Thursday, May 08, 2008

Şaşkınlıkların Zamanı...

Başbakan'ın "Ayaklar baş olursa kıyamet kopar " sözleri AKP yörüngesindeki liberal entelijansiyanın halka anlattığı hikâyedeki, demokratik AKP fantezisini ayakta tutan kurguyu çözmüştü. " Halkın huzurunun bozulmaması için " alınan tedbirlerle, "sabahın 5'inden itibaren hiçbir kayda değer olay olmadan" başlayıp biten 1 Mayıs bu çözülmeyi hızlandırdı. Tüm bunlar olurken liberal entelijansiya arasında garip bir şaşkınlık havası vardı. Başbakan'da da öyle. Başbakan önce "başlar ve ayaklar " denklemine gelen tepkiye çok şaşırdı; sonra da sendikaların 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama konusunda bu kadar ısrarlı olmalarına...

İkimiz bir fidanın...

Bu şaşkınlıkların bir ortak noktası var: Aydınlanma geleneğine (akılcılığa) düşmanlık. Birincisine göre akılcılığın, sınıf, ekonomi, hakikat gibi evrensel kavramlarla üretilen, " büyük ve bütünsel söylemlere" dayanan toplumsal değişiklik çabaları, totaliter rejimlere yol açarlar. İkincisine göre, insan aklı eksiktir, hakikatin kaynağı maddi dünyanın dışındadır. Bu benzeşmedeki ironi sanırım sizin de dikkatinizi çekti: Liberal entelijansiya, Aydınlanma'nın maddeci, usçu geleneğinden, "büyük söylemlerden" kaçarken, demokrasiyi savunmak adına gitti, biri "Aydınlanma" öncesinin, öbürü de 1968 sonrasının, en " büyük, bütünsel söylemlerini" (siyasal İslam ve küreselleşmecilik) birleştiren bir siyasi partinin kucağına oturdu.

Başbakan'ın "a yaklar ve başlar " söylemine, sendikaları anlamakta çektiği zorluğa dönersek, bence bunların sırrı Murat Belge' nin dile getirdiği şu kaygıda gizli: "12 Eylül askeri rejiminin DİSK'i yargılayan sıkıyönetim askeri savcısı Süleyman Takkeci bile, iddianamesinde bu 'ayaklar-başlar' deyimini açıkça kullanmanın ayıp kaçacağını düşünebiliyor da, Başbakan neden düşünemiyor?" (25/04/08)

Aydınlanma'nın "hakikat rejiminde" egemenliğin kaynağını halk iradesi oluşturur. Bu nedenle egemen sınıf, hangi rejimle yönetirse yönetsin, her zaman "halk iradesine dayandığını" iddia eder; meşruiyetini burada arar. Kapitalist sınıf, halk olarak doğmuşluğunun, ulus devletin kurucusu olmanın mirasını korumaya özen gösterir. Bir toplumda Aydınlanma'nın "hakikat rejimi" egemense, orada egemen sınıfın ideolojisi halkı kazanmaya, yüceltmeye ilişkin öğeler içerir, halkı korumaktan, ona hizmet etmekten söz eder. Bu durum halktan, emekçilerden yana güçleri açısından önemli olanaklar sunar. Kapitalizme, diktatörlere karşı mücadelenin siyasi söylemi, Aydınlanma'nın "hakikat rejimi" içinde, en ağır baskı koşullarında bile üretilebilir.

Ayaklar, başlar ve kıyamet

Dini "hakikat rejimi" farklıdır. Bu "hakikat rejiminde" tüm insanlar Tanrı'nın kuludur. Ama Tanrı kullarıyla doğrudan ilişki kurmaz, onlara yapmaları gerekenleri doğrudan söylemez. Bu "iletişim boşluğu" , bir seçkinler tabakası tarafından doldurulur. Kendilerini bu "kulları" yönetmekle yükümlü, seçilmiş insanlar olarak gören seçkinler açısından, halk, siyasi gücün kaynağı değil hedef nesnesidir; kullar sürüsüdür . Bu "rejimde" asla mücadele hedefi olmayacak olan "şey" Tanrı'dır, diğer bir deyişle egemen sınıfın iktidarının meşruiyetinin zemini... Bu rejimlerde yönetenlere karşı çıkmak, "Tanrı'ya karşı ayaklanma" olacaktır; " ayakların baş olmaya kalkması kıyametin ta kendisidir" . Bu "hakikat rejimine" ait bir akımın, siyasi yelpazenin demokrasi tarafında yer alması, nasıl söz konusu olabilir? Dini "hakikat rejimi", kapitalizm, işçi sınıfı gibi kavramları dışladığı için, Başbakan da, işçilerin sınıf çıkarını dile getirme taleplerini ve haklarını, 1 Mayıs olayını, "anlamlandıramaz", "neden böyle direttiklerini" anlayamaz, şaşırır.

Söz şaşkınlıktan açılmışken, benim de kafamı kurcalayan sorular var. Erol Manisalı hocamız aktarıyor: 29 Nisan akşamı, bir kanalda Bülent Eczacıbaşı, şunları söylüyormuş: " Turgut Özal başbakan iken TÜSİAD'ın toplantısına katılmıştı. Ben, yaptığım konuşmada Türkiye için sanayileşme stratejisine ihtiyaç olduğunu anlattım. Toplantı bittikten sonra çıkışta Turgut Özal yanındakilere, şu genç işadamları da kafalarına sosyalist planlamayı takmışlar diye yakınıyordu."... Ertesi gün Cumhuriyet'te Mustafa Koç 'un gümrük birliğiyle ilgili yakınmaları vardı: O zaman karşı çıkmışlar, ama "Koç grubu gümrük duvarlarının arkasına saklanmak istiyor" denilmiş. Kararları birileri alıyormuş, biz uyguluyormuşuz. Türkiye için zararlı olmuş.

Koç ve Eczacıbaşı gibi grupların dahi üzerindeki bu iktidarın kaynağı ne? Yoksa burası bir tür sömürge mi oldu kimse farkına varmadan? Bu yüzden mi emperyalizmden, ulusal çıkardan söz etmek ayıp sayılıyor? Sakın, bu yeni âdetle, 'Yedi Düvel' in, AKP'yi demokrat ilan etmesi arasında bir ilişki olmasın? Ha, bir de bu itiraflar niye? Yoksa, sandığımızdan çok daha derin bir krizle mi karşı karşıyayız?

No comments: