsızlık savaşının en temel ekonomik talebi karşılanamadı, dahası potansiyel bir siyasi sorun kaynağı olarak hep gündemde kaldı.

1998 sonunda ülkenin ekonomik koşulları ağırlaşır, IMF de facto bir ambargo uygulamaya başlarken bu toprak reformu, bu kez iktidar partisinin muhalefet karşısında gücünü koruma çabasının bir parçası olarak yeniden gündeme geldi. Gelmesiyle birlikte başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batı’nın, Zimbabve’ye tavrı hızla sertleşmeye başladı. Mugabe hükümeti 2000 yılında sömürgecilikten kalma yerleşimci beyaz çiftçilerin ellerindeki toprakları alıp siyah köylülere dağıtmaya başladı.

Sömürgeciler geri gelmeye hazırlanıyor…
Batı basını zaten otoriter eğilimlerinden, yolsuzluklarından dolayı kolay bir hedef olan Mugabe’yi yeni-Hitler olarak sunmaya başladı. Ancak Mugabe, o sıralarda gündemde olan ikinci yeni Hitler adayı Saddam’ınkinden çok farklı bir rejimin üzerinde duruyordu. Örneğin 2001’de ABD Temsilciler Meclisi Zimbawe Demokrasi ve Ekonomik Kurtarma Yasası’nı geçirdiğinde, ABD Kongre üyesi, Cynthia McKinney, “Neden genelde demokratik özellikler gösteren bir Afrika ülkesine ambargo uygulamak istiyorsunuz” diye soracak ve ekleyecekti, “Zimbabve Afrika’nın iki demokrasisinden biri. Çok partili rejimi, parlamentosunda muhalefet grubu, yönetimi kıyasıya eleştiren bir basını ve bağımsız yargıçları var”...

Ancak ok yaydan çıkmıştı. Batı hükümetleri ve uluslararası kurumlar Zimbabve’ye ekonomik yaptırımlar uyguladılar, dış kredi kaynağını kuruttular, yabancı yatırımcıları korkuttular ve ülkedeki krizi kaosa ittiler.

Geçen mart ayında yapılan parlamento ve başkanlık seçimlerini Mugabe kaybetti. Ancak iktidarı terk etmiyordu. Böylece yönetimin ülke içindeki meşruiyeti hızla aşınmaya, zaten çok yaşlı olan Mugabe’nin rejimi çöküşe doğru hızla ilerlemeye başladı. İşte bu noktada Batı ikinci önemli müdahaleyi yaparak muhalefet lideri Tsvangirai’yi tabanda, çoğunluğu kendisini destekleyen halka dayanarak demokratik ve kitlesel eylem yollarıyla mücadele etmektense, Mugabe hükümetini soykırımla suçlayarak Batı’ya sığınmaya ikna ettiler. Böylece yukarıda değindiğim bir taşla iki kuş vurma şansı oluştu. Batı, özellikle İngiltere ve ABD, Zimbabve’ye doğrudan müdahale edebilecek. İkincisi, Zimbabve halkı devreden çıkarılarak pasifleştirilecekler, demokratik kültürlerini geliştirme şansı ellerinden alınacak, yeniden “çocuklaştırılacaklar”. Böylece geçmişte sömürgeciliğe baş kaldırmış olan bir halk daha ezilmiş olacak. De nobis fabula naratur!

No comments: