Thursday, December 25, 2008

Kriz ve iki “semptom”

Geçen hafta, uluslararası medya da 2009’un olası ekonomik koşulları üzerine başlayan tartışmalarda, 2008’de mali piyasaları vuran krizin, giderek tüm ekonomiyi etkilemeye başladığı ve 2009’a bu sürecin damgasını vuracağı üzerinde bir mutabakatın oluşmaya başladığı görülüyordu.

Eğer bu mutabakat haklıysa (ben haklı olduğunu düşünüyorum), krizin yeni bir aşamaya girmekte olduğu söylenebilir. Bu aşamada, uluslararası ticari ve mali ilişkiler ve ülkelerin içindeki bölüşüm ilişkileri, dolaysıyla sınıf çelişkileri üzerinde basınçların giderek, siyasi sonuçlar da yaratarak artması beklenebilir.

Geçen hafta ABD oto endüstrisini kurtarmak için açıklanan 17 milyar dolarlık yardım paketi ve Yunanistan’da üçüncü haftasına girmeye hazırlanan isyan, bu yeni aşamanın özelliklerini yansıtan iki “semptom” olarak okunabilir.

Elveda serbest piyasa”
Bu hafta The Economist’te “Elveda serbest piyasa” başlıklı ilginç bir yorum var. The Economist’e göre, “Bir kuşaktan daha uzun bir suredir ilk kez, küresel bütünleşme sürecinin iki motoru – ticaret ve sermaye akımları - aynı anda geri vitese takıyorlar”. Diğer bir değişle, dünya ekonomisinde, mal ve finansal yatırım piyasaları hızla daralıyor. Öyleyse finans ve sanayi sermayesi grupları (çoğu kez bütünleşmiş oldukları için kolaylıkla “finans kapital” kavramını kullanabiliriz) bu daralma içinde ayakta kalabilmek için, etkileyebildikleri devletlerin kaynaklarına iç ve dış politika inisiyatifine giderek daha çok başvurmaya başlıyorlar. Serbest piyasa, açık pazar, yerini “can pazarı” kaygısına bırakıyor. The Economist’te bu nedenle korkuyor: Korumacılık, rekabetçi döviz politikaları, sanayi, ihracat destekleri, dünya pazarını 1930’larda olduğu gibi parçalayabilir.

Aslında yeni dönemde, devletlerin üzerinde zıt yönlerden gelen iki basınç oluşuyor: Biri, gittikçe artan işsizliğin getirdiği siyasi kaygıların basıncı. İkincisi, özel sektörün, geçen hafta dile getirmeye başladığı “bu ücretler çok esneksiz” yakınmalarının aksi yönden gelen basıncı.

İşsizliğin siyasi bir sorun olmasını engellemenin bir yolu iç pazarı dış rekabete karşı korumak, iç talebi desteklemek iken, iş çevrelerinin talepleri emekçilerin tepkilerinin denetim altında tutulmasını gerektiriyor.

Geçen hafta ABD’de açıklanan oto endüstrisi kurtarma paketi, bu karmaşık süreci çok güzel temsil ediyordu. Birincisi bu, serbest piyasa ilkelerini bir kenara atan bir destekleme paketi. Neoliberal modele göre, bu üç otomotiv şirketi, rakiplerinin rekabetine terk edilmeli, sermayelerinin ve de piyasalarının daha verimli ve etkin sermaye gruplarının eline geçmesi dert edinilmemeliydi. Ama bu rakipler Alman ve Japon şirketlerinden oluşuyor. ABD yönetimi de hem kendi ulusal oto sanayini siyasi rakiplerine kaptırmak, hem de 250,000’dan fazla kızgın işçiye, ailelerine hesap verme riskiyle yüz yüze gelmek istemiyor; bu yüzden serbest piyasa kurallarını ihlal ederek, diğer firmaların “hakkını yiyerek” oto endüstrisini desteklemeye karar veriyor.

Ama yönetim, aynı anda paketle birlikte, oto işçilerinin ücretlerinde büyük kesintilerin yapılması, sendikaların emeklilik ve sağlık fonlarına katkı olarak nakit yerine şirket hisselerini kabul etmesi koşullarını getiriyor. Böylece sendikalarla şirketin çıkarı birbirine bağlanırken sendikalar, işçilere karşı karşıya gelmeye zorlanıyor.

Prof Krugman’ın da birçok kez vurguladığı gibi, geçen büyüme döneminde, ABD işçisinin ortalama reel ücreti artmadı. Buna karşılık, şimdi işsizlik hızla artarken, geçen hafta Bloomberg’den, Amity Shlaes’in gündeme getirdiği “farklı” bir 1929 yorumu, depresyonun sorumluluğunu, o zaman düşmemekte direnen işçi ücretlerine ve buna göz yuman yönetimlere çıkarıyor. Büyük Muhafazakarlar kitabının yazarı Martin Hutchinson da geçen hafta Prudentbear’daki köşesinde benzer bir 1929 yorumunu savunuyordu. Sermaye devletten yalnızca mali destek değil işçi ücretlerini düşürmek için de yardım istemeye başlıyor.

“Yunan sendromu”
Yunanistan’da eylemler üçüncü haftaya girmeye hazırlanırken 800 lise 200 üniversite işgal altında, göstericiler zaman zaman TV, televizyon binalarını, hükümete yakın gördükleri sendikaların merkezlerini işgal ediyorlar.

Protesto eylemleriyle, Hava Kontrol Görevlileri’nin, kamu sektörü ulaşım işçilerinin, doktorların, hastane personelinin, öğretmenlerin görevlilerinin üniversite profesörlerinin, sendikaların mitinglerinin de çakışması muhalefetin fiilen bir anti-kapitalist cephe oluşturmaya başladığını düşündürüyordu. Göstericilerin “kahrolsun kan, yoksulluk ve özelleştirme hükümeti” gibi sloganlarla giderek somut siyasal taleplere ve hedeflere (hükümete) yönelmekte olduğunu gösteriyor.

Eylemler yaygınlaştıkça muhalefetin, SSCB döneminden kalma komünist partisi (KKE), sendika bürokrasileri gibi kurumlarının artık işlevsizleşmenin ötesinde, muhafazakarlaşmış olduğunu, yeni şekillenmelerin gerekliliğini de gözler önüne seriyor. Özellikle, KKE liderliğinin, iş çevrelerinin, “artık sabrımız taşıyor” yorumlarıyla çıkan yayınlarının Avriani’nin ön sayfasında “polis düzeni, demokrasiyi koruyamıyorsa vatandaşlar ve KKE bu görevi üstlenmelidir” ( WSWS, 20/12/08) çağrıları ibret verici örnekler oluşturuyor.

Göstericilerin eylemlerini, “Atina da kıvılcım, Paris’te yangın, Devrim geliyor” gibi eylemleri Avrupa’ya yaymak istediklerini gösteren sloganları henüz abartılı bulunsa bile, The Independent gazetesine konuşan bir Fransız hükümet görevlisine göre eylemler, Avrupa Birliği’nde bir “Yunan Sendorumu” oluşturdu, yönetimlerce dikkatle izleniyor. Çünkü bu eylemlere yol açan hoşnutsuzluklara hemen her AB ülkesinde rastlamak olanaklı.

Fransa’da lise öğrencileri Sarkozy hükümetinin eğitim reformuna karşı sokağa çıkınca, hükümetin hemen geri adım atması da bu yüzden. The Independent’in aktardığına göre Sarkozy’nin bir danışmanı “öğrenci liderleri artık denetimi kaybetmiş durumdalar, varoşlardan çok daha radikal unsurların, aşırı solun etkileri eylemlere sızlamaya başladı” diyormuş. Buna karşılık Independent’in Paris muhabiri örgencilerin “Fransa’nın siyasal sistemine, kapitalizme ve küreselleşmeye karşı hoşnutsuzluklarını” dile getirdiklerini aktarıyor.

Hükümet geri adım attı, ama göstericiler, “Sarkozy Brüksel’in ve ABD’nin emrinde, eğitim bütçesinden alıp, bankalara vermek istiyor” diye düşünüyorlarmış. Diğer bir değişle, Atina ve Fransa’da göstericilerin, dolaysız, tekil olaylardan hareketle büyük sıçramalar yaparak sistemin tümüne ilişkin kimi saptamalar yapmaya başladıkları ve eylemlerin yayılma eğilimi taşıdığı gözlemleniyor.

AB liderliğinin ve iş çevreleri endişelenmekte haklılar. Çünkü başlarken, işaret ettiğim gibi krizin bu aşamasında, işletmeler ayakta kalabilmek için bir taraftan işçi çıkartmaya devam ederken, öte taraftan işçi ücretlerini düşürmeye çalışırlarken gelecek tepkileri hükümetlerin göğüslemesini isteyecek gibi görünüyorlar. Bu var olan sermaye birikiminin duyarlılıklarına göre sekilenmiş olan, sendika bürokrasilerinin, muhalefet liderlerinin duruşlarının, siyasal söylemlerinin sorgulanmaya başlanmış olması de yeni bir döneme girildiğinin bir başka işareti.

Thursday, December 18, 2008

Liberalizmin dayanılmaz hafifliği

Bir grup entelektüelin yayımladığı Ermeni kardeşlerimizden “özür dileme” çağrısı üzerine bir not…Bir grup entelektüelin yayımladığı Ermeni kardeşlerimizden “özür dileme” çağrısı üzerine bir not…  

Wednesday, December 17, 2008

Berlin, Londra, Atina

Geçen hafta Almanya ile İngiltere arasında yaşanan tartışmalar, yönetenlerin eskisi gibi yönetmekte zorluk çektiklerini bir kez daha gösterirken, hafta boyunca tüm Yunanistan’ı etkisi altına alan, hatta kimi Avrupa kentlerine de sıçrayan eylemler, “yönetilenlerin de duyarlılıklarında bir değişimin başlamış olabileceğini” düşündürüyordu.

‘U’ dönüşü, ‘Almanya sorunu’

Ekonomik krizde, ABD başta olmak üzere, “yönetenler eskisi gibi yönetemedikleri” için, bir “U” dönüşü yaparak, bütçe açığı kaygısını, mali disiplini (neoliberalizmi) rüzgâra savurup bankalarını kurtarmaya, tüketici talebini güçlendirmeye yönelik kamu harcamalarına (maliye politikaları) yöneldiler.

Ancak bu “U” dönüşüne başlayanların, kriz karşısında, eşgüdüm içinde hareket etmekte büyük zorluk çektiklerini görüyoruz. “Küreselleşme” ulus devleti etkisizleştirmediği gibi, ulusal çıkar anlayışını, uluslararası sermayenin ulusal dayanaklarını da ortadan kaldırmamış meğerse...

Bu gerçeği, ulus devleti etkisizleştirmede en ileri gittiği varsayılan Avrupa Birliği’nde görmek çok öğretici. Kriz başladığından bu yana AB liderliği (Almanya, Fransa, İngiltere) ortak bir kriz yönetim modeli, “kurtarma paketi”oluşturmakta zorlanıyor. Geçen hafta üzerinde “anlaşılan” 200 milyar Avro’luk destekleme paketi öncesinde İngiltere-Fransa inisiyatifi, karşısında Almanya’nın direnci, “Almanya sorununun” adeta yeniden gündeme gelmeye başladığını düşündürüyordu.

Alman Maliye Bakanı Steinbrück’ün, İngiliz hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirirken, diplomasi kurallarını çiğneyerek sarf ettiği “kaba saba Keynesçilik”, “İşçi Partisi politikalarının iflası” gibi ifadeler, bu direncin en son örneğiydi. Şansölye Merkel ve Maliye Bakanı Steinbrück, yıllardır sıkı bütçe politikasının önemi üzerine söylevlerini dinledikleri, ama şimdi bir “U” dönüşü yapan İngiltere’nin peşine takılmak istemiyor, hem Avro bölgesine yönelik bir mali pakete hem de karbon emisyonunu sınırlayan tedbirlere katılmakta isteksiz davranıyorlardı.

Bu isteksizliğin arkasında, Hıristiyan Demokrat - Sosyal Demokrat koalisyonun üyelerinin yaklaşan seçimlere ilişkin siyasi kaygıları olduğu kadar, Almanya ekonomisinin özgün koşulları da yatıyor. Almanya ekonomisi, The Guardian’ın bir yorumunda özetlendiği gibi, ABD ve İngiltere’den farklı olarak öncelikle, gelirinin yüzde 60’ını ihracattan elde eden güçlü bir sanayi sektörüne dayanıyor. Tüketici, konut kredileri sektöründe sorunlar, neoliberal finansallaşmanın batağındaki ülkelerinki kadar ağır değil, Alman hane halkı tasarruf oranları da görece yüksek. Dahası, Almanya denk bir bütçeye, Çin’den sonra en büyük cari hesap fazlasına sahip...

Bu koşullarda, Almanya’daki egemen sermaye açısından iç talebin teşvikine yönelik bir mali paket en azından şimdilik gerekli değil. Alman yönetimi de, mali kaynakları daha sonra, gerektiğinde, uluslararası rekabet gücü yüksek, istihdama da en büyük katkıyı sağlayan otomotive (her yedi kişiden biri bu sektörde çalışıyor) gibi sektörleri desteklemekte kullanmayı planlıyor.

Alman hükümetinin, İngiltere ve Fransa’yla arasındaki uyumsuzlukta, uluslararası mali ve sanayi rekabetinin de önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Mali rekabet, Londra ve Frankfurt borsaları arasında yaşanıyor. Alman Maliye Bakanı’nın İngiltere’nin ekonomi politikalarına yönelik eleştirileri, sterlinin geleceğine, Londra borsasının çekiciliğine gölge düşürüyor. Avro bölgesine yönelik mali destekteki isteksizliğin ise iki nedeni olabilir. Biri Almanya, herhangi bir paketin yüzde 20’ye yakın yükünü üstleneceğini biliyor. İkincisi, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin deyimiyle “Fransa çalışırken Almanya’nın düşünmesi” için geçen sürede, diğer ülkelerde iflasların hızlanması, özellikle otomotiv ve iş aletleri sektörlerinde Alman şirketlerine yeni piyasaların, olanakların açılmasını getirebilir. Cuma günü gerçekleştirilen anlaşmaya karşın, Almanya’nın bağımsız davranma eğiliminin giderek artması, Avro bölgesi içinde çelişkilerin daha da büyümesi beklenebilir.

Yeni bir dalga mı?

Sivil polislerin, 6 Aralık günü Atina’nın sol eğilimli, “karşıt kültür” çevrelerinin yoğunlaştığı, yıllardır, sık sık polisle çatışmaların yaşandığı Exarchia mahallesinde 15 yaşında bir genci vurarak öldürmesi Kathimerini’nin bir yorumunda vurguladığı gibi, “hiç de beklenmedik bir şey değildi” (11/12/08). Ama, ardından patlak veren, hızla ülkenin büyük kentlerini saran, önceden planlanmış bir genel grevle de çakışan protesto gösterileri, herkeste şok yarattı. BBC’nin saygın ve soğukkanlı olarak nitelediği gazete Kathimerini’nin cuma günkü yorumunun başlığı da “Yanılsamaların peçesi kalktı” diyordu. Yorumcu, Nikos Konstandars’a göre geçen hafta Yunanistan’ı sarsan ve üniversite işgalleri, sokak çatışmalarıyla ikinci haftasına girmekte olan toplumsal “olayların yarattığı radikalleşmenin sonuçları gelecek on yıl boyunca yaşanacak.” (AthensPlus, 12/12/08)

“Şok”, “yanılsamaların kaybolması”, “radikalleşme” beklentisi (öznelliklerin yeniden şekillenmesi) gibi saptamalar, bize bu çatışmaların bir tarihsel “olay” niteliği taşıdığını söylüyor.

