Sunday, March 30, 2008

Kapitalizm, Kriz: Olasılıklar ve olanaklar

(Emek Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen konferansta yaptığım sunuş, 29 Mart 2009)

(Konuşma notları ham metni)

Dünya ekonomisi “1929’dan bu yana en tehlikeli mali kırılmayı” yaşıyor. Bu mali kırılma
Bir taraftan 1970’lerde egemen sermaye birikim rejiminin tükenmesiyle başlayan “yapısal krize”, diğer taraftan, 1980’lerde başlayan büyük Restorasyonun çözülme sürecine ait bir “olay”. Ve bu çözülmenin özel bir “aşamaya” ulaştığını, insanlığın bir kez daha bir yol ayrımına geldiğini düşündürüyor.

Bu çözülme hem, kapitalizmi aşma, eşitliğe özgürlüğe açık gelecekler tasarlama çabalarına yeni olanaklar yaratacak. Hem de bu olanaklara karşı gerici bir tepkiyi, yeni bir “barbarlık” dönemi olasılığını da gündeme getirebilecek.

Bir üçüncü yolun, geçmişin ulusal Keynesyen ekonomik modellerine, sınıf uzlaşmasına dayalı refah devletine dönmenin bu günün kojonktüründe çok zor olduğunu düşünüyorum. (İşçi hareketinin, sosyalist tehdidin yokluğu; kitlesel üretim birimlerinin krizi, Küreselleşme gibi güçlü etkenler var)

-I-
Önce, bu günkü krizin arka planına, 1980’lerde başlayan Restorasyona kısaca değineceğim.
► Restorasyon, insanın kaderini, piyasanın “gizli eline” adeta denetleyemediği metafizik güçlere bırakmayı amaçlıyordu. Aynen, Aydınlanma “olayı” ve kapitalizm öncesinde insanın kaderini tanrının, ama aslında onun sözcüleri olduğunu iddia edenlerin eline terk eden toplumsal düzenlerde olduğu gibi.
► Bu yüzden Restorasyon, "toplumsal gelişme" düşüncesinin, usçuluğun, bilimsel düşüncenin temelini, atan Aydınlanma “olayına” yönelik bir düşmanlıkla birlikte gelişti.
► Restorasyon’un, insanın “yaşam dünyasını”, eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğini, tarihin akışını değiştirerek yeni başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin Aydınlanma geleneğine tahammülü yoktur.
► Restorasyon zenginlerin iktidarının doğal ve mükemmel, eşitsizliğin gerekli olduğuna inanır. Karşıtlarını ya popülizmle ya da Jacobinizmle suçlar.
Restorasyon süreci boyunca,
♦ İkinci dünya savaşı sonrasında
Kitlesel sendikal hareketin, sosyal demokrasinin, komünizm korkusunun ve aşırı üretim eğiliminin basıncıyla şekillenen
Keynesyen refah devleti, dolayısıyla sınıf uzlaşması terk edildi.
Emekçilerin kazanımlarına yönelik büyük bir saldırı düzenlendi.
♦ Gelişmekte olan ülkelerde de ulusal kalkınma politikalar terk edildi, emperyalist liberalizmin egemenliği kuruldu.
♦ Merkez sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sitemi yıkılırken kaybettiği egemenliği, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya bankası, eliyle, restore edildi.
♦ 1970’lerde ekonomik kriz, Vietnam savaşı gibi etkilerle gerileyen ABD hegemonyası, 1980’lerde Reagan yönetimi altında restore edildi…
♦ Nihayet, post-modernizmin de katkısıyla, sınıf mücadelesi düşüncesi siyasi ontolojinin merkezinden kovuldu. Boşalan yer dini temelde betimlenen uygarlıklar çatışması düşüncesiyle, etnik aidiyetlere dayalı milliyetçi projelerle doldurulmaya çalışıldı.

Restorasyon, bu yeni düzende, “herkesin kazanacağını” iddia etti. Ama gerçekte, Restorasyon sermayeye açık küresel, birleşik, bir avlanma alanı oluşturmayı amaçladı. Buna karşılık insanlığı ülkelerin, bölgelerin, kentlerin içinde ve arasında, ekonomik, etnik, dinsel, ulusal temellerde, sınırlarla, duvarlarla, dikenli tellerle, askerle, polisle, bölmeyi hızlandırdı.

Vatandaşlık, sınıf aidiyetleri gibi birleştirici öğeleri yıkmak için elinden geleni yaptı.
Restorasyon ulus devletin gücünü yitirdiğini iddia etti. Gerçekteyse, ulus devlet toplum içindeki uzlaştırma işlevini terk ederek toplumun üstündeki yerine geri dönmeye başladı.

Bu arada, ABD gibi emperyalist devletlerin saldırganlaştığını, insan haklarını, hatta onurunu hiçe saydığını gördük; büyük güçler dengesinin oluşmaya başladığına şahit olduk.

1989’da, Restorasyon, tarihin sonuna geldiğimizi iddia etti. Ama aradan on yıl bile geçmeden, Hem tek kutuplu dünyanın, hem de “tarihin sonunun” birer fantezi olduğu ortaya çıktı. Artık restorasyon tükenmişti ve çözülüyordu.

1- Soğuk savaş bitince önce Batı bloğu çatladı, sonra Avrupa Birliği, Rusya ve Çin yeni büyük güçler olarak yükselmeye başladılar.
2- Dünyada Merkez ülkelerin egemen kapitalizmine açık birleşik avlanma alanı yaratma çabası, neo-liberalizm- 1997’de Asya kriziyle ilk darbeyi yedi. Patlayan borsa köpükleri 2001 başında, kapitalizmin krizinin gerçeğini, aşırı üretim/yetersiz talep sorununun aşılamadığını gösterdi; 1929 buhranının hayaleti dünya piyasalarında dolaşmaya başladı
3- Küreselleşmenin, böldüğü insanlık, etnik, ulusal, dini çelişkilerle birbirine girmeye, ABD’yi ve Avrupa’yı ekonomik ve güvenlik açısından tehdit etmeye başladı.
4- Restorasyona karşı tepkiler güçlenerek, 1999-2001 arasında dünyanın gündemine oturdu… “Bastırılan” yeniden geri geliyor yeni bir dalga başlıyodu. Kitleler dünyanın başkentlerinde sokaklardaydı. Kapitalizm yeniden sorgulanıyordu.
Bu koşullarda, çözülmeye başlayan Restorasyonu, kurtarma çabaları bizi bugünkü konjonktüre getirdi.

Birincisi 2001 resesyonunda, büyük bir mali genişlemeyle depresyonu erteleme çabasıydı
İkincisi, kaçan tek “kutuplu dünya” anını, 11 Eylül saldırısının yarattığı şoktan yararlanarak, yeniden, bu kez askeri güce dayanarak yakalamak çabası. ABD Afganistan’a ve Irak’a saldırarak, enerji kaynaklarını ele geçirmeye, askeri gücünün rakipsizliğini kanıtlayarak yarı resmi bir imparatorluk kurmaya çabalıyordu.

Yaklaşık beş yıl sonra bu çabaların tükendiğini, daha önemlisi çözmeleri beklenen sorunları daha da ağırlaştırdıklarını görüyoruz.

-II-

Şimdi ben bu tükenişin esas olarak ekonomik yanı üzerinde duracağım
Önce somut gelişmelere, sonra bunlarla kapitalizmin gelişme eğilimleri arasındaki ilişkiye, son olarak da uzun tarihsel süreçteki yerine bakacağım.
1) Somut gelişmeler: ABD ev piyasalarında başlayan mali bir sarsıntı, hızla, kredi piyasalarına, oradan bankalara, bankalardan banka dışı mali piyasalara sıçradı. Avrupa’ya bulaşmaya başladı. Bu sırada dünya borsaları arasındaki senkronizasyon güçlendi dalgalanmaların şiddeti arttı, 70’yılın en yüksek düzeyine ulaştı.

ABD ekonomisi resesyona girdi, İngiltere giriyor, Almanya Japonya ekonomileri sallanıyor… Dünya ekonomisi yavaşlıyor, enerji ve emtia fiyatları durgunluğa rağmen yükseliyor.
ABD – AB merkez bankaları ilk aşamada piyasalara bir triyon dolardan fazla para bastılar, FED Faizleri altı kez indirdi. Kredi piyasalarındaki güven sorunu aşılamadı.

Diğer bir değişle son 30 yılın olağan çözümleri işlemiyor. FED 1929’dan bu yana ilk kez banka sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarmaya başladı. Tüm eşik altı konut kedilerinin, batık bankaların geçici olarak devletleştirilmesi, mali piyasaların yakından denetlenmesi gündemde. FT’den Martin Wolf “serbest piyasa rüyası” öldü diyor.

Peki ne oluyor? 1990’da 100 milyar dolar düzeyinde seyreden kredi ve türev piyasalarının hacmi, 2007 de 516 trilyona dolara ulaşmıştı. Bu köpük delindi. Kredi piyasası hızla daralıyor.
Gündemde üç gelişme var:

i. Bazı büyük bankalar batacak, bazıları birleşecek, heç fon piyasası büyük ölçüde temizlenecek. Trilyonlarca dolarlık sermaye devalüe olacak!
ii. Kredi piyasasındaki daralma, reel ekonomiyi etkileyecek o da, kredi piyasasını. Böylece bir fasit daire oluşacak kriz durgunluğu, durgunluk krizi besleyecek
iii. Artan işsizlik ve yoksullaşma, dünyanın emekçilerinde büyük refah kaybına neden olacak.

2) Kapitalizmin eğilimleri: Kar oranları düşme eğilimi, 1950-70 döneminin egemen sermaye birikim rejimini sınırlarını delerek yeniden kendini dayatmaya başlayınca, egemen kapitalizm dünya çapında bir krize girdi. Bu krizin dışa vurumu olan aşırı üretim-eksik tüketim sorununun, 1970’lerden bu yana aşılamaması, krizin yapısal olduğunun gösteriyordu.
Bizi bu günkü duruma, sermaye sınıfının bu krize karşı geliştirdiği tepkiler, siyasi refleks getirdi.

Özetle:
i. Kar oranları gerilemeye başlayınca sermaye, birikmeye devam edebilmek için dolaşıma, spekülasyona kaymaya başladı.
ii. Hükümetler, sömürü oranını arttırmak için işçi sınıfının sosyal haklarına, kurumlarına ücretlerine saldırdı. İşçi sınıfının tüketim kapasitesi daralmaya başladı.
iii. Sermaye, aşırı üretim, talep yetersizliği sorununu aşmak, kaynak maliyeti sorunu hafifletmek için, ihracat ve dış yatırımlar yoluyla başka coğrafyalara göç etmeyi hızlandırdı.
iv. Bu iki süreci desteklemek için finansallaşma, iletişim, veri işlem teknolojilerinin gelişimi hızlandı. Talep yetersizliğini aşmada kredi mekanizması önem kazandı:

Sonuç

a) Sermayelerin, mali devreler, yeni teknolojiler, tedarik zincirleri yoluyla yoğunlaşan uluslararası bütünleşmesi, kırılganlığı ve bulaşıcılık eğilimini arttırdı.
b) Finansallaşma, gayrimenkul ve kredi köpüğüne dönüştü. Sonra bu köpükler delindi
c) Şimdi, kredi hacmi daralırken, talep doğal sınırına, ücret, kira ve kar gelirlerine daralıyor, emekçileri büyük refah kayıpları bekliyor.
d) Aşırı üretim, talep yetersizliği sorunu yeniden öne çıkıyor

Bu ortamda üç dinamik çok önemli
a. Devletlerin kaynak dağıtma kapasitesi giderek önem kazanıyor: Sermaye grupları arasında devletten yararlanma savaşı sertleşiyor.
b. Hammadde, enerji kaynaklarını denetleme, piyasaları rakiplerine karşı koruma refleksi yeniden güçleniyor- büyük güçler arası siyasi kültürel askeri rekabet keskinleşiyor.
c. Emekçi sınıfları denetim altında tutabilmek için, yeni yasalar, teknolojiler, sınıf mücadelesinin önünü kapatacak, bölünmüşlüğü güçlendirecek, dini, etnik kimlik siyaseti körükleniyor.

Bu kez bir de hızlandırıcı etken var: Küresel ısınma, su ve gıda kaynaklarını daraltarak, rekabeti daha da yaşamsal hale getiriyor. Kapitalizmin üretim ve tüketim modelinin sürdürülemeyeceğini gösteriyor.

3) Peki Kapitalizmin tarihi açısından neredeyiz:
a. Yapısal Krizin bir düzenleme ve finansallaşma dönemi (neo-liberalizm-küreselleşme) son eriyor: Kriz tüm birikmiş sorunlarıyla birlikte kendini dayatıyor.
b. Örneğin 1873 de başlayan krizi, emperyalizm, sömürgecilik, mali genişleme, yeni teknolojilerle aşma süreci 1929’da çöktü: Mali kriz depresyona dönüştü ve nihayet bir hegemonya değişimi süreci başladı
c. Ama o sırada, işçi hareketinin, Paris Komünü yenilgisini izleyen yaklaşık 40 yıllık durgunluktan çıktığını, yeni bir teorik, kültürel ve örgütsel atılım başlattığını görüyoruz: Lenin, Rosa, Troçki, Bukharin Gramsci: Emperyalizm teorisi, hegemonya teorisi, devlet-parti teorisi, Sovyetler, yeni devletler vb…
d. Şimdi yine böyle bir yenilenmeye uygun bir döneme giriyoruz diye düşünüyorum. Ama şunu unutmamak gerekir. 20. Yüzyılın başında yenilenen hareket bir önceki dönemin hem devamıydı hem de yaratıcılığıyla onu aşıyordu: Gramsci’nin “kapitale karşı devrim” sözlerini, Parti devlet yapılarını, cephe örgütlenmelerini, anımsayalım.

Bu kez de hem geçmişin devamı olmak hem de onu, tekrarlamaya kalkmadan yaratıcı bir biçimde aşmayı başarmak gerekiyor. Başarısızlığın faturası tüm insanlık açısından çok ağır olacak! Çünkü bu kez kriz, hızlandırıcı, küresel ısınma etkeninden dolayı bir “uygarlık krizine” dönüşmüş durumda…

Thursday, March 20, 2008

Bir 'İlginç' Haftadan Öbürüne - II

(Cumhuriyet 19.03.2008)

"Bu kriz 'o kriz' mi" sorusuna cevap ararken, yeni " topludurumun" (konjonktürün), ekonomik istikrarsızlıkların derinleşmesine ek olarak, siyasi, ideolojik dönüşümlere yol açacak özellikler taşıyan bir boyutunun da olması gerektiğine işaret etmiştik... Böyle bir boyutun zamanın ruhunu etkileyen yankılanmaları da olması gerekiyor.

Pazartesi yazımda değindiğim gibi, mali piyasalarda yaşanan sarsıntılar, "yapısal krizin" içinde yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor. Bu aşamada, krizin içinde şekillenmeye başlayan yeni bir siyasi-ideolojik boyutun zamanın ruhu üzerindeki kimi yankılarını da görmeye başlıyoruz.

Hegemonya ve güven sorunu
Bu yeni "aşamanın" Irak savaşının yıldönümüne gelmesinde de tarihsel bir ironi sezmemek olanaksız. Beş yıl boyunca dünyanın dikkati ABD'nin üzerinde yoğunlaşmıştı. "Herkesin" ABD ile meşgul olması, onun hegemonyasının en büyük kanıtıydı. Ancak ABD bu kadar çok tartışılır olunca, hegemonyanın zaafları da o kadar çok dikkat çekmeye başladı.

Neo-con'ların, ABD hegemonyasını askeri güce, yalnız davranma kapasitesine dayanarak restore etme projesi, beş yıl boyunca, her aşamada, askeri gücün, yalnız davranma kapasitesinin sınırlarını gözler önüne serdi. Dahası, ABD'nin, dünyada istikrarın ve güvenliğin garantisi "lider ülke" imajının yerine, projelerinde başarısız, uluslararası yasalara, yerleşik meşruiyet kurallarına saygısız, sakar, hatta tehlikeli (adeta "haydut devlet" ) imajı egemen olmaya başladı.
Bir yıldır, bu kez dünya ekonomisi bağlamında, öncelikle ve esas olarak hep ABD ekonomisini tartışıyoruz. Bu ülkenin ekonomisine ilişkin en ufak gösterge, siyasetçilerinin, hatta büyük şirketlerinin yöneticilerinin demeçleri piyasaları etkiliyor, dünya medyasını meşgul ediyor. ABD ekonomisinin kaderinin adeta dünya ekonomisinin kaderi olduğu bir kez daha bilinçlere çıkıyor: ABD hegemonyasının ekonomik bileşeni her yerde hissediliyor, zaafları da...

Mali kriz ilerledikçe doların önde gelen dövizler karşısındaki gerileme süreci daha da belirginleşiyor. ABD ekonomisinin borç yükü, ekonomiden sermaye kaçmaya başladığına ilişkin veriler (yabancı sermaye girişi 2006'da 772 milyar dolardan 2007'de 596 milyar dolara geriledi) dikkat çekmeye başlıyor. Yabancı yatırımcılar paralarını çektikçe, doların düşüşü, altın ve petrolün fiyatının çıkışı hızlanıyor.

Dahası, "eşik altı" konut kredilerine dayanan, ama ABD sigorta şirketlerince, bol keseden sigorta edilen, reyting şirketlerince AAA notu verilen menkullerin içinin boş olduğu görülüyor; ABD mali sisteminin, dünyanın geri kalanını kandırdığına ilişkin bir algı oluşuyor; "Dünyanın her yerinde bankalar ABD'nin tüketimini finanse ettiği borçlarının gerektiğinde ödenmeyebileceğini öğreniyor" ( The Japan Times , 10/03/08). Böylece ABD ekonomisine, yönetimine, ekonomisinin " marka ismi ", hegemonya simgesi "mali kurumlarının kalıcılığına olan güven hızla sarsılıyor" ( Wall Street Journal , 09/03). ABD hegemonyası yerine " ABD beceriksizliği yükseliyor" ( Slate ,15/03), ekonomik modeline ilgi azalıyor.

'Zamanın ruhu' artık küreselleşme değil!
Ekonomik krizin etkileri zamanın ruhunda da yankılanıyor. Örneğin, piyasalar kendi kendini denetler savı terk ediliyor, ABD yönetiminde mali piyasaları denetleme, şirket zararlarını üstlenme, "talep yönetimi" politikaları geliştirme eğilimi güçleniyor.

Gelişmiş ülkelerin mali, ticari pazarlarını korumakla yükümlü IMF, kredi köpüğü patlar, kapasite fazlası sorunu gündeme gelir, ihracatı arttırmak yaşamsal bir önem kazanırken gelişmekte olan ülkelere ihracata dayalı bir büyüme politikası önermekten vazgeçiyor. Aksine IMF, bu ülkelerin rekabet arttırıcı döviz politikaları uygulamalarına, ihracatlarını arttırmalarına engel olmaya hazırlanıyor ( Caliari , www.ideaswebsite.org 26/03/08).

The Moscow Times' da AB ve Rusya hükümetlerinin gündemindeki korumacı uygulamaları aktaran bir yorum da "pazar koruma" eğiliminin hızla güçlenmekte olduğunun bir diğer örneğini oluşturuyor.

The Economist 'in bu hafta, Çin'le ilgili bir yorumuna "Yeni Sömürgeciler" başlığını atması da zamanın yeni ruhuna çok uygundu. Kriz içinde salt ihracat piyasaları değil, hammadde, enerji kaynakları üzerinde de rekabet kızışıyor. Kurumsal hafızası klasik sömürgeciliğe kadar uzanan The Economist de, "yavuz hırsız" misali Çin'i suçlamaya başlıyor. The Economist 'in telaşı ise bize başka bir gerçeği gösteriyor: Rakipsiz askeri gücüne karşın ABD, gereksinimi olan hammadde, enerji tedarikini, mali gücüyle, piyasa yoluyla güvenlik altına alamıyor ( Shlapentokh , US Enters "checkbook war" with China, The Asia Times , 15/08).

Uzun bir süredir "zamanın ruhunu" artık "küreselleşme" temsil etmiyordu. Krizin yeni aşaması bu gerçeği vurguluyor! Bir de ABD hegemonyasını restore etmenin artık olanaksız olduğunu...

Tuesday, March 18, 2008

Çok 'İlginç' Bir Haftadan Öbürüne...

Dünya ekonomisinde, özellikle mali piyasalarda "ilginç" bir haftayı geride bıraktık. Sıradan bir mali düzeltme yaşandığını savunarak neoliberal küreselleşmeye imanı canlı tutmaya çalışanların geçen haftadan sonra artık söyleyecek bir şeyleri kalmadı.

İngiltere'nin önde gelen yatırım bankalarından Lombard'ın pazarlama stratejisti Michael Taylord, The Independent 'in aktardığına göre (16/03), yakın zamana kadar iyimserliğini korumaya çalışıyordu ama cuma günü, "Hepimiz 1970 tarzı bir krizden söz ediyorduk. Ancak gün geçtikçe durum daha çok 1930'lara benziyor...nerede biteceğini kimse bilmiyor. Bu kendi kendini besleyen bir felaket" diyormuş. Goldman Sachs'ın bir borsa işlemcisinin sözleri de bu haftanın neden ilginç olacağını gösteriyor: "Herkes tam anlamıyla şok geçiriyor, olanları şaşkınlıkla seyrediyor. Kimse, bırakın işlem yapmayı konuşmak bile istemiyor; öyle durup bekliyoruz. Yarın borsalar açılınca neyle karşılaşacağını bilemediğinden herkesin sinirleri çok gergin. "

Gerçekten de, geçen haftaya kadar kriz, eski IMF başekonomisti Rogoff 'un, cuma akşamı Bloomberge TV 'de dile getirdiği gibi, " Bir tren kazası filmindeki yavaşlatılmış görüntüler gibi gelişiyordu ". Derken, görüntülerin hızı değişmeye başladı...

'Tarihin en büyük mali krizi'
Bence de, bu "henüz" abartılı bir saptama ama son haftalarda, uluslararası medyada giderek daha sık yer alıyor. Bir Washington Post yorumuna göre, " Büyük buhrandan bu yana tarihin en ciddi krizine dönüşmeye başlayan durumun karşısında Fed sınırsız bilançosunu, tarihte hiçbir dönemde görülmemiş bir çapta para basmakta kullanıyor " (12/03). New York Times 'ta yazan Prof. Krugman 'a göre, "Fed'in giderek tarihin en büyük mali krizi gibi duran gelişmeler karşısında yapacağı çok fazla şey yoktu ". Londra'daki Independent Staregy'nin genel müdürü David Roach 'a göre, "Dünya ekonomisi, uzun süreli, yarı-resesyon, yapışkan enflasyon dönemine giriyordu, ama büyük bir hata yapılmazsa, 1930 tarzı depresyona dönüşmez" . Geçenlerde Türkiye'ye de gelen Prof. Rubini ise Bear Stern'in çöküşünün, " mali erimeye doğru 12 adım " tezini desteklediğini, " Bir veya birkaç büyük mali kuruluş çökmeye başlar " diye tanımladığı "9. Adım" a tam olarak uyduğunu yazıyordu (14/03). Financial Times 'tan Martin Wolf da zaten, Rubini'ye itiraz ederken artık eskisi kadar iyimser değil (11/03).

New York Post , " ABD ekonomisi çökecek korkusunun " yayıldığını aktarıyor, NBER (Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu) Başkanı, Harvard'dan Prof. Martin Feldstein , " ABD ekonomisi şimdi resesyondadır ve bu II. Dünya Savaşı'ndan bu yana gördüğümüz en büyük resesyon olabilir " (New York Post , 14/03) diyordu. Bloomberg TV'de konuşan Rogoff'a göre, " bu uzun süredir gelmesi beklenen mali krizdi " (Rogoff'un, hakikati açıklayacak şaman anlamında "Big Kahuna" kavramını kullanması da ayrıca ilginçti). " Bütün etkenler birden harekete geçmişti ".

Bütün etkenler birden...
Gerçekten, geçen hafta, bir kriz teorisi açısından neredeyse bütün etkenler kendini göstermeye başlamıştı. Bunların en çarpıcı örnekleri arasında, Bear Stern, Carlyle Capital gibi iki devasa mali kuruluşun çökmesi, Fed'in tarihinde ilk kez banka sistemi dışındaki bir mali kuruluşu kurtarması, bir anlamda Wall Street'in Fed sayesinde uçurumun kenarından dönmesi, Maliye Bakanı, Cumhuriyetçi ve Goldman Sachs'ın eski CEO'su Paulson 'un konuşması üzerine, CBS-Market Watch'in başyazısındaki, "Paulson, deregülasyonun bizi başarısızlığa sürüklediğini kabul etti" (13/03) saptaması, dolar 100 yen'in altına düşerken altının 1000 doların, petrolün 110 doların üstüne çıkması sayılabilir.

Yıl başından bu yana 7 trilyon dolardan fazla değerin silindiği dünya borsalarıysa, geçen hafta adeta "yoyo" gibiydi. Önceki hafta Fed, "eşik altı" batık konut kredilerine dayalı menkul kıymetleri Hazine bonosu yoluyla devralarak bankaları kurtarmaya hazırlandığını göstermişti. Fed'in geçen haftaki bu kurtarma işleminin banka sistemi dışına çıkarak büyük mali kuruluşları da kapsayacağının anlaşılması, şimdilik devralınacak yükün 400 milyar dolara ulaşması, Wall Street'i salı günü 417 (%3.5) puan sıçrattı. Ama resesyon korkusu, yeniden düşüşlere yol açtı. Sonra, kredi krizinde güvenilirliğini yitirmiş reyting kuruluşlarından Standard and Poor'un krizin "zor aşaması geride kalıyor" açıklaması, borsayı yine yükseltti. Ama Bear Stern'in kurtarılması, yaklaşık oranda batık krediye sahip Lehman Brothers'ın sırada olduğuna ilişkin söylentiler, bu kez "Eyvah domino etkisi başladı " korkusuyla perşembeden itibaren tüm dünya borsalarını yine geriye çekti. Cuma günü Wall Street 195 puan geriledi. Şimdi piyasalar, bu hafta birçok fonun kayıplarını açıklamasını korkuyla bekliyorlar.

Ve korku salt ABD mali piyasalarıyla sınırlı değil. Princeton Üniversitesi'nden ekonomist Hyun Song Shin 'in anımsattığı gibi, birçok ABD fonu, eşik altı konut kredilerine dayalı kâğıtlarla spekülasyon yaparken son tahlilde, Japonya'dan borç aldıkları parayla (carry trade -E.Y) çalışıyorlardı (Wall Street Journal, 15/03). Bu nedenle, dünya mali piyasalarında, ABD'den kaynaklanan bulaşıcılık çok yüksekti.

Bütün gözlerin ABD ekonomisinin üzerinde olmasının bir nedeni daha var: Dış ticaret de bulaşıcılığa açık bir kanal. ABD ekonomisi, IMF verilerine göre, dünya ekonomisinde toplam tüketimin %25'ini, toplam ithalatın %19.7'sini gerçekleştiriyor. Asya ülkeleri ihracatlarının %7'sini ABD'ye yapıyorlar. Bu oran Çin için %21'e, AB'nin üye ülkeler dışındaki ihracatı içinde de %23'e yükseliyor. ABD mali piyasaları, dünya mali piyasalarındaki toplam sermayeleşmenin % 44'üne sahip. Bunlara karşılık, ABD GSMH'si içinde tüketim harcamalarının payı %71'in üzerinde ve Morgan Stanley Asya Genel Müdürü Stephen Roach 'a göre inşaat sektörü eklendiğinde bu oran %78'i geçiyor.

Bu tüketici talebinin gücü dünyanın geri kalanı açısından, "şimdilik" , çok önemli olduğu görülüyor. Ancak, perakende satışların şubat ayında beklenmedik ölçüde düşmesi, bu tüketici talebinin belinin kırılmaya başladığını gösteriyor. Ev fiyatlarındaki düşüşler, artan tahliyeler, kredi faizlerindeki artışlar, borsanın zenginlik etkisinin sönmesi, işsizliğin ve işsizlik korkusunun, enerji ve genelde ithalat mallarının fiyatlarının artmaya başlaması tüketiciyi çok zorluyor.

Bir Wall Street anketine göre, önde gelen ekonomistlerin %70'i ABD ekonomisinin artık resesyonda olduğuna inanıyor. Böylece bu tartışma bitiyor, şimdi resesyonun olası şiddeti, uzunluğu, tartışması öne çıkıyordu. Morgan Stanley Asya Yönetim Kurulu Başkanı Stephen Roach'a göre, bu öyle " sıradan bir devrevi resesyon değil".. "iki köpüğün birden (ev piyasası ve kredi-E.Y.) patlamasının ertesinde ortaya çıktı " (NYT, 05/03). Roach'un "ekonominin tüketim yapısının da, ihracata ve uzun süredir gerekli altyapı yatırımlarına yönlendirilmesine " ilişkin sözleriyse 1929 buhranını çağrıştırıyordu. Öyleyse, dünya ekonomisinin, verili siyasi dengelerin geleceği de kuşkulu. (Çarşamba günü devam edeceğim.)

Bunlar Hep Böyle Yapıyor

Bu büyük ekonomistler hep böyle yapıyor. Dışarıda bir şey söylüyorlar, Türkiye'ye gelince başka bir şey!

Dışarısı felaket, ama 'Size bir şey olmaz' demiş.
Bu kez, Prof. Rubini Türkiye'deymiş. Dünya ekonomisinin "yapısal krizinin" içinde bulunduğu "konjonktüre" ilişkin, çoğunluk "toz pembe gözlüklerle" dolaşırken yaptığı gerçekçi saptamalarla dikkat çekti son yıllarda. Rubini Türkiye'deyken de gerçekçi bir konuşma yapmış (ben konuşmanın ancak metinini okuma şansına sahip olabildim). Ek olarak ekonomistlerle, işadamlarıyla görüşmüş.

Güngör Uras 'ın aktardığına göre " Size bi şey olmaz abicim!" mesajı vermiş... Uras, " kiminle konuşsa, dışarısı hakkında felaket haberleri verdi, felaket tahminleri yaptı ama, Türkiye için hep iyi şeyler söyledi " diyor ve ekliyor: " Dedi ki, 'Türkiye, 2001 yılındakine benzer bir krize girmez. Son 6-7 yılda (1) Dünyadaki iyilik rüzgârından yararlandınız. (2) Banka-finans sistemi güçlendi. (3) Bütçe az çok kontrol altına alındı. (4) Bazı yasal düzenlemeler (reformlar) yaptınız. Bunlar büyük bir krize girmenizi önler."

Bunları okuyunca aklıma Stiglitz 'in, Derviş döneminde yaptığı Türkiye ziyareti geldi. Stiglitz yıllardır IMF'ye verip veriştiriyordu. Bu yüzden Dünya Bankası'ndaki işinden oldu. Olunca daha da verip veriştirdi. IMF ekonomistleriyle alay etti: "Aynı raporu, yalnızca ülkenin adını değiştirip başka ülkeye vermişler..." Stiglitz'e göre, IMF ülkeleri, bilmem kaç adımda yıkıma sürülüyordu... 1998-2001 arasında biz de bu adımları fiilen yaşadık. Sonra Türkiye'ye geldi ve önüne çıkan herkese, IMF reformlarına devam etmenin erdemlerini anlattı .

Rubini de, 2006'dan bu yana dünya ekonomisindeki kırılganlıkların artışına ilişkin uyarılarını yaparken sık sık Türkiye'yi en kırılgan ülkeler arasında saydı (Örneğin, Rubini blog: 24 Haziran 2006" ). Biz de her seferinde, bazen bu köşede bazen pazartesi yazılarımızda aktardık. Rubini, büyüyen cari açık, aşırı değerli döviz kuru, kısa dönemli sermaye hareketleriyle desteklenen tüketime dayalı büyümenin sürdürülemez olduğunu vurguluyor, bu arada oluşan borsa ve gayrimenkul piyasaları köpüklerinin altını çiziyordu. Şimdi gelmiş, "Size bir şey olmaz" diyormuş.

Nasıl yani?
Stiglitz'in, "devam" dediği IMF "reformları" ülke ekonomisinin kırılganlığını daha da arttırdı. Ancak tam o sırada dünya ekonomisinde bu kırılganlıkları örtecek bir mali genişleme (düşük faiz parasal genişleme, kredi köpüğü) oluşmaya başlamıştı. Türkiye de bu dalgadan yararlandı, bir mantar gibi bu dalganın üzerinde yüzdü: Özel sektör dış borçları, tüketici kredileri, kredi kartı borçları arttı, gayrimenkul piyasasında köpük oluştu. Cari açık büyüdü, ihracatın ithalata bağımlılığı arttı.

Bu arada, (özellikle önemli!) mali sektör (bankalar, borsa) içinde yabancı finans sermayesinin ağırlığı kaygı verici boyutlara ulaştı. Kriz anında ulusal (sınırlar içindeki faaliyet anlamında) ekonominin bağışıklık sistemi denetlenmesi olanaksız bir konuma geldi.
Diğer bir deyişle Stiglitz'in "reformlara devam, size bir şey olmaz" gazı, bizi Rubini'nin riskli ülke tanımına uygun hale getirdi. Rubini'nin konuşma metninde de, Türkiye'nin adı gayrimenkul piyasası köpüğü olan ülkelerle birlikte anılıyor. Ama sayın Prof. "Size bir şey olmaz" diyormuş. Nasıl yani? Ya da, bunlar "neden hep böyle yapıyorlar?

Benim aklıma tek bir neden geliyor. ABD'nin ulusal çıkarı (dünyanın geri kalanı bunu küresel çıkar sanıyor) böyle gerektiriyor da ondan. Biz, bize bir şey olmaz diye düşündükçe, korunma önlemleri almadıkça, uluslararası mali sermaye, ülke ekonomisine istediği gibi girip çıkabiliyor, burasını hem "sığınak" , hem de "avlanma alanı" olarak istediği gibi kullanabiliyor.

Son tahlilde bu iki "büyük ekonomist" de adeta birer "ekonomik tetikçi gibi" çalışmış oluyorlar; "kolonileri" ziyaret edip merkezin kriz yönetim çabalarına uyumlu kalmaları, pürüz çıkartmamaları için ince ayar yapıyorlar. Ülkede bir operasyon sürerken (Stiglitz geldiğinde Derviş vardı, şimdi de AKP hükümeti) kayığı sallamamaya özellikle dikkat ediyorlar.
Bence, Rubini'yi dinlemek, dünya "yangın" yerine dönerken, jeopolitik ve siyasi koşullarımızı da düşünerek, endişelenmek, acaba nasıl önlem alınabilir diye düşünmek gerekiyor. Emtia ve petrol fiyatları düşecek iyimserliğine ise fazla güvenmemek gerekiyor. Borsalar düştükçe mali sermaye, ihtiyat fonları bu alanlara kaçar, devlet fonları da stratejik nedenlerle bu piyasada at koştururken fiyatların, dalgalanmaların ötesinde, kalıcı bir düşme trendine girmesi olasılığı oldukça düşük.

Wednesday, March 05, 2008

Kuzey Irak Operasyonu Üzerine Spekülatif Düşünceler

(Cumhuriyet 03.03.2008)

Türk Silahlı Kuvvetleri, 21 Şubat'ta Kuzey Irak'a girerken dünyada, Türkiye'de bir sürü soruya yol açmıştı. Sorular yeterli cevaplar bulamadan TSK, 29 Şubat'ta aniden Irak'tan çıkmaya başladığını açıkladı. Türkiye ve ABD yönetimlerine yakın yorumcular, Kuzey Irak operasyonunun ABD'nin onayı ve desteğiyle yapıldığını düşünüyorlardı. Örneğin, Wall Street Journal' a göre, çıkma işlemi, ABD, Türkiye üzerindeki baskıyı arttırdıktan bir gün sonra başlamıştı. Türkiye'nin ekonomi politiğini, içinde bulunduğu ittifaklar sistemini, "siyasi sınıfını" , jeopolitiğini düşününce, bu yorumların, hükümetin ve Genelkurmay'ın iddialarının aksine, büyük ölçü de gerçeği yansıttığı söylenebilir.

O zaman da aklıma üç soru geliyor ister istemez. Birincisi, PKK ile mücadele asimetrik savaş paradigmasına ait. Türkiye, neden geniş çaplı (finansal ve insan maliyeti yüksek), düzenli güçlerle, ağır silahlarla vb. savaşmayı, adeta "sinek" ezmek için "balyoz" kullanmayı seçiyor? İkincisi, ABD, hatta AB'nin lider ülkeleri, Türkiye'nin bu operasyonunun, hem de bu biçimiyle yapılmasına neden onay, hatta destek verdiler? Üçüncüsü, Türkiye bu operasyonu ABD onayıyla yaparken ABD'nin kısa ve uzun dönemli amaçlarından, bu onayın gerektiği kadar sürdürüleceğinden, en kritik aşamada geri çekilmeye zorlanmayacağından nasıl emin olabilirdi?

'Yükselen hegemon...'
Birinci soru, operasyonun amacının "PKK'nin likidasyonunu" aştığını düşündürüyor. Dahası PKK, gerektiğinde savaşmamayı seçerek bölgenin sivil nüfusu içinde eriyebilecek, daha sonra yeniden ortaya çıkabilecek bir yapılanmaya, yerel desteğe sahip. Genelkurmay'ın bu gerçeği çok iyi bildiğini varsayabiliriz. Öyleyse, operasyonun bölgede PKK'nin vurulmasından öte bir etki yaratmaya yönelik olduğunu da düşünebiliriz. Bu etkiyi bir taraftan Türkiye'nin jeopolitiği üzerinden, diğer taraftan AKP hükümetinin, şu sıralarda gerçek dışişleri bakanı (ve fazlası) gibi davranan, Batı'da da öyle algılanan Ahmet Davutoğlu 'nun "Stratejik derinlik" tezinin, "Yeni-Osmanlı düzeni" eğiliminin ışığında irdelemeye çalışabiliriz.

