Wednesday, February 27, 2008

Bir Semptom Olarak 'Kosova' devleti

(Cumhuriyet 25.02.2008)

Sırbistan'ın, sekiz yıldır Birleşmiş Milletler Protektorası olarak yaşayan parçası Kosova, 17 Şubat günü bağımsızlığını ilan etti. Böylece dünya yeni bir, üstelik de etnik temellere dayalı bir ulus "devlet" daha kazandı. ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya'nın yanı sıra, AKP yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin de hemen tanıdığı Kosova devleti çok ilginç, çok boyutlu bir sürecin başlamakta olduğunu haber veriyor:

Modernizmden postmodernizme ve geriye
Dünyada 20 adet etnik olarak homojen sayılabilecek devlet var. Temsil Edilemeyen Halklar ve Uluslar Örgütün' ün üye sayısına bakarak, geriye kalan yaklaşık 200 devlette bağımsızlık, otonomi veya daha geniş haklar talep eden en az 68 etnik grubun varlığından söz edilebilir. Bu örgüte üye olmayanları, örneğin Çin'deki 56 resmen tanınan etnik gurubu da göz önüne alınca, kimi gözlemciler Latin Amerika 'dan Uzakdoğu'ya verili tüm sınırları sorgulayacak kanlı bir parçalanma sürecinin başlayabileceğini düşünüyorlar.

Halbuki, daha 20 yıl önce, küreselleşen ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünyada ulus devletler giderek önemini kaybedecekti. Küreselleşme ve teknolojik devrimin etkisiyle tarih sahnesine El Kaide, Hizbullah gibi devlet dışı örgütler, süper- güçlenmiş bireyler (terörist) çıkarken ulus devletin sonu geliyordu. Gündemde bir ABD imparatorluğu, hatta, ABD'yi bile egemenliği altına alan bir "İmparatorluk" (Hart ve Negri) vardı. Böylece, tüm ülkelerin, egemenliklerinin sınırları ya ABD imparatorluğunun rakipsiz askeri gücüne, ya da "İmparatorluğun" ekonomik-siyasi gücüne tabi oluyordu.

Gerçekteyse, sermayenin yeni "yaşam dünyalarına" nüfuz etmesi hızlandıkça, neoliberal deregülasyon, ulus devletler altında yaşayan toplumların bölüşüm ilişkilerini, yerel topluluklar, etnik gruplar arası dengeleri altüst ediyor, kültürel dokularını çözüyordu. Böylece oluşan riskli ve güvensiz ortamlarda insanlar, en yakın etnik güvenlik ağlarına daha çok sarılıyor, toplu kimliklerini bu düzeyde yeniden tanımlayarak savunmaya çalışıyorlardı.
Modernizmin din, ırk etnik özellikleri aşarak kurulmaya çalışılan, toplumsal ilerlemeye açık, evrensel vatandaşlık kimliği, yerini etnik, dini ve mezhep kimliklerine dayalı postmodern bir siyasi şekillenmeye, reaksiyoner aşiret ( "somut" aidiyetlere dayalı topluluklar anlamında) yapılarına bırakıyordu... Kısacası, moderniteden postmoderniteye geçiş, modernite öncesi biçimleri doğurarak toplumsal gelişmenin önünü kapatıyordu.

Böylece, çokuluslu modern vatandaşlık devletleri parçalanmaya, küçük ve homojen, dolayısıyla hem kimliğini etnik düzeyde tanımlayan, hem de büyük güçlerin iradesi karşısında dirençsiz.. üstelik, etnik ve dini açıdan farklı komşularıyla kavgalı devletler, adeta, imparatorluklara bağlı dukalıklar dünyası bir olasılık olarak şekilleniyordu.

Realitenin karmaşıklığı, dinamizmi, her şeye kadir imparatorluk senaryosuna sığmadı. Aksine, birbirleriyle rekabet içinde, ABD hegemonyasını tehdit eden büyük güçlere dayalı, ABD Savunma Bakanı'nı Robert Gates 'in da geçenlerde Washington Post'ta kabul etmek zorunda kaldığı gibi bir "çok kutuplu dünya" şekillendi ( Jim Lobe , IPS, 18/02/08).

Şimdi, gündemde, "modernizmin merkeziyetçi, müdahaleci" devletinin yerini postmodernizmin, çokkültürlü, çok kimlikli demokratik özgürlükleri süreli güçlendirecek bir "piyasa devleti" yok. Aksine, yükselen güçlerin emperyalist rekabetlerinde araç ve hedef olacak devletlerin, etnik çatışmaların, savaşların ve Kosova, Doğu Timor, Afganistan, Irak gibi yeni tarz sömürgelerin dünyası var.

UN protektorasından AB-ABD 'protektorasına'
Kosova'nın bağımsızlık deklarasyonunu okuyanlar, Oxford'dan Prof. Timothy Garton Ash 'ın The Guardian' da dikkat çektiği gibi, garip bir şeyle karşılaşıyorlar. Belge bağımsızlık ilanından daha çok ABD ve AB'ye, NATO'ya sadakat, bağımlılık, uyum ve güven verme belgesi. Böylece Kosova; Sırbistan'dan ayrılma karşılığında, ABD ve AB'nin iradesini tümüyle kabul etmiş oluyor. The Economist 'in deyimiyle bir BM protektorasından , süresi belirsiz bir AB protektorasına dönüşüyor. Kosova'da 17 bin NATO Askeri, dünyanın en büyük ABD üslerinden biri, Kosova hükümetinin tüm kararlarını geri çevirebilecek yetkide bir AB görevlisi (valisi) var.

Diğer bir deyişle Kosova'nın bağımsızlık ilanıyla, siyasi varlığını büyük güçlerin garantisine, hatta fiili varlığına borçlu yeni bir devlet modeli doğmuş oluyor. Aslında Kosova'nın salt dış güvenliği değil, iç ekonomik yaşamını sürdürebilmesi de ABD ve AB desteğine bağlı. Kosova'nın işsizlik oranı yüzde 50'lerde dolaşan nüfusu, AB ve ABD'nin, "sivil toplum" örgütleri ve yardım fonlarıyla akıttığı sadakalarla ve "yeraltı ekonomisini" yöneten MAFIA örgütlenmeleriyle yaşayabiliyor. Karşımızda, büyük güçlerin askeri, siyasi ve ekonomik varlığı, yozlaşmış yerel seçkinler tabakası, yaygın suç örgütleri aracılığıyla yönetilen tipik bir (ABD-AB işbirliği olduğundan da kolektif) koloni "devlet" yapısı, modeli olduğu söylenebilir.
Sırbistan'a, daha doğrusu, Sırbistan'ın seçkinler tabakasına ve egemen sınıfına gelince, Prof. Ash'ın işaret ettiği gibi önlerinde iki seçenek kalıyor. Ya küsecek, kendi içine kapanarak uluslararası sermayenin "nimetlerinden" mahrum kalacak.. ya da "gerçekçi" bir tutumla, durumu kabullenerek, "süngüsü düşmüş" bir biçimde, ABD-AB iradesine boyun eğecek, AB sürecine katılmaya, yeni sömürgeleşmenin kırıntılarından nemalanmaya çalışacak. Böylece birçok benzer devletlere de örnek oluşturacak. " De nobis fabula narratur!"

Büyük güçler, doğal sınırlar, yeni koloniler
Bu sürecin, "doğal sınırlar" fantezisi bağlamında teorisini yapanlar da var. Fantezi diyorum.. çünkü bizzat "sınır" kavramı, doğal olmayan, bir toplumsal siyasi müdahaleye/şiddete işaret eder. Bu yüzden etnik, dini olarak "homojen" , devletlerin sınırları dahi, başlangıçtaki ideal tasarıya uymayan siyasi uzlaşmaların ürünüdür.

Ama bu fanteziyi ısrarla üretenlerin olduğunu, Ralph Peters 'in Atlantik Monthly 'nin Ocak/Şubat sayısında yine hortlayan haritasından ( Jeffery Goldberg , "After Iraq" ), daha önce aktardığım Vanity Fair dergisindeki "Kumdaki çizgiler" tartışmasından biliyoruz. ABD'de özellikle neo-con analistler arasında, Ortadoğu'daki sınırların çizilişindeki "yapaylık" iddialarından hareketler, etnik, mezhep ve din temelinde yeni sınırlar tasarlayanlar, bu arada, Douglas Feith 'in martta çıkacak olan kitabıyla ilgili sızıntılardan anladığım kadarıyla, oluşacak istikrarsızlık ortamlarına özellikle yatırım yapanlar da var. Peki ama neden?

Derinleşen ekonomik-mali kriz, büyük güçler arası rekabet, gittikçe artan "küresel ısınma" ve nüfus baskısı, doğal kaynakların, piyasaların ve ucuz iş gücü kaynaklarının doğrudan denetiminin önemini arttırdı. Küçük, komşularıyla sorunlu siyasi birimleri, daha doğarken sömürge ilişkileri içine hapsetmek, büyük ulus devletleri denetim altına almaktan daha kolay. İkincisi, giderek bir "sert-yumuşak güç" işbirliği dinamiği sergilemeye başlayan ABD-AB ekseni bu yolla, Rusya ve Çin gibi çok etnik gruplu siyasi birimleri destabilize etmeyi, zayıflatmayı umuyor. Üçüncüsü, Kosova, Rusya'nın Avrasya hinterlandında etkisini sınırlamak, tepkisini ölçmek için özel bir fırsat oluşturuyor.

“Çılgın Çay Partisi” (Mark Bryne)


Sunday, February 17, 2008

Türk Sosyal Bilimler Derneği 40.Yılı Sempozyumunda yapılan sunuşun notları (14 Şubat 2008)

Krize ait bir biçim olarak Küreselleşme

1-Giriş
Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. Neo-liberalizmin temel ilkeleri, küreselleşmeciliğin temel varsayımlar, gündemdeki mali kriz içinde, giderek sorgulanıyorlar.

Halbuki bir önceki 1997-2000 mali krizinde, daha fazla küreselleşme, daha fazla neo-liberalizm öneriliyordu. Şimdi mali sistemin serbestliği (Financial Times, Martin Wolf), serbest ticaretin erdemleri (Business Week) sorgulanıyor. Keynesyen uygulamalar gündeme geliyor, ABD hazine Bakanı yardımcısı McCormic “diğer ülkelerin, ekonomilerinin talep bileşenini güçlendirmek için adım atmaları gerektiğini” savunuyor (Financial Times 5/01)

Son yıllarda literatüre “militarist küreselleşme” kavramı girmişti. Şimdi “Devlet eliyle küreselleşme”, “küreselleşmenin yönetilmesi”, “mali küreselleşmenin ilk krizi”, “Sistemik çöküş olasılığı” gibi ifadeler gazetelerin ekonomi sayfalarında boy gösteriyor.

Bir dönemin sonuna geldiğimize ilişkin bir “Zeitgeist” var. Ben de 1997-2000 mali sarsıntılarından sonra, küreselleşme dönemi kapanmaya başladığını, yönü henüz belirsiz bir döneme girdiğimizi düşünüyordum.

Bence, “Küreselleşme” kriz yönetme biçimlerinden biriydi. Şimdi, yalnızca işlevini kaybetmekle kalmıyor, krizin bulaşıcılığını, şiddetini arttırıyor. Konuşmamda küreselleşme ve kriz arasındaki bu ilişkiyle ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

2-Küreselleşme tartışmaları
Küreselleşme kavramı ve “küreselleşmecilik”, neo-liberalizmin çevre ülkelerde yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadı.

Bu kavram, söylemimize çok özel bir anda girdi. Her ne kadar 1980’de Reagan “küresel bir serbest piyasa kurma” hedefinden, aynı zamanda bir “özgürlük projesi” olarak söz ediyor idiyse de - küreselleşme kavramı ve tartışmaları gündemimize, 1980’lerin sonunda-1990’ların başında

1- Neo-liberalizmin 1987’de yaşanan ilk borsa krizini izleyen 90-91 resesyonu sırasında
2- 1989’da Doğu Bloku çöker, büyük bir ekonomik bir coğrafya uluslararası kapitalizmin kullanımına açılırken
3- 1987 krizinden sonra mali sermaye yeni avlanma alanları arar, yükselen piyasalar olgusuyla finansallaşma hızlanır neo-liberalizm, bu piyasalarda yeni bir atılım yaparken
4- ABD’nin ekonomik, kültürel liderliği zayıflarken, Soğuk Savaş bittikten sonra, Kissinger'in deyimiyle “bir dış politika paradigması sorunu” oluştuğu sırada, söylemimize girdi.

Hem de öznesiz (adeta doğal bir süreç), engellenemez, geri çevrilemez, dışında kalınamaz vb… gibi metafizik sıfatla birlikte…

Girer girmez popüler söylemde çok güçlü, ABD’nin ekonomik kültürel liderliğini de temsil eden bir kavram oldu. “Küreselleşme nedir” tartışmaları da hızla başladı, kısa sürede adeta endüstri haline geldi…

10 Yıl sonra, David Held ve Anthony McGrev, bu tartışmaları topladıkları, Global Transformations Reader başlıklı çalışmalarında, hala bir tanım üzerinde anlaşılamadığına işaret ederek, iki ana akım saptıyorlardı

Biri, yeni önemli bir tarihsel dönemde olduğumuzu savunan küreselleşmeciler - Globalists
İkincisi, küreselleşmenin bir ideolojik yapıntı, myth olduğunu söyleyen şüpheciler. Sceptics.

Ben, küreselleşme kavramının emperyalizm kavramını örtmeye başlamasından dolayı ikinci kanada yakın iken, daha sonra, her ikisine de hem evet hem de hayır dediğim bir noktaya geldim. Şöyle:

Birincisi: Küreselleşme, onu, bir önceki dönemden ayıran özellikleri, nispeten özgün bir iç işleyişi olan , önemli bir tarihsel dönem olarak görülebilir. Ama bu dönemi tanımlamaya gelince Justin Rosenberg’in sergilediği gibi bir kavram kargaşası oluşuyor. Ne, ilişkilerin, kurulan bağlantıların daha hızlı, daha yoğun olması ne de topraktan/mekandan kopma (de-territor-ilialization) iddiaları bu kargaşayı ortadan kaldıramıyor…

İkincisi, küreselleşmenin, mal, mali sermaye ve insan hareketlerinde hızlanma, akışkanlık, yeni coğrafyaların açılması; toplumsal ilişkilerin bir zaman ve mekan sıkışmasına bağlı olarak yoğunlaşması; bu sıkışmaya bağlı olarak genelde bir kayganlık alt üst oluş duygusu, gibi daha önce de 19 yüzyılın sonunda da görebildiğimiz gerçek/maddi özellikleri var.

Bu nedenle bir myth olmadığı kesin, ama hızla anahtar kavram haline gelmesinden hareketle küreselleşmenin gerçekten de bu gerçek özellikleri “sembolik evren” içinde belli bir biçimde temsil eden, anlamlandıran bir ideolojik yapıntı olduğu da söylenebilir.

2- Perspektif sorunu
Bu yaklaşımların ikisi de yeterli değil. Ama çözüm bunların “uygun parçalarından” sentetik bir üçüncü-yol oluşturmaktan geçmiyor. Bence bir perspektif değişikliği gerekli.

Örneğin, küreselleşme “ne dir?” yerine “neden var?” sorusu üzerinde yoğunlaşabiliriz.

Bu noktada, öncelikle hangi küreselleşmeyi tartıştığımızı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Çünkü, birbiri içine girmiş üç farklı “küreselleşme”en söz edilebilir.

1-İlk insan topluluklarından bu yana gezegenin yüzeyini ekonomik, siyasi kültürel ağlarla biteviye düzenleyen bir süreç olarak “küreselleşme”

2- 15. yüzyıldan itibaren oluşan Avrupa merkezli ticari-askeri, daha sonra da sonra kapitalizmin, belirleyicili hale gelmesiyle ya da - Bob Jessop’un bir kavramını alırsak “ekolojik egemenliğini” kurmasıyla ilerleyen kapitalist küreselleşme.

3- Kapitalist küreselleşme içinde, sermayenin, malların hatta insanların dolaşımının aniden hızlandığı yaygınlaştığı, ekonominin finansallaştığı, teknolojik gelişmelerin arttığı bir dönem olarak küreselleşme.

1990’larda tartışmaya başladığımız, aslında bu 3. küreselleşmeye ilişkin olgular.

Bu açıdan bakınca da, bu küreselleşmenin, kapitalizmin 1970’lerde başlayan yapısal kriziyle, bu kriz içinde, neo-liberalizmin egemenliğiyle ve finansallaşmayla çakıştığını görebiliriz.

“Kriz”, çok karmaşık ve tartışmalı bir konu olmakla birlikte sanırım şunları söyleyebiliriz:
3- Kriz, finansallaşma ve küreselleşme
Merkez ülkelerde kar oranları 1970’lerde gerilemeye, sermeye birikim hızı yavaşlamaya başlıyor, bir aşırı üretim/talep ve yatırım alanları yetersizliği sorunu oluşuyor.

Aşırı üretimi ve talep yetersizliği sorununu kredi hacmini genişleterek aşma çabaları finansallaşmayı hızlandırıyor. Sermaye de giderek, artı-değer üretiminden, birikmiş değerlerin emilmesine, hatta mülksüzleştirme yoluyla el konmasına olanak veren, finansal spekülasyon alanına kaymaya, en akışkan biçimi tercih etmeye başlıyor.

Bu finansallaşma, sermayenin bu bölümü üzerinde yaşayan kapitalist sınıf fraksiyonlarının inisiyatifini, Susan George ve David Harvey’in örneklediği gibi, politika belirleme gücünün artmasını da beraberinde getirdi.

Bu fraksiyonun siyasi etkisi, merkez ülkelerde ve çevre ülkelerde, sermayenin serbestçe dolaşmasının önündeki tüm engelleri kaldıran yeni bir ekonomik modelin, neo-liberalizmin benimsenmesinde büyük rol oynadı.

Bu uygulama altında
Toplumun hemen tümünden, en üst gelir dilimine yoğun bir servet transferi gerçekleştikçe, (Dumenil ve Levy - Hatta Warren Buffet),
İşçi hareketinin sınıf sekilenmesi bozuldukça,
Kültürel ortam,
Sermayeye yönelik yapısal ve bütünsel eleştirileri bloke edecek,
Özgürlük, ahlak, estetik anlayışlarını sermayenin talepleriyle tanımlayacak,
Tüketimi ve tüketimin finansmanını hızlandıracak biçimde

yeniden şekillenmeye başladı. Bu şekillenme söz konusu fraksiyonun hegemonyasını daha da güçlendirdi.

Finansallaşma ve tüketimi hızlandırmanın gereksinimleriyle, bilgi işlem, telekomünikasyon, “kültür endüstrisi” teknolojilerinin özellikle desteklenmesi arasında da bir ilişki bulabiliriz.

Böylece küreselleşmenin iki bileşeni, finansallaşma ve teknolojik gelişmeyle kapitalizmin krizi arasında bir nedensellik ilişkisi kurabiliriz.

4- Kar oranları düşme yasası ve karşıt eğilimleri
Küreselleşme döneminde, sermayenin dolaşımı, finansallaşma hızlanır ve yaygınlaşırken, çevre ülkelerin ekonomik ve siyasi coğrafyalarında, hatta siyasi rejimlerinde, kültürel yaşamlarında önemli yeniden yapılanmalar gözlüyoruz.

Kapitalizmin kriziyle, küreselleşmenin çevre ülkeler üzerindeki etkileri, arasında da bir ilişki kurmak olanaklı.

Bunun için Das Kapital’in III. Cildinin “Kar oranları” düşme yasası bölümüne giderek, oradaki karşıt eğilimleri kısaca anımsamak gerekiyor:

Bu karşıt eğilimleri şöyle özetleyebiliriz.

1- Makineleşme yoluyla emek üretkenliğinin arttırılması
2- Üretim sırasında sermayenin ve işçinin boşta kalma süresinin azaltılması
3- Sermayenin üretim dışında atıl kaldığı sürenin azaltılması. Dolaşımının hızlandırılması
4- Aşırı üretim sonucu, talep eksikliği sorunu olan malların, başka coğrafyalara gönderilmesi
5- Bulunduğu bölgede, verili kar oranlarında değerlenemeyen sermayeyi başka bölgelerde yatırıma yöneltmek
6- Üretimi sürdürmek ve genişletmek için kredi yaratmak
7- Sermayenin organik bileşimini düşürecek yeni üretim alanları yaratmak.

Bu karşıt eğilimler bize

Hem teknolojik yeniliklerin, hem sermayenin yeni örgütlenme biçimlerinin arkasındaki motivasyonu veriyor,

Hem de küreselleşmenin en önemli özeliklerinden malların ve sermayenin dolaşımının hızlanması ve yaygınlaşmasının arkasındaki motivasyonu.

İhraç edilen sermayenin (finansal veya sanayi faaliyeti içinde) değerlenebilmesi, malların tüketilebilmesi için, hedef coğrafyaların ekonomik kültürel ve yasal yapılarının, bu gelen sermayenin değerlenme koşullarıyla uyum halinde olması gerekir.

Bu gereksinim de bize çevre ülkelerin ekonomilerinin küreselleşme döneminde yeniden şekillendirilmesinin (IMF programları vb) ve yerel kültürlerinin gelen malların tüketimine ve sermayenin işleyişine uygun olarak dönüştürülmesinin arkasındaki kriz dinamiklerini gösteriyor.

Bu yeniden şekillenme, çevre ülkelerde, gelen sermayenin değerlenme sürecini destekleyecek gerektiğinde savunacak yeni sınıf ittifakları, yeni kültürel seçkinler vb yaratıyor siyasi yapısını değiştiriyor.

Özetle: küreselleşme karşımıza, yapısal krizi içinde bir noktada egemen sermayeye değerlenme alanları açmak için çevre ülkelerde uygun yapılanmaların (Harvey’in deyimiyle, Structured coherenece) ve uygun duyarlılıkların (structure of sensibilities) oluşturulmasının bir biçimi olarak çıkıyor.

Öyleyse, bu 3. tür küreselleşmenin kar oranları yasasının karşıt eğilimlerini hareket geçiren güçlerin yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel bir oluşum, bir kriz formu olduğunu söyleyebiliriz -

Başa dönersek, küreselleşmenin içeriğini bu maddi gelişmeler oluşturuyor. Ancak, Küreselleşme bir kavram olarak, aynı zamanda, engellenemez, geri çevrelemez, yep yeni bir aşama, post-kapitalizm gibi anlamları da üstelenerek, bu süreci “sembolik evrende” destekleyen, kapitalizmle ve emperyalizmle ilişkisine yönelik eleştirileri bastıran, çarpıtan bir fantezi, ideolojik yapıntı olarak da karşımıza çıkıyor.

5- Küreselleşme tükendi
Ancak küreselleşmenin, serbest ticaret, mali serbesti, küresel tedarik zinciri, mali disiplin gibi özellikleri, krizin bu aşamasında sermayenin gereksinimleriyle çelişmeye başladı.

· Tedarik zinciri çok karmaşıklaştı, şeffaflığını yitirdi, kırılganlaştı
· Mali sistemin denetlenmesi gerekiyor
· Kredi köpüğü patlarken, aşırı üretim kriz geri geliyor-talep yönetimi gündeme geliyor- bu serbest ticaretle, açık ekonomiyle ile uyuşmuyor
· Serbest ticaret, mali serbestlik egemen büyük güçlerden daha çok, yeni yükselen güçlerin yararına çalışmaya uluslararası dengeleri tehdit etmeye başlıyor.
· Ülkeler içindeki gelir dağılımı bozuldukça da küreselleşme karşıtı politikalar ön plana çıkmaya başlıyor…

Sermayenin, yapısal krizin bu aşamasında, bu güne kadar ilerlediği yöntemlere, daha fazla küreselleşerek ilerlemesi artık bana çok zor geliyor

Wednesday, February 13, 2008

Kriz Üstüne Uzun Dönemli Bakış

(Cumhuriyet 11.02.2008)

G-7 toplantısında da saptandığı gibi, kriz, genişlemeye, yeni piyasalara, bölgelere bulaşmaya devam ediyor. ABD Merkez Bankası'nın ani ve büyük faiz indiriminin bir haftadan fazla etkisi olmayacağını aktarmıştım. "Süper Salı" başkanlık ön seçimleri yapılırken borsalar son bir yılın en büyük düşüşünü yaşadılar.

Çarşamba günü, Financial Times, uluslararası muhasebecilik şirketi Price Water House 'un genel müdürü Samuel DiPiazza 'nın ağzından, krizin mali sektörden, sanayi şirketlerine sıçramaya başladığını aktarıyordu. Perşembe günü Reuters , ABD ekonomisindeki gerilemenin derinleştiğini yazıyor, cuma günü, Wall Street Journal' da Carrick Mollencamp, krizin Avrupa bankalarına sıçramak üzere olduğunu haber veriyordu. Dahası krize ilişkin önceki yıldan bu yana yaptığı öngörüler hep gerçekleşen ekonomist Nouriel Rubini , "sistemik mali çöküş senaryosunun güçlendiğine" inanıyordu. The Economist' e göre, ABD ekonomisinin mali motoru bozulmuştu, iyileşmeye başlamadan önce, giderek daha da kötüleşecekti (08/02).

Kriz ve 'uzun dönem'
"Sistemik" çöküş olur mu bilemeyiz, ama krizin daha uzun süre bizimle birlikte olacağı kesin. Bu yüzden, biraz da uzun dönemli hareketlere bakmaya çalışmakta yarar var.

Dünyanın önde gelen, spekülatörlerinden Soros ve Buffet 'in krizlere ilişkin kimi saptamaları, Financial Times' ın baş ekonomisti Wolf 'un mali piyasalarla ilgili kaygıları, böyle bir bakış açısının giderek önem kazandığını gösteriyor. Bu tür yorumların neoliberalizmi ve küreselleşmeyi hedef alması da ayrıca ilginç.

Örneğin, neoliberalizmin (serbest-piyasa vb..), küreselleşmenin en önemli vaatlerinden biri, toplumun en üs kesiminde oluşacak zenginliklerin, aşağıya doğru sızacağına ilişkindir. Mali piyasalarda bir sözüyle, dövizlerin yönünü değiştirebilen, mültimilyarder Buffet, 11 Aralık'ta Hillary Clinton 'la çıktığı bir basın toplantısında şöyle diyordu: "Başıma yukarıdan bir itfaiyeci hortumu tutuldu, ama aşağıya bir damla bile sızmadı. Geçen 7-8 yılda süper zenginler büyük olanaklar elde ettiler, Amerikan işçisine bir şey düşmedi. Süper zenginler açısından harika bir dönem oldu. Ama eğer yukarıdan aşağıya sızıntı teorisine inanıyorsanız, 1987'den bu yana aşağıya hiçbir şey sızmadı" ( Associated Press , 11/12/07). 1987, borç krizinin nihayet çözümlendiği, IMF ve Dünya Bankası'nın yeni edindikleri güçle, o yıl merkezde krize giren mali sermayeye yeni alanlar açmak için çevre ülkelerin piyasalarına, sistemli bir biçimde musallat olmaya başladıkları, Asya krizine giden yolun ilk taşlarının döşendiği yıldır.

Milyarder spekülatör Soros'un saptamasıysa daha uzun bir dönemi kapsıyor. Soros'a göre "Bugünkü kriz daha önceki, 4 ile 10 yıllık devreler halinde yaşanan krizlere bazı açılardan benziyor. Ancak çok derin bir fark da var: Bugünkü kriz uluslararası rezerv para olan dolara dayalı bir kredi genişleme döneminin sonunu vurguluyor... Bu 60 yıldan fazla süren bir süper büyümenin sonunda oluşan bir krizdir" ( Financial Times , January 23, 2008)

Financial Times 'ın ekonomi editörü Wolf da artık mali sektörü denetlemenin yollarını tartıştığı yazısında, soruna uzun dönemli bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Wolf, "Geçen 30 yıllık dönemde mali sistemin en önemli özelliği, kriz yaratma becerisi ve yarattığı özel kazançlarla, gündeme getirdiği kamusal riskler arasındaki oransızlıktır" saptamasını yaptıktan sonra sunduğu bir grafikle, 1982'den bu yana mali sektörün kârlarının toplam özel sektör kârları içindeki payının yüzde 5'ten yüzde 41'e çıktığını, halbuki katma-değer içindeki payının yüzde 8'den ancak yüzde 16'ya yükseldiğini gösteriyor (05/02). Diğer bir deyişle 1980'lerden bu yana dünya ekonomisi -küreselleşme- esas olarak mali sektöre çalışmış. Şimdi mali sektör çökerken haliyle tüm ekonomiyi de peşinden götürüyor.

Ya kredi köpüğü olmasaydı?
Aslında bu kredi krizi dünya ekonomisinin 1970'lerde girdiği yapısal krizden çıkamadığının bir kanıtıdır. Şu basit soruyu sormak yeter: Ya bu kredi köpüğü olmasaydı?

ABD, GSMH'sinin yaklaşık yüzde 72'sini tüketim harcamaları oluşturuyor. ABD hane halkın tasarrufları uzun süredir çok düşük, hatta negatif oluğundan, bu tüketim harcamaları krediye dayanıyor. Tüketici kredilerine, kredi kartlarına, 1990'larda borsanın zenginlik etkisi de eklenmişti. Kredi köpüğü, 2000'li yıllarda da ev fiyatları yükselirken insanların evlerinde oluşan değeri düşük faizli ipoteklerle paraya çevirerek, harcamalarını güçlendirmeleriyle daha da büyüdü. Bu tüketim, başta Çin ve Asya ülkelerinin ihracatını emiyordu... Bu ülkeler ihracat gelirlerini, yeniden ABD piyasasına göndererek, yeni kredi olanakları yaratıyorlardı. Yeni mali enstrümanlar, kredi riskini, verenden piyasaya transfer ediyor, kredi vermek kolay ve adeta risksiz hale geliyordu. İşte son 10 yılda ABD'nin ve Dünya ekonomisinin sözde güçlü büyümesi bu saadet zincirine dayanıyordu.

1980'lerde TINA (başka seçenek yok) sloganıyla başlayan neoliberal kriz yönetimi, 1990'ların sonunda artık ancak NINA (ne geliri var ne varlığı...) kredileriyle ayakta durmaya çalışıyordu. Sonunda korkulan oldu zincir kırıldı.

Bu, herkesi son dakikaya kadar, birilerini hâlâ, inkâr noktasında paralize edecek kadar büyük korkunun arkasında, 1970'lerden bu yana bir türlü temizlenemeyen, gittikçe büyüyen aşırı üretim/kapasite) -talep yetersizliği sorunu- bir depresyon tehlikesi- var. Kredi köpüğü, sanayilerin bu aşırı üretim/talep yetersizliği sorunu yokmuş gibi yaşamalarına, sorunlarını sürekli ertelemelerine olanak sağladı.

1990-2006 arasında, kredi üzerinden yaratılan finansal enstrümanların hacmi dünya hasılasının yüzde 27'sinden, yüzde 772'sine yükseldi. Bu dönem boyunca, madencilik sektöründen otomobile, demir çelikten kimyaya, mikro çipten, fiber kabloya, cep telefonuna kadar yeni kapasiteler kurulmaya devam edildi. Şimdi kredi köpüğü delinirken ilk darbeyi inşaat sektörü, bankalar yiyor, ama tüketici talebi gerilemeye devam edecek, ekonomiler yeniden talep yetersizliği sorunuyla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Enflasyonun başını kaldırdığı bir dönemde yeni bir kredi köpüğü yaratmak da olanaklı değil.

Şimdi sisteme yeniden çeki düzen vermek; kapasite fazlasını toplumsal sarsıntılara yol açmadan eritmeye çalışmak gerekiyor. Ancak bu süreci küresel çapta düzenleyecek bir siyasi iktidar, mali irade yok. İş yine ulus devletlere, merkez bankalarına kalıyor. İyi de sermaye hareketlerinin, ticaretin serbest ve denetimsiz olduğu bir ortamda, bu düzenlemeyi yapmaya çalışan hükümetler, kendi ülkelerindeki kapasite sorununu nasıl yönetecekler? Talep destek politikaları, ya yerli sanayi ve iş olanaklarını korumak yerine, ithalatı körükler, başka ülkelerdeki fazla kapasitenin yaşamasına yardımcı olursa? Örneğin ABD'nin durumunda, yükselen güçlerin daha da güçlenmesine katkıda bulunursa?

Bu kriz öyle birkaç bankanın iflasıyla, üç dört günlük dalgalanmayla aşılacak gibi değil. Ekonomik olanla jeopolitik olan da iç içe girmeye başladı...

Friday, February 08, 2008

Küreselleşme, Devlet ve Emperyalizm

(Cumhuriyet 06.02.2008)

İki haber: Madencilik sektörünün devlerinden BHP Billiton, rakibi Rio Tinto'yu 119 milyar dolara satın alarak Avustralya demir cevheri sektöründe tekel konumuna yükselmeye hazırlanırken bu sektörün en büyük müşterisi Çin, devlet şirketi Chinalco aracılığıyla BHP hisselerinin yüzde 12'sini ele geçirdi. BHP hisselerini, 14 milyar dolarla, yüzde 20 prim ödeyerek satın alan Chinalco'nun, Rio Tinto için de 120 milyar dolarlık karşı teklif hazırladığı söyleniyor. ABD bütçesi ilk kez 3 trilyon dolara, açığı da 2007'de 163 milyar dolardan, 2009'da 400 milyar dolara yükseliyor.

Neoliberalizmi gömme zamanı geldi
Bir kriz yönetim modeli olarak, 80'lerden bu yana uygulanan neoliberalizme göre devlet piyasalardan elini çekmeli, Keynesyen talep yönetimi gibi araçları terk ederek bütçe disiplini ve enflasyonla mücadele üzerinde odaklanmalı: Piyasalar kendi sorunlarını kendileri çözebilirler; müdahale kriz yaratır.

Ağustos ayında başlayan kredi krizi piyasaların kendi sorunlarını çözmek bir yana, uzun süre denetimsiz kalınca ne gibi ekonomik, sosyal ve ahlaki sorunlar yarattıklarını gösterdi. Mali sistemin içine düştüğü güvensizlik çukurundan kendi kendine çıkamayacağının anlaşılması, genel çöküş tehlikesi, ABD Merkez Bankası'nın, hatta doğrudan hazinenin müdahalesini, çeşitli kurtarma projelerini gündeme getirdi.

Kredi krizinde ölümcül yaralar alan dünya devi ABD bankaları önce kendi devletlerinin, sonra da Çin, Dubai, Singapur gibi ülkelerin devlet fonlarının kapılarını aşındırmaya başladılar. Bu fonlar, ABD'nin dev bankalarına ortak olmaya başlayınca da sürecin jeopolitik boyutları tartışılmaya başlandı: Ya bu fonlar, kâr maksimizasyonu kuralına boş verip siyasi amaçlarla stratejik adımlar atarlarsa? Chinalco'nun, Avustralya demir cevheri pazarında kendini koruyabilmek için, BHP hisselerini yüzde 20 primle satın alması kaygıyla karşılandı.

Devletin ekonomik etkinliklerinin arttığını gösteren örnekler çok. Devlet şirketleri özellikle Çin şirketleri bankacılık ve enerji sektöründe, dünyanın en büyükleri arasına girdiler. Çin, dünyada bir kapasite fazlası sorunu olmasına karşın kimya, demir-çelik, otomotive, hatta havacılık sektörlerinde , korumacılık duvarları arkasında ithal ikameci politikalar izliyor. Dahası, mali kriz kredi piyasalarında büyük güven erozyonuna yol açtığı için, HSBC Ekonomi Genel Müdürü Stephen King 'in işaret ettiği gibi, devlet varlıkları, düşük getirilerine rağmen büyük ilgi çekiyor. Böylece devletin borçlanma, ekonomiye müdahale kapasiteleri de güçleniyor.

Küreselleşmeci fantezileri de
Neoliberal proje, küreselleşmeci söylemin, ulus-devlet ve jeopolitikle ilgili fantezileriyle desteklendi. Solun geniş bir kesimi bu fantezilerden etkilenerek salt "emperyalizm" kavramını değil, kapitalizme yönelik eleştirileri, sınıf merkezli siyaset anlayışını da terk ettiler; boşalan yeri de liberalizmden devraldıkları "bireysel özgürlükler", "insan hakları" "kimlik siyaseti" kavramlarıyla doldurmaya çalıştılar. Küreselleşmecilerin, ekonomik fantezileri gibi ulus devlet ve jeopolitik ile ilgi fantezileri de çöktü.

Ulus-devlete ilişkin küreselleşmeci fantezinin iki boyutu var: Birincisine göre, ekonomik küreselleşme ve beraberinde getirdiği, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşlar, uluslararası ve yerel sivil toplum örgütleri, ulus-devletin ekonomik ve siyasi egemenliklerini aşındırıyor, devletler üstü bir egemenlik düzeni, yönetişim oluşturmaya başlıyor . Bildiğiniz gibi bu savın en sol ucunda, Karl Kautsky 'nin süper-emperyalizm teorisinin, reenkarnasyonu olarak, Hart ve Negri 'nin, "Kapitalizm artık devletlerarası ekonomik ve siyasi çatışmalara olanak vermeyecek kadar entegre bir sistemdir" iddiası var. İkinci boyut, ABD, neo-con propagandanın etkisiyle olacak, tek kutuplu dünya görüntüsünün abartılmasıyla ilgili: ABD hegemonyası kalıcı ve istikrarlıdır, artık herhangi bir karşıt bloklaşma olasılığı yoktur.

Jeopolitik (devletler arası rekabet), tek kutuplu-çok kutuplu dünya tartışmaları, terorizme karşı küresel savaş, "kaynak savaşları", Afganistan ve Irak'ın işgali, Çin, Hindistan gibi yeni güçlerin yükselmesi, Rusya'nın uluslararası alanda etkisini hissettirmeye başlamasıyla geri geldi. IMF, Dünya Bankası ve DTÖ etkilerini yitirirken ağustos ayında başlayan mali kriz, jeopolitiğin geri gelme sürecine iki yeni boyut ekledi. Birincisi, devletlerin denetimindeki fonların önemi daha önce görülmemiş ölçüde arttı. İkincisi, ABD yönetimi, neoliberalizmin en önemli ilkelerini terk ederek enflasyona ve bütçe disiplinine aldırmadan, 145 milyar dolar dağıtmaya karar verdi.

15 yılda, nereden nereye geldik, biraz geç de olsa, birileri hâlâ işgal yoksa emperyalizmden söz edemeyiz, demeye devam ediyor olsa da emperyalizm kavramını yeniden tartışmaya başladık.

Wednesday, February 06, 2008

Karamsarlık Yayılıyor

(Cumhuriyet 04.02.2008)

Mali krizin derinliğine, ABD ve dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin karamsar resimler çizen yorumcuların sayısı geçen hafta aniden arttı.

ABD ve resesyon

Gözlerin ABD ekonomisinde olması olağan. ABD dünya ekonomisindeki tüketimin yüzde 25'ini yapıyor. Düşük kaliteli konut piyasası noktasından delinen küresel kredi köpüğünün kaynağı da bu ülke. Ama, beş yıldır dünya ekonomisini ayakta tutan da bu tüketim ve kredi köpüğü, bu finansallaşma değil miydi? Dahası, uluslararası piyasalar arasındaki korelasyon, küreselleşme ve finansallaşma nedeniyle, çok yüksek bir düzeye ulaşmış durumda (Dünya ekonomisinde krizlerinin tarihi üzerine doktora tezi yazarken, böyle yüksek bir korelasyona 1930'lardaki büyük depresyon döneminde rastladığımı anımsıyorum). Kapitalizmin tarihi böyle yüksek senkronizasyonlar kırılmadan krizlerden çıkılamadığını gösteriyor. "Ayrışma" tartışmalarını da bu yönde okuyabiliriz: "Acaba Asya senkronizasyonu bozabilir mi? ABD yavaşlarken büyümeye devam ederek dünya ekono misini peşinden sürükleyebilir mi? "

Karamsarlardaki artışın arkasında sanırım üç etken var: Birincisi, FED'in (ABD Merkez Bankası), bir hafta önceki 0.5 puanlık faiz indirimine 0.75 puan daha eklemesine karşılık, piyasalar beklenen olumlu tepkiyi veremediler. Çünkü kriz bir likidite krizi değil borç/batık-alacaklar kriziydi; şimdi genişliyor, varlığa (konut kredilerine ve belediye borçlarına) dayalı kâğıtları garanti eden sigorta şirketlerinin (monoliners) yükümlülüklerini karşılayacak fonlardan yoksun olduğu ortaya çıkıyor. İkincisi, geçen hafta veriler, ABD'de işsizlerin sayısında beş yıldır ilk kez bir net artışa, tüketici harcamalarında önemli bir gerilemeye işaret ediyordu ( Wall Street Journal , 01/02); ekonomik büyüme, son üç aylık döneme ilişkin ilk hesaplamalara göre yüzde 0.6 da kalmıştı. Böylece 2007 büyüme hızı yüzde 2.2'ye gerilemiş oluyordu. The Economist ' in uyardığı gibi son yıllarda bu ilk verilerin yüzde 60'ı daha sonra ortalama 1.3 puan düşürülerek düzeltilmişti (01/02). Bir sonraki hesaplamalar, resesyonun, aslında, 2007'nin dördüncü üç ayında başlamış olduğunu gösterebilir.
Şimdi, 2005'ten bu yana vergiden sonraki kârları sürekli gerileyen (NBER verileri) ABD şirketlerinin resesyon ortamında, borçlarını ödemekte giderek zorlanması, bu borç kâğıtları (Junk bonds) üzerinden yaratılarak satılan varlıkların değersizleşmesi, kredi piyasasındaki krizi derinleştirirken, bu derinleşmenin, reel ekonomideki daralmayı daha da derinleştirmesi gibi bir "fasit daire" olasılığı güçleniyor. Karamsarlığı arttıran üçüncü etken de, dünya ekonomisinde, umulan "ayrışmanın" gerçekleşmeyeceğine inananların artmasıydı: ABD resesyonu, dünya ekonomisini peşinden sürükleyecek. Business Week yazarları gibi, küresel bir stagflasyon olasılığından söz edenler de artıyor. Laf aramızda, Insitute of International Finance 'ın 16 Ocak tarihli, Global Economic Monitor bülteninin 5. sayfasındaki "küresel imalat sanayi üretimi" ve 6. sayfasındaki, "tüketici fiyatları" (yükselen piyasalar, G3) tabloları, stagflasyon ortamına 2006'da girdiğimizi gösteriyor.