Yıllardır biriken ekonomik toplumsal sorunlarla, meşruiyeti zayıf bir devletin ve ekonomik kriz içinde izlenen neoliberal hükümet politikalarının, Yunan solunun hâlâ kaybolmamış radikal geleneğinin tarihsel zemini üzerinde kesişmesinin, “bir olay alanı” yarattığı söylenebilir. Bundan sonra artık “olayın” doğması için tek eksik, tetikleyici bir rastlantıyı müdahale aracı olarak kullanacak bir “öznedir”. Yunan Anarşist hareketi ve SYRIZA olarak bilinen sol ittifakının harekete geçirdiği “yeni orta sınıfın” (benim “yeni proletarya” olarak nitelediğim kesim) bu tarihsel işlevi başarıyla gerçekleştirerek “olayı” yarattığı görülüyor. “Proletarya”nın geleneksel ve yeni kesimlerinin bir olayın içinde birleşmesine olanak sağlayan Genel Grev ise, tarihin ilginç bir “cilvesi”.

Der Spiegel’den The Guardian’a, Le Monde’dan, Liberation’a, Kathimerini’ye kadar hemen tüm yorumcular, Anarşist grupların olayları başlattığını, eyleme katılan, sokaklardaki kitlenin esas olarak öğrencilerden, lise, üniversite öğretim üyelerinden, “beyaz yakalı”, eğitimli kesimlerden oluştuğunu; gelip geçen halkın, alışveriş yapan kadınların sokaklardakilerle samimi iletişimine ilişkin gözlemleri aktarıyorlardı. Hizmet sektörünün, bilişim endüstrisinin yükselmesiyle başlayan yeni sınıf şekilenmelerinin ayırdında olmayan kimi yorumcularsa, sokaktaki kitlenin belirleyici niteliğini “küçükburjuva” (orta sınıf) olarak saptıyordu. Belli ki Türkiye’de nisan mitinglerine katılan kitlenin sosyal özelliklerine çok benzeyen (geleneksel işçi sınıfının sokak eylemlerine katılımının yoğun olmadığı bildiriliyor) bir kitle vardı sokakta.

Yukarda değindiğim çeşitli yayın organları, bu kesimin sorunlarını, kızgınlığının kaynaklarını aktarırken, sol geleneğin yanı sıra, yönetimin neoliberal politikalarının yıkıcı etkilerinin, kamu arazilerinin yok pahasına, hükümet üyelerini de içeren yolsuzluklar yoluyla müteahhitlere satılmasının, hükümetin kriz vurunca bankalara 28 milyar Avro verirken sosyal hizmetleri kısmasının, eğitimli gençlik içinde yaygın işsizliğin, düşük ücretlerin, geleceğe yönelik umutsuzluğun altını çiziyorlardı.

The Daily Telegraph gibi muhafazakâr basından yorumcular, benzer koşulların İspanya, İtalya gibi ülkelerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa için de geçerli olduğunu, ekonomik kriz ilerledikçe bu tip sosyal olayların sıklaşacağını düşünüyorlar. (11/12). Cumartesi günü Le Monde ve The Independent’ın, Pazar günü de The Guardian’ın yorumcuları da aynı fikirdeydi (13/12).

Thursday, December 11, 2008

‘Paradigma’ İflas Edince…

Bir ekonomik modelin dayandığı paradigma (verili sorular ve kabul edilebilir cevaplar bütünü) iflas edince, hâlâ ona dayanarak konuşmaya çalışanların saptamaları, örneklerine medyada sıkça rastladığımız gibi, giderek anlaşılmaz saçmalıklara dönüşüyor.

Gerçekliğin verdiği mesaj

Türkiye ekonomisinde, temmuz ayından bu yana dış ticaret daralıyor, ihracat ithalattan daha hızlı düşüyor. Dış piyasalar sorun!

İmalat sanayiinde üretim artış hızı hemen tüm dallarda negatife dönüştü. Ağaç ürünleri, makine imalatı, kimyasallar, metal eşya, elektronik, otomotiv dallarında gerileme hızı iki haneli sayılara ulaştı, inşaat sektörüyle ilgili veriler altıncı ay itibarıyla bir önceki yıla göre yüzde 30’dan fazla gerilemeye işaret ediyor. İç piyasa sorun!