Türkiye'nin jeopolitiği açısından Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt devleti oluşumu stratejik bir tehlike, İran'ın nükleer silahlara sahip olma eğilimini, bölgesel dengeleri bozacak bir gelişme. Türkiye, Doğu'yu Batı'ya bağlayan bir petrol ve gaz hatları platformu olmayı, böylece hem Batı açısından stratejik önemini arttırmayı, hem de enerji jeopolitiği içinde bir kaldıraç elde etmeyi amaçlıyor. Gerek Karadeniz jeopolitiği, gerekse de enerji güvenliği bağlamında Rusya'ya karşıt bir duruşu benimsiyor. Başbakan'ın, kendini BOP'un eşbaşkanı olarak gördüğünü de biliyoruz. Bunu salt ABD'yle yakın ilişkilerine bağlamak eksik, indirgemeci bir çözümleme olur. Burada AKP'nin, siyasal İslamın içindeki etkin çevrelerin (örneğin Fethullah Gülen akımının) kendilerince, "tarihsel bir sapmayı" düzeltme anlayışı da önemli bir rol oynuyor. Gülen akımına göre Cumhuriyet ve laiklik, Batıcı ulusalcılık (ulusal proje), Osmanlı'nın kültürel (şeriata dayalı monarşi) bir ulusalcılığa evrimleşmesinin önünü kesen bir "seçkinler cuntasının" ürünüdür, bir "sapmadır" . Şimdi tarih yeniden kendi mecrasına dönmektedir. AKP yanlısı yazarların Fransız Aydınlanması geleneği, "Yurtta sulh cihanda sulh" prensibinin ilk savunucusu Robespierre 'e nefretinin, buna karşılık, Anglosakson düşüncesine yakınlığının nedenlerinden biri de, Cumhuriyetçiliği değil, bir monarşinin emperyalist dış politika geleneğini kendi projelerine çok daha uygun bulmalarıdır . Bu proje "Pax Otomana" tezini, bölgede "güç yansıtma" arzusunu içermekte, Türkiye jeopolitiğiyle de kimi noktalarda kesişmektedir. Bu zeminde Irak'a geniş çaplı girişi kısmen açıklamaya yardımcı olacak teorik-stratejik bir çerçeve sanırım oluşturulabilir. Ama apar topar çıkışı açıklamak zor.

'... mu diyordunuz?'
Devletlerarası ilişkilerde, dostluk, "samimiyet" gibi kavramlar yalnızca söylem düzeyinde anlam taşırlar; gerçekteyse, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri geçerlidir. Dostluk, hatta yazılı anlaşmalar temelinde alınan güvenceler, ancak karşılıklı yaptırım uygulayabilme kapasitesine bağlı olarak geçerliliklerini koruyabilirler. Aksi takdirde, anlaşmaların, verilen sözlerin garantisi olmayacaktır. Hele söz konusu olan ABD gibi, uluslararası ilişkilerde, "ekolojik hâkimiyeti" (karşısındaki güçlerin sistemlerine, onların kendi sistemi üzerinde yapabilecekleri etkiden daha büyük etki yapabilme kapasitesi - Bob Jessop ) olan bir güç ise.

Örneğin, Kuzey Irak Kürtleri, bu bağlamda öğretici bir örnek oluşturuyor. ABD yönetiminin Saddam 'a, Saddam devrildikten sonra isyancılara karşı Kürtlerin desteğine gereksinimi vardı. Bu nedenle Kürtler nihayet bağımsız bir devlete sahip olma şansını yakaladıklarını düşündüler. Ancak bölge jeopolitiğinde İran, enerji jeopolitiğinde Rusya yükselmeye, ABD'nin planlarını tehdit etmeye başlayınca, Türkiye'nin önemi arttı. Aynı anda, ABD strateji uzmanları Kürtleri uyarmaya (Örneğin, M. Rubin , AEI, Ocak 2008), Kürt yönetimi açısından da hava değişmeye başlamıştı; ABD karşısında bir yaptırım uygulayacak gücü yoktu, ekonomik açıdan hem ABD'ye hem de Türkiye'ye bağımlıydı. ABD'nin ise Kürt yönetimine olan gereksinimi Türkiye'ye ve Irak'taki Sünni-Şii Araplara olan gereksiniminin gerisinde kalmaya başlıyordu.

Bir örnek de liberal entelijensiya ve Türkiye'deki Kürtlerin AKP'ye verdiği desteğe ilişkin. AKP ikinci döneminde, bu iki kesime karşı "ekolojik egemenlik" kazanmaya başladığının ayırdına varınca, bizim de öngördüğümüz gibi ("Güvenilen dağlara kar yağıyor" , Cumhuriyet 03.10.2007), bu desteği düşünmeden ilerlemeye başladı.

Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti, Irak Kürt Yönetimi'yle kıyaslanamaz (Mr. Gates deniyor olsa bile - Oktay Ekşi , Hürriyet , 02/03). Ancak "ekolojik egemenlik" açısından bakınca, Türkiye'nin ABD karşısında, ekonomik, siyasi, askeri alanlardan kolaylıkla istikrarsızlaştırılabilecek bir yapıda olduğu görülebilir. Buna karşılık Türkiye'nin ABD'ye bölgede verebileceği zarar, bu aşamada çok sınırlıdır; pazarlık gücü zayıftır. Nasıl, 1998/1999 IMF programı bu gücü bir ekonomik siyasi krizden geçerek iyice aşındırdıysa, Kuzey Irak operasyonunun da, en azından, ekonomik yükü, beklenmedik geri çekilmenin psikolojik etkileri açısından benzer bir potansiyele sahip olduğunu, Türkiye'nin ABD karşısındaki göreli otonomisini, orduya olan toplumsal güveni sarsarak, tümden yok edebileceğini de düşünmek gerekir. Böylece, iradesi dışında kimi "ağır" senaryolara sürüklenebileceğini de...

Şu iki senaryo son günlerde çokça konuşuluyordu. Birincisi, ABD-İsrail-Türkiye ekseni üzerinden İran'a yönelik bir saldırının platformu , olası bir misillemeyi emecek bir tampon olma işlevi. İkincisi, ABD ' nin Kuzey Irak'ta büyük bir üs projesi olmamasından hareketle, çekilme halinde burada oluşacak stratejik boşluğu , İran ve Rusya'ya karşı doldurma görevi . Bu senaryoların ikisi de Kürtleri ortada bırakırken, Türkiye Cumhuriyeti'ni de düşman bir coğrafyada uzun süreli bir çatışma ortamına kilitlemek anlamına geliyor... Tam bu noktada Soros 'un "En iyi ihraç malınız ordunuzdur" saptamasını da anmakta yarar olabilir. Bu koşullarda içerde nasıl bir siyasi rejimin şekillenmek zorunda kalacağını da sanırım ayrıca vurgulamak gerekmiyor.