'Sıradan bir resesyondan fazlası...'

CBS Marketwatch' in haftalık, "The proactive fund investor" bülteninin editörü Bill Donoghue , perşembe günü köşesinde, " Sıradan bir resesyondan fazlasını bekleyin " diyor ve ekliyordu " Wall Street kurtları ekonomimizi çekirdeğine kadar çürüttü... FED'in faiz indiriminin etkisi en fazla bir hafta sürer" ( MarketWatch , 30/01).

Financial Times 'dan Martin Wolf da çarşamba günü "ABD'nin yapmaya (krize müdahale etmek için-E.Y) çalıştıklarına bakınca insanın içi parçalanıyor" diyerek bir başka fasit daireye, daha doğrusu çıkmaza işaret ediyordu: "Eğer başarılı olursa, bu günkü karmaşaya yol açan uluslararası ve yerel kırılganlığı yenileyecek hatta arttıracak. Yok başarılı olamazsa, ABD ve belki de dünyanın geri kalanı uzun bir ekonomik zaaf dönemi yaşayacak. Bu.. dünya ekonomisinin özellikle de mali sistemin ne kadar çok zayıflamış olduğunun da kanıtı " (30/01). Bu çözülmez denklem de sıradan bir ekonomik yavaşlama döneminin ötesinde bir gelişmeye işaret ediyor.

Gerçekten de, Deusthce Bank 'ın Global Ekonomi bölümü başkanı Thomas Meyers 'e göre, "geçmişteki mali krizler, okurken hemen biten kısa hikâyeler gibiydiler. Şimdiki daha çok 'Harp ve Sulh' romanına benziyor" ( Wall Street Journal , 31/01). " Örneğin 2000 'dot-com' (internet şirketleri) köpüğü, tek bir varlık (asset) cinsine ilişkindi; aşırı-üretim sorunu yalnızca teknoloji sektörünü etkiyordu. Şimdiki kriz çok çeşitli varlık türlerini kapsıyor ve çok daha derin. Üstelik, artık sanayileşmiş ülkelerde, şişirilecek başka bir varlık türü de kalmadı." Meyers, böyle diyor, ama aslında, "iyimserlere" dahil. Çünkü, geçen yıl küresel büyüme hızındaki artışın yüzde 70'ini gerçekleştiren yükselen piyasaların ve gelişmekte olan ülkelerin katkılarının küresel bir resesyonu engelleyeceğine inanıyor.

Meyers, "Peki, eğer, bu mali krizin tüm resesyonların en büyüğünü tetikleme olasılığı zayıfsa, o zaman sonuçları ne olabilir " diye sorduktan sonra, benim de daha önce "Bu kriz o kriz mi" sorusun cevap ararken seçtiğim ölçütlere paralel, iki saptama yapıyor: Birincisi, geçen sefer sanayileşmiş ekonomilerin hızla toparlanmasına olanak sağlayan ucuz kredi ortamı şimdi yok. Şimdi onları, düşük büyüme hızına dayalı uzun bir temizlik dönemi bekliyor. İkincisi, bu dönemde, sanayileşmiş ülkelerdeki sorunlardan uzak kalmış ekonomilerin dünya ekonomisi içindeki ağırlıkları giderek artacak. Örneğin, JP Morgan-Çin varlık yönetimi başkanı Jing Ulrich , gelirinin en büyük kısmını, GSMH'nin yüzde 160'ına ulaşan yerli mevduatlardan (iç piyasadan) sağlayan Çin banka sisteminin, ABD kaynaklı kredi krizinden etkilenmediğine inanıyor.

Meyers'in " Piyasalarda bir çöküşe dönüşmeyen uzun süreli bir temizlenme süreci" senaryosu, bana Keynes 'in 1932'de The Atlantic Monthly 'de yayımlanan "Dünyada Durum" yazısını anımsattı.

Likidite, kredi ve güven kriziyle, depresyonun çakıştığı bir konjonktürde yazan Keynes mali sistemin, bir çöküşe yol açmadan sorunlarını aşma sürecine girdiğini düşünüyordu. Ancak, Keynes, hâlâ eski düşüncelere saplanıp kalmışlığın, bilinçsiz ekonomik rekabetin ( "modern kapitalist iyi hava tayfası gibidir, ilk fırtınada gemiden kaçmaya çalışırken kayıkları bile batırabilir" ), devletlerarası ilişkilerin, siyasi liderlik yetersizliğinin (hegemonya geriliyor ya...E.Y) gereken politikaları engellediğini düşünüyor. Keynes, gelişmelerin, piyasalara temizliği tamamlaması için gerekli süreyi tanımamasından, devletlerin doğrudan müdahalesini ve bir savaşı gündeme getirmesinden korkuyor. Keynes'in yazısını anımsayınca ürktüm, çünkü önümüzde Meyers'in "iyimser" senaryosu için yeterli süre olmayabilir. Günümüzde de, mali krizle birlikte, devlet sermaye şirketlerinin etkinliklerinin, devletlerin, ekonomiye müdahale etme eğilimlerinin gittikçe arttığı görülüyor. Financial Times , "piyasa önderliğinde küreselleşme döneminin, devletlerin denetimindeki fonların önemini daha önce görülmemiş ölçüde arttırdığını" düşünüyor (27/01). HSBC ekonomi müdürü Stephen King de " Yükselen piyasalardaki devletlerin artan mali gücü, gelişmiş ülkelerde de devletlerin müdahale eğilimini güçlendirecektir" diyor ( The Independent, 28/01). Çarşamba günü bu konuya devam edeceğim.