Tuesday, January 29, 2008

“De omnibus dubitandum est”

(Cumhuriyet, 28/01/08)

“Aydınlanma”nın temelinde iki slogan var. Biri “cogito ergo sum” (düşünüyorum öyleyse varım), ikincisi de “de omnibus dubitandum est” (her şeyden şüphe edilecektir). Geçen hafta, Davos’ta hakim havayı, sanırım en iyi, bilen ve yapan cogito’ya ilişkin ilk slogan değil, egemen düşünsel modeller yıkılmaya başlayınca oluşan gerginliklere ilişkin, ikinci slogan betimliyordu.

Kendi kum havuzuna pislemek üzerine…
Finansal analiz sitesi Bloomberg’in yorumcularından Mark Gilbert’in şu yakınmaları, o ruh halini iyi anlatacak sanırım: “Herhangi bir bankacı, borsa işlemcisi, ya da yatırımcıdan , ihtirasının en çılgın hayallerini bile aşan servetleri yaratmasına olanak sağlayacak, mükemmel bir piyasa modeli tasarlamasını isteseydik, bize, geçtiğimiz on yılda egemen olanlara benzer koşulları tarif ederdi. Peki, öyleyse, şimdi ne oldu?” (24/01/08). Diğer bir değişle, her şey istediğiniz gibiydi, hatta daha fazlasıyla… ama yine kriz içindesiniz!

Gerçekten de, şimdi bankacılar “küresel kapitalist sistemin çökme riskinden”, “sosyalist ruhun, korumacılık eğilimlerinin geri gelmesinden” (age) korkuyorlar. Ağızlarına bile almak istemedikleri, “düzenleme/regülasyon”, “müdahalesi”, “şeffaflık” sözcüleri, Davos toplantılarında sık sık anıldı. AB Merkez Bankası Guvernörü Trichet, bir oturumda, “geçen yıl burada, risklere işaret etmiş, uyarmıştım”. Dedikten sonra, tartışma ilerlerken, “regülasyonun koşullara göre sürekli yenilenmesi gerektiğini” vurguladı, Goldman Sachs’ın genel müdürü, “şeffaflığın öneminden, Merkez Bankalarının daha yakın gözetiminin gerekliliğinden” söz ediyordu. Bu arada, 1970’lerde kaldığına inanılan stagflasyon, 1930’larda kaldığına inanılan deflasyon sözcükleri havalarda uçuşuyor.

Herkes birbirini suçlamaya başladı. Özellikle de mali piyasa aktörlerini, yani küreselleşmenin efendilerini… Düne kadar, örnek alınan, gıpta edilen genel müdürler, borsa yatırımcıları için, aç gözlü, aptal, küstah sözcükleri artık, sıkça kullanılıyor… Gilbert, “kendi kum havuzunuza pislediniz” diyor.

United Press International’ın emektar editörlerinden Arnaud de Borchgrave’e göre de, “Amerika’nın acımasız tefecileri, düşük kalite ipotek komisyoncuları, sahtekarlar, el ele verip, Amerika’nın parasal denetçilerinin gözlerini boyayıp, dünyanın geri kalanını dolandırıp demokratik kapitalizmin adını kirletmişlerdi”(UPI, 25/01/08). Financial Times’a göre dünyanın geri kalanı da bunun farkında ve ABD’yi suçluyor. Örneğin, Avrupa Birliği Parasal İşler Komisyonu başkanı Joaquim Almina “temel sorun, ABD’de resesyon riskidir. Dünyada değil ABD’de… ABD ekonomisinde uzun yıllardır büyük dengesizlikler birikti…” (Financial Times, 22/01/08). Prof Konstantin Sonin’de Moscow Times’daki yorumunda ABD yönetiminin enflasyonist finansman politikalarına değinerek, “ABD ekonomisine ve demokrasine güvenmenin maliyetinin” artmaya başladığından yakınıyordu(22/01/08)

Washington Post’tan Robert Samuelson’a da “bu mali alt üst oluşun ortasında giderek ortaya çıkıyor ki, kapitalizmin en tehlikeli düşmanları bizzat kapitalistler… Bu mali başarısızlıkların ortasında, bizzat sorumlu olanların, kendilerin verdileri abartılı ödüller kimsenin gözünden kaçmıyor”… diyerek yine genel müdürlere yükleniyor. Böyle devam ederseymiş “bir çok Amerikalı, kapitalizmin aklını kaçırdığını düşünebilirmiş”. Adeta sermayenin, serbest piyasanın katkısı yok krize, sorun insanlarda… Hani şu “okullar olmasa milli eğitimi çok güzel yönetirdim” sözü var ya onun gibi bir şey…

Yoksa bir rüya mıydı?
Kuşkular bu kadarla sınırlı değil. Her şey o kadar iyi gidiyordu ki… Yoksa, hoyratça tatlı bir rüyadan mı uyandırıldık? Amerika’da 1990’larda Küreselleşmeyle başladığına inanılan, “Goldilock” (masaldaki çorba gibi, ne çok sıcak ne, çok soğuk. Tam kıvamında) ekonomisine ilişkin olarak, New York Times’dan David Leonhardt “İyi zamanların serap olduğuna ilişkin endişeler” başlıklı yorumunda “Son mali kargaşanın bir çok nedenli var, ama bunların hepsi, önceki kuşağın ekonomik başarılarının serap olduğunun ortaya çıkması korkusuyla bağlantılı”. Refah gerçek miydi yoksa sanal mı?

Gerçekten, kredi köpüğü olmasaydı bu refah da, başta Çin olmak üzere Asya ekonomilerinin ihracatını emen tüketim humması da olmayacaktı. Stephen Roach, Davost’aki ekonomistler forumunda, ABD’de ekonomik etkinliğinin içinde geçmişte, yaklaşık %67 civarında olan tüketici harcamalarının payının, son yıllarda %72’e yükseldiğine dikkat çekiyor ve ekliyordu, “bu tüketimin payını %5 indirecek olsak, bu tarihin en büyük resesyonu olur” (J.Fox, Time, 24/01). ABD ekonomisindeki hızlı büyümenin, borsadaki “boğa piyasalarının”, aslında bir kedi köpüğünün ürünü olduğu giderek bilinçlere çıkıyor: “Önce borsalarda, sonra inşaat piyasalarında oluşan muazzam spekülatif köpükler, ekonominin sivri uçlarını gözlerden gizlemişti”(Leonhardt, age)

Business Week’den Michael Mandel da benzer kaygıları paylaşıyordu: “büyük bankalar ‘sil baştan’ yapıp, her şeyi geride bırakmak, yeniden başlamak istiyorlar”. “Zararları silmeye çalışıyor, FED’in de bu süreçte ellerinden tutmasını bekliyorlar”. Ama, diyor, Mandel. “gerçek şu ki, halen teknoloji köpüğünün arkasından oluşan refahın ne kadar gerçek ne kadar kredi çılgınlığının ürünü olduğunu anlamaya çalıştığımız uzun, zor bir sürecin daha başındayız”. Sonra Mandel, tüketici harcamaları, tüketici kredileri, şirket kazançları, üretkenlik, borsa performansı ve dünya ekonomisindeki büyüme başlıkları altında verileri gözden geçiriyor; yüksek performansla kredi köpüğü arasında yakın ilişki olduğunu düşündüren bir resim oluşturuyor.
-0-
Geçen hafta ABD Merkez Bankası, 20 yılın en büyük faiz indirimini gerçekleştirdi. Yönetim tüketici talebini güçlendirici maliye-politikaları uygulayacağını muştuladı: Geliri yılık 75,000 dolara kadar olan herkese 600 dolarlık, her çocuk için de ek 300 dolarlık çek gönderilecekmiş. İki parti bu ekonomik paket üzerinde anlaştılar. Diğer bir değişle yalnızca, sol eğilimli Prof Weisbrot’un değil, Wall Street Journal’ın da işaret ettiği gibi artık hepimiz Keynesciydik.

Ama ortada ufak bir sorun var: Küreselleşme (mal ve sermayenin serbest dolaşımı). ABD’de bu, talep teşviki aslında kimi destekleyecek? ABD’deki mal, servis üreticilerini mi, yoksa ABD’ye mal satan Asya ülkelerindeki üreticileri mi? Diğer bir değişle Davos’ta da sık sık vurgulandığı gibi, dünyanın büyüme merkezi doğuya kayarken, ABD hegemonyasına direnme gücü gittikçe artan ekonomileri ve siyasi güçleri mi?

Bu destek, canlı emek tüketme peşinde, doğuya kaymaya başlayan “kendi kendine genişleyen makine” olarak, sermayenin gereksinimlerine uyun olabilir. Ama ya “arzulayan makine” olarak, bir ülkeye, bir kültüre ait kapitalistin, hele hegemonyacı gücün egemen sınıfı olarak kapitalistin, gücünü, servetini, yaşam tarzını koruma gereksinimi ne olacak? Bu sınıf, devletinin Keynesci politikalarından öncelikle yararlanmak istemeyecek mi? Bu istek, salt sermaye hareketlerinin değil uluslararası ticaretin de denetlenmesi taleplerini gündeme getirmeyecek mi? Ya o zaman ne olacak? Küreselleşme de şüphe edilmesi gerekenler listesine girmeyecek mi?

Sunday, January 27, 2008

Kriz, “sermaye” ve insan

(Cumhuriyet 23.01.2008)

Kapitalizmin krizi derinleştikçe, “sermaye” ile, insan arasındaki çelişki derinleşiyor. Bu, çelişkinin insan tarafında salt işçiler değil, kriz sırasında ayakta kalmaya çalışan kapitalistler de var. Şimdi bunlar da serbest piyasa “modelini” sorgulamaya başlıyorlar.

Bir “makine” olarak Sermaye
Sermaye bir salt “şey” değil, daha çok bir “ilişkiler ağı”. Bu “ilişkiler ağı” varlığını sürdürebilmek için durmadan genişlemek, sürekli “canlı-emekle” karşılaşıp, onu içine çekerek tüketmek ve genişlemesine olanak sağlayacak ekonomik fazlayı üretmek zorundadır. Hegelci bir değimle “kendi kendine genişleyen şey” de diyebiliriz sermaye için. “Sermaye”, insan çelişkisini irdelemeye çalışırken, Deleuze ve Guttari’nin (Anti-oedipus, III/9) “moden kapitalist makine” kavramından da yararlanabiliriz.

Bu genişleme boyunca sermaye, mekanı ve zamanı durmaksızın yeniden düzenler, verili “anlamları” (kültürü, öznellikleri) “çözer”, yenilerini oluşturur, insanın “yaşam dünyasını” kendi genişleme gereksinimlerine uydurur. Bunun için bir “makine” olarak sermayenin işleyişinin önünde hiç bir engel olmamalıdır: “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”. Bu “makine” çok sayıda makinelerden oluşur. Kriz dönemlerinde bu makinelerden, genişleme sürecinin gereksinimlerine uyum sağlayamayanların bir kısmı tasfiye olur bir kısmı diğer makineler tarafından tüketilir/özümsenir, bir “yaratıcı yıkım” yaşanır.

İşte bu süreç içinde, Deleuze ve Guttari’nin bir başka kavramına baş vurursak, “arzulayan bir makine” (yiyen, içen, sıçan, sevişen…) olarak insan, bir canlı emek tüketme makinesi olarak sermaye ile karşı karşıya gelir. Bu, kapitalist açısından, yaşam etkinliğine olanak veren sermaye parçasının (şirketinin vb…) yok olması ve mekanın/zamanın yeniden düzenlenmesi bağlamında, hem kendisinin (ailesinin), hem de kültürünün varlığını tehdit eden bir karşılaşmadır. Bu yüzden, birileri, “bu koşullarda biraz acı çekmek kaçınılmazdır”… “ ‘yaratıcı yıkım’ın piyasanın özünde olduğunu, sorun çıkartmadan kabul etmek gerekir; o bir piyasa hatası değildir” (Lindsay, www.adamsmith.org, aktaran Glyn Daly, IJZS Cilt.1.4) dese de kapitalist, çoktan işletmesini, iktidarını, kültürünü hatta canını kurtarmanın yolarını aramaya başlamıştır: Devlet devreye girmeli, birileri kurtarılmalı, birikim merkezinin bir mekanından bir başkasına kayması önlenmeli, yıkımı erteleyecek yeni mekanlar açmalı vb…

“Arzulayan makine” olarak kapitalist
Son krizde de, sermayenin genişleme sürecinin “yıkıma” yol açma riski büyüdükçe, bir “arzulayan makine” olarak kapitalist[ler]in, bir tepkisi, Freud’un deyimiyle “yatsıma” (“yok, yok, kurt değil köpektir…”), fanteziler üreterek “normalliği” korumaya çalışmak, dahası bu yadsımayı/fantezileri topluma yaymaya çalışmak oldu. Örneğin, 1990 ’larda: “Artık bir yeni ekonomi” var, “küreselleşme enflasyon tehlikesini ortadan kaldırdı”. 2003-2008 arası: “ABD dış açığı sorun değil”, “dünyada tasarruf fazlası var bize göndermeyecek de ne yapacaklar?”… 2007/08: Daha sonra, “merak etmeyin kriz sınırlı bir bölgede… resesyon olmayacak, ‘ayrışma var’, Asya peşinden sürükler”… Böylece, “beklentiler yönetildi”, diğer sınıflar (halk) daha fazla borca batma, daha büyük yıkım pahasına tüketmeye, işler yolundaymış gibi davranmaya yönlendirildi.

Diğer tepki de, “yaratıcı yıkıma” kabullenmek yerine, devleti “sermaye makinesine” müdahale etmeye zorlamak, sorunları, “kırılmayı”, gelecekte şiddetinin artması pahasına erteletmeye çalışmak oldu. Ancak, “kırılma” anı, “yaratıcı-yıkım” artık ertelenemez hale geldiğinde toplumsal düş kırıklığı, tepki riski daha da artmıştı. Dahası sermayenin işleyişini, yıkımı azaltacak biçimde yeniden düzenleyecek modellerin geliştirilmesi gecikmişti.

Şimdi, “arzulayan makine” olarak kapitalist, bir “yıkım makinesine” dönüşen sermayeyi yeniden denetim altına almak istiyor, ama hem yöneticilerin, hem de halkın öznelliklerinin buna hazır olmadığını dehşetle görüyor.
Giderek daha geniş çaplı müdahale zorunluluğu oluşuyor. Bu da daha geniş toplumsal tabakaların hareket geçirilmesini gerektiriyor. Üç “olay” olasılığını birden içeren kritik bir “moment” oluşuyor: Faşizm (günümüzde ek olarak siyasal İslam), sosyal demokrat uzlaşma, toplumsal devrim. Şimdi, artık bir “olay alanı” şekillenmiş, Badiou’nun vurguladığı gibi “olayı” yaratmak için “öznesini” beklemeye başlamıştır.

Kriz derinleştikçe “sermaye” ile insan arasındaki çelişki derinleşiyor. Krizler yalnızca, kapitalist ve işçi arasında sınıf savaşlarını değil, aynı zamanda, sosyal demokrasinin tarihinden bildiğimiz gibi bu sınıfların “sermaye” karşısında uzlaşma olasılığını da gündeme getiriyor. Bu uzlaşmanın maddi zeminini (yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin, yönetme işlevini üstlenecek düzeye yükselemediği için) toplumsal çöküntü olasılığının doğduğu bir konjonktür oluşturabiliyor. Bu gün böyle konjonktür, “uzlaşma” yoluyla sermayeyi dizginleyecek yeni bir “modele” geçme olasılığı doğuyor. “Davos”ta yaşanacak tartışmalara bu gözle de bakmakta yarar var.

Wednesday, January 23, 2008

Helal olsun!

En büyük beş Amerikan bankası 2007 yılında çalışanların yaklaşık 40 milyar dolar ikramiye dağıtmış. Bu dağıtılan ikramiyenin çok büyük bir kısmının söz konusu bankların hisse senetlerinin ortalama %50 değer kaybetmiş olmasına karşın müdürlere gittiğini gören kimi, bu işlerden anlamayan insanlar yakınıyorlar. Efendim bu insanlar dünyanın en yetenekli müdürleri, bunlar piyasanın onlara biçtiği fiyat. Yani çok “doğal”, boşuna konuşmayınız lütfen…

Örneğin, Merrill Lynch’in görevini bırakmak zorunda kalan Genel Müdürü, Stanley O’Neal, ayrılırken 161 milyon dolar tazminat aldı. Yönettiği bankanın hisse senetleriyse kriz başladığından bu yana yaklaşık %45 değer kaybetmiş. Ayakta kalabilmek için Çin’den, Dubai’den para dilenen Citi Group’un Genel Müdürü C.O Prince’in de cebine 68 milyon dolar giriyor. Goldman Sachs’dan, Lloyd Balnfein’de 60.7 milyon dolar alıyor. Ama Balfein, bence hak etti. Çünkü Goldman Sachs, “subprime ipotek krizinden büyük paralar yapan tek banka.

Bazı kötü kalpli insanlar, bankanın eski genel müdürü Paulson’un halen Maliye Bakanı olmasına işaret ediyorlar ve soruyorlar “bizim gibi salakların bilemediği neyi biliyordu Sachs?” Hiç utanma yok bu adamlarda, mali piyasalar tam anlamıyla güvene ve dürüstlüğe dayanır. Yoksa hiç iş yapamazlar… Birileri “sadakate de..” diyor galiba. Haklısınız ama siz ne demek istiyorsunuz?

Tuesday, January 22, 2008

Bunlara güven olur mu?

William Hester, (CFA, Hussman Funds, September 2007) aktarıyor:

Ben Bernake’ye Ağustos 2001, yılında Princeton universitesi ekonomi bölümü başkanlığı yaptıgı sırada, üniversite gazetesi tarafından, ekonominin resesyone gidip gitmedigini sormuşlar. Bernake, teknoji sektörü dışında ekonominin oldukça sağlıklı olduğunu, vergi indirimleri ve son faiz indirimlerinin ekonomiye resesyonu savuşturması için gereken ivmeyi kazandıracağını söylemiş.

Daha sonra, Ben Bernake’nin o zaman üyesi olduğu, NBER- Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu- iş çevrimlerini (Business Cycles), resesyonları hesaplayan ve resmen açıklayan kurum) ekonominin, o yıl altı ay önce Mart ayında resesyona girdigini resmen açıklamış.

Vurgulayalım:
1- Resesyon başladıktan bes ay sonra Bernake hala, resesyona girmeyecegiz diyor.
2- NBER resesyonu başladıktan altı ay sonra, açıklıyor!

“Krizin” neresindeyiz?

(Cumhuriyet 21/01/08)

Eğer bu kriz “o kriz” ise, acaba sürecin neresindeyiz? “Kriz” başlayalı 6 ayı geçti ancak hala tünelin ucunda ışık yok. Yıl başından bu yana gelişmeler krizin derinleşmeye, yayılmaya devam ettiğini gösteriyor.

Yıl kötü başladı
Borsalar yıla kötü başladı. Bloomberg’e göre 1991’den bu yana en kötü başlangıç bu (15/01). Ocak’ın 3’üyle 18’i arasında, FT100 % 8.4, Dow Jones Sanayi İndeksi %7.8, daha geniş kapsamlı S&P 500 % 8.4, Financial Times Eurofin 300 %8.5, Nikkei % 5.6, Heng-Seng, % 8.5 düştü. Geçen hafta, Dow Jones 13,000’in tabanını delerek yoluna devam etti,12,000’lerin alt sınırına çok yaklaştı, FT100’de 6000’in altına indi.

“Bu ‘düzletmelerin’ sonuna geldik mi? Şimdi borsalar yeniden yükselmeye başlar mı?” Sorusuna karşılık, Barclays Capital’den stratejist Kochugovindan’a göre “risk göstergeleri ‘yeni bir kiriz’, riskten aşırı bir kaçışa var diyor, bu da satışların devam edeceğini düşündürüyor”(Financial Times 16/01). Wall Street Journal’ın baş yazısı da Cumartesi günü, krizin geldiği aşamayı, Charles Kindleberger’in krizlerin tarihi üzerine yazılmış (!?), Manias, Panics and Crashes çalışmasına göndermeyle “Panik” aşamasındayız diyordu (19/01) Clinton’un çalışma bakanı, Prof Robert Reich’e göre “ABD’de durum potansiyel olarak gerçekten vahim”(Le Monde 18/01)

Mali piyasalarda panik havasının yayılmaya başlaması doğal. “Kriz” başladığında, burası ABD “ev piyasasının en riskli bölümüydü, merak etmeyin yayılmayacak” deniyordu. Daha sonra, diğer kredi piyasalarını etkilemeye başlayınca da, “bu likidite krizi, sıkışıklık uzun sürmez, FED faizleri indirir, muslukları açarsa aşılır…”. Bu aşamada genel kanı krizin ABD piyasasıyla sınırlı olduğu doğrultusundaydı. “ABD’de de ekonomik zemin sağlamdı. Bir ekonomik yavaşlama yaşanabilirdi ama resesyon olasılığı yoktu. Kriz dünyanın geri kalanına bulaşmayacaktı, bir “ayrışma” başlamıştı. Diğer bölgelerdeki büyüme dünya ekonomisini koruyacaktı” . FED likidite musluğunu açtı, faizleri indirmeye başladı. AB Merkez bankası piyasaya yarım trilyon Avro bastı Ancak kriz yavaşlamadı. Kısa sürede, krizin bir likidite sorunu olmadığı, salt ABD’yi değil, tüm dünya ekonomisini etkileyen devasa bir kredi köpüğünün patlamaya başladığı “oraya çıktı”.

Çıkınca da durgunluk korkusu yerini resesyon korkusuna bıraktı. Ağustos başında, Google Business News’de, resesyon sorusuna 4500 sayfa gelirken, Ağustos sonunda bu sayı 9772’ye, Ekim başında 16,000, Aralık sonunda 52.000’e yükseldi. Cumartesi 75,000’e ulaştı. Medyada “resesyonu” tartışan yazıların bu hızla artması, piyasaların resesyon olasılığını benimsediğini gösteriyordu. Daha önce de aktarmıştık, kimi “resesyon olmayacak” diyen analistler, hızla “büyük olasılıkla…” diyenlerin kampına geçtiler. Morgan Stanley’den Richard Berner, 11 Ocak yorumunda da artık, “en azından ılımlı bir resesyon” diyor ve ekliyordu, “bu gün sorular resesyonun ne kadar derin ve uzun süreli olacağıyla ilgili”. Prof Roubini’ye göreyse “ekonomi çapında bir resesyona” girilmişti (USA Today 15/01)

Dahası, USA TODAY’de John Waggoner’e göre Wall Street, artık “stagflasyonu” konuşuyor (15/01) . Gerçekten de, kredi krizi yayılmaya devam eder, ABD’de tüketici talebi çöker, bir aşamada, halen sığınak liman işlevi gören gelişmekte olan piyasaları da etkilemeye başlarsa, resesyonun çok derin, geniş ve uzun süreli yaşanması, hatta enerji, gıda gibi malların fiyatlarındaki yapışkanlıktan dolayı “stagflasyona” dönüşmesi olasılığı da vardı. Altın’ın 900 dolara vurması iyi bir işaret değil.

Şimdi, The Economist’in işaret ettiği gibi, kritik bir soru şekilleniyor: Enflasyonist eğilimlere boş verip, bir mali-parasal genişlemeyle resesyonu engellemeye mi öncelik verelim? Yoksa enflasyona önem vererek, mali disiplini korumaya devam edelim, piyasanın kendi kendini temizlemesini mi bekleyelim?

Bu salt ekonomik değil, aslında siyasi bir sorun. ABD’de gündemde başkanlık seçimleri, ABD ve Avrupa’da işçi hareketinde uzun yıllardır görülmeyen bir canlanma var. Geçerken değinelim, tarih, tüm büyük resesyonlardan az önce işçi hareketinde belirgin bir canlanma yaşandığını gösteriyor. Morgan Stanley Baş ekonomisti Stephen Roach’da 1990’ların sonuna doğru, bir küreselleşme karşıtı tepkinin geleceğine savunuyordu. Dalga 1999’da aniden su yüzüne çıktı, 2001 resesyonundan az önce…

Şimdi anahtar kavram “bulaşıcılık”
Kriz başladığından bu yana analistlerin büyük çoğunluğu, mali piyasaların bir değimini ödünç alırsak hep “behind the curve” kaldılar. Şimdilerdeyse tartışmalara sızmaya başlayan sözcük “mali bulaşıcılık” (örneğin: Globe and Mail- Canada, 10/01; Munchau, Financial Times, 14/01; Elliott, Guardian,18/01; Outlook, WSJ, 19/01). Mali kriz, düşük kaliteli ipotek piyasasında, borç piyasalarına, banka sistemine, ABD’den Avrupa’ya Asya’ya bulaştı. Şimdi Ev piyasasından, çok daha büyük çaplı borçların söz konusu olduğu ticari gayri menkul piyasasına (Wall Street Journal, 09/01), banka piyasasından, özel sektörün yüksek-risk-yüksek getirili bono (Junk Bonds) piyasasına, bunları sigorta eden şirketlere (Credit Default Swaps) bulaşmaya başladı (Jubak, MSN Money, 18/01, Bajaj, New York Times, 19/01).

Bu sırada, mali kriz ABD’yle sınırlı kalmadı, Avrupa, Avustralya, Asya piyasalarını etkiliyor. Ev piyasaları krizi de, İngiltere’yi hatta İspanya’yı (Başyazı, FT 13/01; Bloomberg 18/01) etkilemeye başladı. Bu sırada, uluslararası mali sistemin (“sistemik kriz riski”), uluslararası para sisteminin, doların geleceğinin, oradan da karşılığı olmayan (sabit bir değere bağlı olmayan) para sistemlerinin zaaflarının tartışılmasına doğru evrilmeye başladı.

Bulaşıcılık artık, ekonomik model tartışmalarını da etkiliyor. Kendi kendine dengeye geleceği varsayılan mali piyasa “arızaya geçince”, Citigroup Merrill-Lynch, Morgan Stanley, Bear Sterns, UBS gibi “küreselleşmenin efendileri” de açıklarını kapatmak için Asya ve Ortadoğu devletlerinin mülkiyetindeki Egemen varlık Fonlarının kapılarını aşındırmaya başlayınca kafalar karıştı (yoksa açılmaya mı başladı? “Bildiğimiz kapitalizmin bir sorunu var”, Leonard, Salon 15/01).

Şimdi devlet müdahalesi, kamulaştırma açıkça tartışılıyor. Roubini’nin bloguna konan “Londra’lı bir bankacı” imzalı notta “faizleri indirmek, piyasaya para basmak çözüm değil, batık bankaları devletleştirilerek istikrar yeniden kurulmalı, mali disipline devam…” diyordu. Keynesgil modelin, mali politikayla, sağlık, eğitim gibi sosyal harcamalarla canlandırma, talep yönetimi (Business Week, 17/01), gibi araçlarının, yeniden gündeme gelmesi de anlamlı. Bu, son 20 yılın ekonomi yönetme modelinin artık tükendiğinin itirafı. Krizin ciddiyetini göstermesi açısından bundan daha tipik semptom olamaz diye düşünüyorum.

Tabii tüm bunlara tipik bir kriz semptomunu daha eklemek gerekiyor: Henüz kesin konuşmak için erken ama, seküler eğilimler, Dünya ekonomisinin ağırlık merkezi, bir çok gözlemcinin de dikkat çektiği gibi ABD-Avrupa hinterlandından, Çin-Hindistan-Japonya hinterlandına doğru kaymaya başladığını düşündürüyor…

Friday, January 18, 2008

Dünyada gıda fiyatları artarken…

(Cumhuriyet, 14/01/08)
Bir çok ciddi yerel ve küresel siyasi, ekonomik, toplumsal sorunlar yaratmaya aday gıda güvenliği sorunu, enerji sorunu kadar ilgi çekmiyordu. Bu açıdan Dünya Ekonomik Forumu tarafından, Davos zirvesindeki tartışmalara zemin hazırlamak amacıyla hazırlanan Küresel Riskler 2008 raporunda konuya özel bir yer ayrılmış olması, hem umut verici bir gelişme, hem de sorunun ağırlaşmaya başladığını gösteriyor.

Gerçekten de Buğday, mısır, pirinç, süt ve diğer temel gıda ürünleri 2006 yılında rekor düzeyde fiyat artışları yaşamışlardı (Christian Science Monitor, “Ucuz gıda ürünleri dönemi neden sona erdi?”, 31/12/07). Bu eğim, 2007 yılında da devam etti. The Economist meta fiyatları indeksi, gıda fiyatlarının 2007 yılında % 49 artığını gösteriyor. Bu konuyla yakından ilgili olduğu için, ham petrolün varil fiyatının da aynı yıl %74 artarak, Ocağın ilk haftasında 100 dolar “tavanını” deldiğini de, geçerken not edelim. Dünyanın 2008’e, tüketim kapasitesine oranla, “tarihsel olarak kaydedilmiş en düşük tahıl stoklarıyla” girdiğine dikkat çeken Prof. Jospeh Dancy (Financial Sense, 09/01/08), gıda fiyatlarının bu yıl da artmaya devam edeceğine inanıyor.

Gıda Fiyatlar neden artıyor?
Gıda fiyatlarındaki artışları belirleyen dinamiklerin çok özlü bir betimlenmesine, Gıda ve “Agri-business” piyasalarında çalışan uzmanlardan Ned W. Schmidt’in bir bilgi notunda rastladım. Schimidt’e göre “geçtiğimiz on yıllar boyunca tüm dünyada muazzam mali kaynak ev sektöründe ve mali yatırım alanlarında köpükler yaratmakla heba edildi, dünyanın gittikçe artan kendini besleme yetersizliği sorununa eğilmek için, hemen hiç bir şey yapılmadı. Önümüzdeki dönemde, bu sektörde, arz talep dengesini sağlamanın tek yolu fiyat artışlarından geçiyor.” Schmidt, Çin’den, Hindistan’dan ve biyo-enerji üretimi alanlarından gelen talebin sorunu daha da ağırlaştırdığını düşünüyor.

Gıda fiyatlarındaki artışların arkasında bir taraftan arz-talep dengesi, diğer taraftan da kısa dönemli spekülatif mali hareketler var. Arz-talep dengesini bozan etkenlerden talep tarafındakiler özetle şunlar: (1) Küresel nüfus artışı; (2) küreselleşmenin (mali genişlemenin) desteklediği küresel ekonomik büyümenin, özelikle gelişmekte olan ülkelerde yarattığı “yeni-orta sınıfın” hızla artan tüketim kapasitesinin etkisi ; (3) Başta Çin ve Hindistan olmak üzere, kırsal yapılar çözülürken işçi sınıfının nüfus içindeki göreli ağırlığının artması, buna bağlı olarak kentleşmenin hızlanması, hızlandıkça da işlenmiş gıda, özellikle ekmek, et (dolayısıyla hayvan yemine), süt ve kümes hayvanlarına olan talebin hızla artması.

Arz/tedarik tarafındaysa şu etkenler var: (1) Küresel ısınmanın ve hızlı kentleşmeye bağlı aşırı kullanım su stoklarını azaltıyor, dahası, sulama için gerekli kaynakları kullanarak, (Monbiot, “Water Boom is over” 10/10/06, The Guardian) yada kirleterek tarım üretimini olumsuz yönde etkiliyor; (2) Petrol fiyatlarındaki artışlar taşımacılık ve diğer üretim maliyetleri üzerinden fiyatlara yansıyor; (3) Nihayet gıda fiyatlarında yükselme eğilimin belirginleşmesiyle birlikte, mali sermayenin, bu piyasalardaki spekülatif hareketleri giderek artıyor. Gorge Soros’un eski ortağı Jim Rogers’e göre, “buğday, soya fasulyesi, mısır, portakal suyu, piyasalarında, gelecek on yılda büyük servetler yapılacak” (The Times, 10/06/07).Wall Street Journal da “İhtiyat fonlarının” (Hedge Funds) tahıl piyasalarına, özellikle de pirinç piyasasına girmeye başladığını aktarıyordu.

Petrol fiyatlarındaki artışlar da tahıl fiyatlarının yükselme eğimini güçlendiriyor: Biyo-yakıt talebi arttıkça giderek daha çok mısır ürünü yakıt üretimine ayrılıyor, diğer ürünlere ayrılan topraklar da giderek daha çok biyo yakıt girdisi olacak ürünler ekiliyor. Böylece, gıda piyasalarında toplam arz üzerinde, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nü(FAO) tedirgin edecek ölçüde bir basınç oluşuyor.

“Yanında, enerji krizi soluk kalacak…”
Çevre Haberleri Ağı (Environmental News Network) tarafından yayımlanan bir rapora göre, “ağır gıda yetersizliği sorununa ilişkin senaryoların karşısında, kredi krizinin, yüksek petrol fiyatlarının sarsıntıları soluk kalıyor”. BMO Financial Group, küresel portföy stratejisti Donald Coxe’e göre, “dünyanın önündeki en büyük sınav 100 dolarlık petrolle yaşayabilmek değil, gelişmekte olan ülkelerdeki yeni orta sınıfın, bizim orta sınıflar düzeyinde yemek yiyebilmesini sağlayacak gıdayı bulmak. Bunun için üretimin çok belirgin bir biçimde arttırılması gerekiyor”.

Cox, “yeterince gıda üretemeyen ülkeler gerçek sorunlarla karşı karşıya kalacaklar. Çünkü gıda maddesi üreten ülkeler, örneğin Hindistan ve Rusya [artı Çin, Avustralya-E.Y] kendi gereksinimlerini karşılamak için tahıl ihracatına kota getirmeye başladılar. Kendine yeterli gıda kaynakların sahip ülkeler gelecekte büyük bir avantaja sahip olacaklar”.

Gıda krizi senaryoları, aynı zamanda siyasi istikrarsızlık, hatta ayaklanma riski demek. Dünya Ekonomik Forum (WEF), geçen hafta yayımladığı Küresel Riskler 2008 başlıklı raporunda, bu risklere özellikle ve öncelikle yer veriyordu. WEF Raporu, devletinin meşruiyeti temel gıda tedarikini sağlamaya dayalı, yoksul, gelişmekte olan ülkelerde ciddi siyasi krizlerin oluşabileceğini düşündürüyor. Deutsche Bank’ın üst düzey müdürlerinden Michael Lewis’de “gıda fiyatları arttıkça dünyanın varsılları ve yoksulları arasındaki uçurum daha da artacak. Çatışma da, eninde sonunda, sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan dünya arasında yaşanacak” diyor (Lauren, Etter, Wall Street Journal, 15/12/07).

Ben bu yazıya hazırlanırken elektronik posta kutuma, Dünya Gazetesi Tarım Yazarı Ali Ekber Yıldırım’ın 10.01.2008'de yayınlanan "Tarım karşıtlığı yükseliyor..." başlıklı yazısı düştü. Yıldırım, “Günümüzde küresel ısınma tehdidi, tarımsal ürünlerden enerji üretimi, hızlı nüfus artışı nedeniyle beslenme ihtiyacı dünyada tarımın önemini her geçen gün artırıyor. Bir çok ülke, yeni döneme uygun politikalar geliştiriyor. Tarımsal üretimi destekleyen, katma değer üreten ve daha da önemlisi “kendi kendine yeterlilik” ilkesini benimseyen bir politika bu” diyor ve yazısında, 1980’den bu yana hükümetlerin tam tersi politikalar izlediğine dikkat çekiyor: “Türkiye’de tarım karşıtlığı 1980’de başladı. Yaşanan ekonomik sorunların baş sorumlusu ilan edilen tarım sektörü, dışa açılma politikalarının ve sanayileşmenin önünde bir engel gibi gösterildi. Tarım yapmak “ayıp” sayıldı. Çiftçilik horlandı, küçümsendi. Tarımdan ve tarımcılardan kurtulmak temel ilke olarak benimsendi. Bu nedenledir ki, dünyadaki bir çok uygulamanın aksine, Türkiye’de özelleştirme, Süt Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu gibi tarımsal KİT’lerin tasfiyesi ile başladı. Bu dönemde tarım karşıtlığı adeta bir virüs gibi beyinlere girdi ve yerleşti.” Ben de Tarımın tasfiyesini gelişme, MAI’yi “demokratik devrim” sanan, şaşkın “ekonomistlerin” sayesinde diye eklemek istiyorum… Derler ya, “kötü teori kötü ilaç gibidir öldürür….”

Saturday, January 12, 2008

Dünya Ekonomik Forumu, Küresel Riskiler çok arttı diyor

Dünyanın efendileri” geleceklerinden endişeli. Bu yıl 23-27 Ocak arasında yapılacak Dünya Ekonomik Forumu Davos zirvesinde bir araya geldiklerinde esas olarak kısa ve uzun dönemde önlerinde duran, ufuklarını karartmaya başlayan “küresel riskleri” konuşacaklar. DEF’ un geçtiğimiz günlerde yayımladığı Küresel Riskler 2008 raporu bu tartışmanın zemini oluşturmayı amaçlıyor. Rapor, bu gün artık geçmiş 20 yılda izlenenlerden daha farklı bir yaklaşımın da gerekli olduğunu vurguluyor.

Rapor, dünyanın en seçkin işadamlarından, siyasetçilerden bilim insanlarından oluşan yüz kişilik bir grubun katkıları üzerinden, Citigroup, Marsh &McLenna Companies, İsviçre Reasürans, Wharton School Risk Merkezi ve Zürich Finansal Hizmetler kuruluşu tarafından hazırlanmış. Diğer bir değişle dünya ekonomi, siyaset ve finans çevrelerinin kaymak tabakasının yakın ve uzak döneme ilişkin beklentilerini ve kaygılarını yansıtıyor.

Dört büyük risk

DEF’ un gecen yılki risk raporu, ABD ekonomisinde resesyon olasılığının artacağını ve bir kredi krizinin patlak verebileceğini yazıyordu. Bu öngörüleri gerçekleşen rapor, 2008’e ilişkin 54 sayfalık analizinde kısa ve uzun döneme ilişkin dört büyük risk saptıyor ve bunlar üzerinde yoğunlaşıyor. Bu riskler sırasıyla Sistemik Finansal kriz, Gıda güvenliği sorunu, Tedarik zinciri kırılganlıkları ve Enerji güvenliği.

Sistemik Finansal kriz, dünya mali sisteminin çökmesi ve küresel bir krize riskiyle ilgili. Rapora göre bu risk, halen geçerli olan mali piyasa modeline ilişkin bir seri temel soruyu gündeme getiriyor. Bundan sonra, belki eskiden olduğu gibi Merkez Bankalarının mali piyasaları tamamen denetledikleri döneme geri dönemeyeceğiz ama, Merkez Bankaları’nın da piyasalara düzen getirmenin yeni yollarını bulmaları gerekiyor. Bunun için, rapor kamu ve özel sektör arasında, stres testi, likidite yönetimi, risk değerlendirilmesi ve önlenmesi için işbirliğinin daha da arttırılması gerektiğini öneriyor. Böylece, Rapor mali piyasaların, kendi sorunlarını kendilerinin çözemeyeceğini de kabul etmiş oluyor. Yeni ve farklı bir yaklaşım talebi de işte bu kabulden kaynaklanıyor.

Bu kısa döneme ilişkin riske ek olarak, Rapor, bir küresel gıda krizi riskinin artmakta olduğuna da dikkat çekiyor. Dünya gıda stoklarının son 25 yılın en düşük düzeyinde olduğunu, fiyatların artmaya devam ettiğini saptayan Rapor, bu dinamiklerin bir çok noktada siyasi istikrarsızlıklara, hatta gıda ayaklanmalarına yol açabileceğine dikkat çekiyor. Rapora göre küresel gıda güvensizliği giderek ağırlaşacak. Küresel tedarik zincirindeki kırılganlıklara ilişkin risklere gelince, Rapor, küreselleşmenin ve teknolojik gelişmelerin bu alanda verimliliği arttırmakla birlikte son derecede karmaşık ve esnekliği düşük tedarik zinciri ağları ve henüz tam olarak kavranamayan riskler yarattığını vurguluyor: Bir şirketin tedarik zincirinin bir halkasının kopması tüm zinciri felç edebilir. Bu sorun ülke çapında güvenlik riskleri de yaratabilir. Nihayet Rapor küresel ekonomi acısından enerji kaynaklarının güvenliğinin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Rapor, enerji üretimi ve akımının güvenliğinin, sera gazlarının azaltılması amacını da gözden kaçırmadan sağlanmasının gerekli olduğuna işaret ediyor. Rapor, önümüzdeki 10 yılda arzın talebin gerisinde kalmasına da bağlı olarak fiyatların yüksek kalacağını, bunun uluslararasi ve yerel düzeyde siyasi-ekonomik riskleri arttıracağına dikkat çekiyor.

Bu riskler karşısında raporun, yeni bir yaklaşıma, daha fazla siyasi liderliğe gerek olduğuna, uluslararasi işbirliğine vurgu yapması da serbest-piyasa paradigmasının Davos’ta da sorgulanmaya başlandığını düşündürüyor.

Wednesday, January 09, 2008

“Örnek ülke” Kenya!

Afrika savaşlarla, soy kırımlarla sarsılırken Kenya bir istikrar vahası, ABD’nin, “demokratik”, küreselleşmeye açık örnek müttefikiydi. Kenya 27 Aralık’ta yapılan başkanlık seçimlerinin hemen ardından siyasi bir kaosa yuvarlandı. Bir kilisede yakılan çoğu kadın-çocuk 50 kişi dahil, dört günde 300 ölü, binlerce yaralı yüz binlerce göçmen, Batı’da şaşkınlık yarattı. Medya hemen etnik kimlikler üzerinde yoğunlaştı. 1994’de Tutsi-Hutu kabileleri arasında yaşanan etnik çatışmalarda, yaklaşık bir milyon insanın öldürüldüğü Ruanda soykırımı anımsandı.

Ama, aslında, ne Kenya istikrarlı bir ülkeydi, ne de seçimlerden sonra patlak veren çatışmalar beklenmedik gelişmelerdi. Son yıllarda ABD’nin “terörizme karşı” sürdürdüğü savaşta Afrika’daki büyük dostu Kenya, şimdi, yeniden bir kargaşanın eşiğindeydi. Sanırım bu, ABD’ye fazla yaklaşan hemen her “çevre” ülkesinin kaderi oluyor…

Seçimlerde ne oldu?

Seçimlere katılım çok yüksekti, 30.000 gözlemci vardı; 300 siyasi parti 10 başkan, 2000 millet vekili adayı yarıştı. Dokuz milyon seçmen oy kullandı. İktidar partisi meclis seçimlerinde yenilgiye uğrarken, iki başkan adayından, Kibaki, yaklaşık 4,500,000 oy alan rakibi Odinga karşısında, 250,000 oy gibi düşük farkla seçimleri kazandığını ilan etti. Devlet başkanı, Kikuyu aşiretinden, Mwai Kibaki seçim sonuçları “açıklandıktan” bir saat sonra yemin ederek görevine yeniden başladı. ABD ve İngiltere, Kibaki’yi hemen tebrik ederek, muhalefetten seçim sonuçlarına saygı göstermesini istediler. Ancak, bu sırada, Avrupa Birliği gözlemcileri, seçimlerde geniş çaplı yolsuzluk yapıldığını ileri sürüyorlardı.

İrili ufaklı 47 etnik grubun temsilcilerinden oluşan, Müslüman seçmenin de desteklediği, muhalefet kanadı Portakal-rengi Demokratik Hareketin (ODM) lideri, Luo aşiretinden Odinga, seçimleri aslında kendisinin kazandığını, geniş halk katılımıyla yapılacak bir toplantıda, halkın başkanı olarak yemin edeceğini açıkladı. Ukrayna “Portakal Devrimiyle”, Filipinlerde Başkan Arroya’nın büyük bir halk kitlesini harekete geçirerek, seçimleri resmen kazanmadan başkan olma biçimiyle Odinga’nın taktikleri arasındaki benzerliği görmemek ise olanaksızdı. Nitekim kimi gözlemciler, bu gelişmelerde etkin rol oynamış Amerikalı bir seçim taktiği uzmanının Kenya’da da etkin olduğundan söz ediyorlardı (Opendemocracy, 03/01/08).

Olaylar hızla ilerlerken, Seçim Komisyonu Başkanı, baskı altında kaldığını, aslında Kibaki’nin kazanıp kazanmadığını bilmediğini açıkladı. ABD ve İngiltere Kibaki’ye verdikleri desteği isteksizce geri çekmeye, yerine bir Kibaki -Odinga uzlaşması önermeye başladılar. Ancak her iki aşiret lideri de, geçmişte, 1978’den 2002’ye kadar devlet başkanlığı yapan Daniel Arap Moi yönetimini birlikte kurdukları bir koalisyonla devirmiş olmalarına karşı, bu kez, uzlaşmaktan yana görünmüyorlar. Belli ki, 76 yaşındaki Kibaki, bu benim son dönemim kaybedecek neyim var Odinga da (62) bu sefer başkan olmazsam, bir daha olamam diye düşünüyorlardı…

Gelişmeler sürpriz değil
Aslında yaşananlar kimseyi şaşırtmamalıydı. Birincisi, siyaseti etnik kimlikler üzerine kurulu Kenya’da hemen her seçim döneminde, yüzlerce insanın ölümüne yol açan olaylar yaşanıyor. Örneğin, 1992 seçimlerinde, çatışmalarda ölenlerin sayısı 1500’e ulaşıyordu. 1997 seçimlerinde yine en az 500 Kenyalı yaşamını yitirmişti

Bu kez de, benzer bir sürecin yaşanacağına ilişkin, belirtiler seçimlerden önce hızla birikiyordu. Yerel gazeteler, balta ve pala satışlarında olağan üstü artış olduğunu, birilerinin bunları toptan satın aldığını bildiriyordu (The Guardian, 2/01/08). Muhalefet cephesi ODM “1’e karşı 47” sloganıyla Kikuyu etnik grubunu hedef gösteriyordu (Newstatesman, 03/01/08) Çünkü ülke nüfusunun %17’siyle en büyük etnik grup, Kikuyu kabilesi, ülkenin ekonomik ve siyasi olarak en güçlü kesimini oluşturuyordu. Seçimlerden hemen sonra en büyük çatışmaların “Rift vadisinde” gerçekleşmesi de rastlantı değildi. Bağımsızlıktan sonra Avrupalı çiftçilerin terk ettikleri en verimli topraklar Kikuyu ailelerinin eline geçmişti. Şimdi Rift vadisi özellikle genç nüfus içinde topraksızlığın ve işsizliğin en ağır yaşandığı bölgelerden biriydi (BBC). Üstelik, muhalefetin daha seçimlerden önce, yaydığı “seçimlere hile karışacak” iddiaları, kendi araştırma şirketlerinin ürettiği abartılı sonuçlar, beklentileri şekillendirmiş, ODM taraftarlarının zaferden başka bir sonucu kabul etmelerini çok zorlaştırmıştı (Opendemocracy)

Ve Emperyalizmin parmak izleri
Toplam nüfusu 1975 yılında 13.5 milyondan 2004’de 33.5 milyona çıkarken, yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı 1990’da % 48’den %55’e yükselen, başkenti Nairobi’de halkın üçte ikisi gecekondularda yaşayan, bağımsızlıktan, özellikle Daniel Arap Moi’den bu yana adeta bir hırsızlar çetesi tarafından yönetilen Kenya’da toplumsal çelişkilerin, etnik çatışmaların gittikçe artması şaşırtıcı değil. Tüm bu süreçte, Financial Times’da Michael Holman’ın işaret ettiği gibi (01/01/08) batının önemli bir rolünün olması da…

Holman, “Afrika’da bir krizin, geldiğini bu kadar önceden haber vermesine, şimdi Kenya’da ki gibi felakete dönüşmekte olan bir krizde Batı’daki siyasetçilerin bu kadar büyük suç ortağı olmasına çok ender rastlanır” dedikten sonra, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi kuruluşları işaret ediyor. Holman’a göre “Bu kuruluşlar, Afrika’nın en çürümüş rejimlerinden birini yıllardır, bile bile desteklediler”. Bizzat Başkan Kibaki tarafından yolsuzlukları araştırmakla görevlendirilen John Gitango, ulaştığı bulgulardan korkarak İngiltere’ye iltica edip yolsuzlukları açıkladıktan sonra bile, ne IMF ne DB sessizliklerini bozmamışlar. Çünkü diyor Holman, “ABD ve İngiltere’nin yanı sıra Birleşmiş Milletler’in, yüzlerce yabancı kaynaklı sivil toplum kuruluşunun, Afrika’daki etkinliklerinde üs olarak kullandıkları Kenya’da dengeleri sarsmak istemediler”.

Gerçekten de ABD ve İngiltere’nin Kenya ile uzun süreli ve karmaşık askeri anlaşmaları var. ABD, bu ülkenin limanlarını kullanıyor ve, bu yıl kurulacak olan “Africom” ordusunun en önemli merkezlerini bu ülkeye yerleştirmeyi planlıyor. Başkan Mwai Kibaki, başından beri bu sürecin parçası, ABD neo-con çevreler yakın ve “terörizme karşı savaşta” kendini (eş başkan olarak görecek kadar şaşkın olmasa da) ABD’nin Afrika’daki ortağı gibi görüyor, terörist avına doğrudan katılıyor (http://www.intelidaily.com/). Odinga’yı Müslüman seçmen desteklerken, ABD’nin kuşkuyla karşılaması da bu yüzden.

Bir taraftan, etnik kimlik siyasetinin etkinliği, çatışmaların önceden planlanması, esas olarak Batı’nın desteğiyle ülke zenginliklerinden oransız ölçüde nemalanan tek bir etnik grubu hedef alması, diğer yandan, hemen seçim ertesinde, ABD-İngiltere ve AB gibi iki büyük jeopolitik eksenin zıt tutum almaları (çelişkili uluslararası çıkarların varlığı), Ruanda trajedisine yol açan etkenlerin, Kenya’da da söz konusu olduğunu gösteriyor. Kenya halkının, işi çok zor özellikle liderleri, bir taraftan, etnik kimlik siyaseti üzerinden iktidar ve servet peşinde koşarken, diğer taraftan, korunmak için büyük güçlere hizmette birbirleriyle yarış ettikleri müddetçe…

Monday, January 07, 2008

Günümüz ve yakın gelecek üzerine ileri derecede spekülatif düşünceler

Önce ucuz petrol dönemi bitti, sonrada ucuz gıda. Bir yıldır petrol ve gıda fiyatları (buğday, mısır, süt, ekmek et yumurta…) hızla artıyor. Su kaynakları da gittikçe azalıyor. İçecek su gittikçe değeri artan bir meta oldu…

Bunlar sıradan metalar değil. Bunlar stratejik öneme sahip, ülkelerin siyasi istikrarı güvenliği söz konusu olduğunda belirleyici etkiye sahip metalar. Bu metaları gerektiği miktarda tedarik edemeyen ülkelerin ulusal güvenlikleri, egemen sınıflarının siyasi gelecekleri tehlikeye girecek demektir. Öyleyse, güvenliği ve siyasi geleceği tehlikede olanların bu metaların tedarikini salt ideoloji öyle diyor diye “gizli elin düzenleme kapasitesine” diğer bir değişle piyasaya bırakması beklenemez.

Dahası, dünya ekonomisi bir resesyona giriyor, ama aynı zamanda bu piyasalarda bir enflasyonist baskı söz konusu. Üstüne üstlük, mali piyasalarda yaşanmakta olan banka/kredi krizini hafifletmek için Merkez Bankaları, “yaratıcı yıkımı” (piyasaların kendi kendini temizleme işlemlerinin sonuçlarına katlanmayı) göze alamayıp, küresel çapta likidite artırımına, faiz indirimine gidiyorlar. Demek ki enflasyonist baskılar daha da artacak. Sonuç stagflasyon, dahası likidite arıtırımı sonuç almadığına göre belki de “likidite kapanı”… Mali kriz söz konusu olduğunda da siyasi ve stratejik nedenler, diğer bir değişle gerçekçilik, çözümün serbest piyasaya bırakılmasının önündeki en büyük engel. Ulusal egemenliğine, siyasi iktidarına önem veren hiç bir egemen sınıf, ülkesinin büyük bankalarının batmasın izin vermez. Bu nedenle mali piyasalara müdahale giderek daha çok gündeme geliyor, gelmeye de devam edecek…

1980’lerden bu yana, dünya halklarına satılan küreselleşme fantezisi bitti. Şimdi bir başka faza geçmenin yolları, yeni bir kriz yönetme modeli aranıyor. Ama gördüğümüz gibi yok! Kriz derinleşiyor, salt, gıda, enerji, su paylaşımı değil sorun. Yakında mali ve meta piyasalarının paylaşımı da büyük önem kazanacak. İlk işaretlerini hızla yayılan ikili ticaret anlaşmalarında görüyoruz. Ama bu yalnızca başlangıç.

Mali (kredi köpüğü) söner, mali dalga geri çekilirken, bu köpüğe neden olan kapasite fazlası (aşırı üretim krizi) sorunu yeniden görünür olmaya başlıyor. Siz sorun “bir avuç spekülatörün ihtirasından kaynaklandı” fantezisini boş verin. Bu mali köpük, kurulu kapasitenin ürettiği malları karşılayacak talebin yaratılması için genişletilen kredi hacmi üzerinde oluştu. Sermayenin üretken faaliyet alanında kar oranları geriledikçe, sermaye, birikime devam edebilmek için, bu kez birikmiş artı değer stokların ulaşmak üzere mali alana kaymaya, buna uygun yeni biçimler geliştirmeye başladı. Şimdi o kadar suçlanan yeni enstrümanlar işte bu yeni biçimlere ilişkin…

Fazla kapasite sorunu, içinde çok önemli bir siyasi sorun taşıyor. Bu fazla kapasite yükünden kurtulmanın iki yolu var, ya devalüe edilecek, yani yıkılacak, yok olacak. Bu işsizlik yoksulluk siyasi gerginlik hatta belki de siyasi kriz demek. Ya da, başka piyasalara dalınacak, oralar denetim altına alınacak, diğer sermaye gruplarına kapatılacak, böylece söz konusu ülkede/bölgede oluşan fazla kapasite baskısı azaltılmaya çalışılacak. O zaman diğer ülkeler ya bu sonuçlara katlanacaklar (örneğin Türkiye gibi ), yada Almanya Fransa, Japonya Rusya, Çin gibi, tepki gösterecek kendilerini korumaya, benzer taktiklerle yabancı piyasalara dalmaya, dikmeye çalışılan engelleri aşmaya çalışacaklar. Merkantilizm yeniden geri geldiğine ilişkin yakınmalar boşuna değil.

Bu eğilime uluslararasi döviz dengelerinde yaşanacak gerginlikleri de eklemek gerekir. Döviz oranları kapasite fazlası sorunun, bir yıkıma gerek kalmadan, ihraç etmeye yardımcı olan etkenlerden biri. Kendi sanayi yapısını, ekonomisi üzerinde hükümranlığını, ve ülkesindeki kapasite fazlasını koruma ayrıcalığını korumaya devam etmek isteyen ülkeler, paralarının diğer dövizler karşısında aşırı değerlenmesini istemezler hatta, gerektiğinde kontrollü olarak devalüe ederek rekabet güçlerini destekleyebilmeyi isterler.

Daha şimdiden bu gerginlikleri, ABD dolarındaki hızlı gerileme, Avro bloğundan gelen yakınmalar, Asya ekonomilerinin dövizlerinin değerini düşük tutmakta ısrar etmeleri, ABD sanayi sermayesinde ve emekçi kesimlerinde yükselmeye başlayan korumacılık eğilimler, giderek daha çok sözü edilen ekonomik ulusalcılık, vb bağlamında yaşamaya başladık bile

Şimdi, dünya ekonomisi hızla daralmaya, mali köpük patlamaya başlarken, sermaye için de kaçak yerler hızla daralıyor. Sermaye, hem kendisi siyasi güç biriktirmenin aracı hem de siyasi güç sermaye biriktirmenin. Siyasi güç sahibi olanlar, şimdi bunu giderek daha çok kullanarak ekonomik açıklarını kapatmaya çalışacaklar: Emperyalizm ve dahası neo-klasik-sömürgecilik, gittikçe daha sık baş vurulan bir yöntem olacak.