Yedinci aydan itibaren sürekli bir önceki yılın gerisinde kalan kapasite kullanma oranlarındaki düşüşün arkasında da öncelikle iç pazarda (%48.3), sonra da dış pazarda (%27.80) talep yetersizliği var. İşçilerden kaynaklanan sorunlar ise %1,5 ile en sonda yer alıyor. Sorun ücretler veya girdi maliyetleri değil.

 

Fasit daire

Talep daralması karşısında işletmeler üretimi kısmaya başlayınca atıl kapasite oranı ve de işsizlik artıyor. Bunlardan birincisi maliyet sorunu yaratırken ikincisi talep yetersizliği sorununu ağırlaştırıyor.

Ferdi kredi ve kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı son iki yılda yüzde 300 artmış; 2006’da 148 bin kişiden ekim ayı itibarı ile 569 bin kişiye yükselmiş olması da iç pazardaki talep daralması olgusunu yansıtıyor.

Mali sermayenin IMF telaşından, hem talep, hem de yatırımlar yönünde ekonomik faaliyet için gerekli dış finansmanı olağan yollardan bulma olanaklarının kalmadığını anlıyoruz. Bu da ülkenin ekonomik modelinin iç ve dış piyasa ve de finansman kaynaklarının tükendiğini gösteriyor.

IMF ile aşılabilir mi?

Bu sorunlar 25-30 milyar dolarlık IMF kredisiyle aşılamaz. Dahası IMF kredisini almak için uyulması gerekecek koşullar, mali disiplin, “popülist harcamalara” yasak vb… İç talep sorununu daha da ağırlaştıracak. Ama bu arada uluslararası mali sermayenin alacaklarını tahsil etmesi, piyasadan çıkışı kolaylaştırılmış olacak!

Bu, okuyarak, üflenerek, IMF’ye dayanarak aşılacak bir kriz değil. Dış ve iç piyasa sorunları, dış kredi daralması Türkiye ekonomisini gelecek yıl, hatta daha sonra da etkilemeye devam edecek. Gelişmiş ülkeler mali disiplin kaygısını rüzgâra savurdular, dikkatleri talep yetersizliği ve kredi krizi sorunu üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bizim yönetimin de bundan ders çıkartması, önce kendi halkının üretim ve tüketim kapasitesini canlandıracak tedbirler üzerinde yoğunlaşması, bu arada, mali sektörün, özellikle uluslararası mali piyasaların kaygılarına boş vermesi gerekiyor. Bu iki sektörü kendini temizlenme sürecine bırakmak, düzenleyici, denetleyici tedbirlerle zararı sınırlamaya çalışmak yeterli olacaktır.

 Bu sektörden gelen saptamalar da zaten, “oyuncularının” realiteyle ilgisinin çoktan kopmuş olduğunu gösteriyor. Örneğin “Piyasa uzmanları, seçime gidilirken hükümetin mali dengenin bozulmasına yol açacak popülist kararları konusunda endişeler” yaşıyorlarmış. “IMF ile yapılan anlaşma bu riski” azaltacakmış. Bir uzman, “Kriz bittiğinde mali dengeleri bozulmuş bir ülke haline gelme tehlikesinin önüne geçilmiş oldu” demiş. “Dünyanın büyümeye geçtiği dönemde Türkiye’nin ekonomisindeki istikrarı korur halde kalması” gerekiyormuş. “IMF anlaşması ile bu istikrar garantiye alınmış” (Aktaran E. Sağlam, Referans, 06/12).

 Bu “uzmanlar” ya çoktan bu gezegeni terk ettiler. Ya da “mali sermaye önemli, gerisini boş verin” demeye getiriyorlar ki bu da aynı kapıya çıkıyor. Bunların dayandıkları paradigma merkez ülkelerin sermaye birikim krizine çare olarak geliştirilmiş, 1980’lerden başlayarak, çevre ülkeleri de buna bağlama kaygılarından kaynaklanmıştı. Bu paradigma, dış mali kaynağa (uluslararası mali sermayeye), ihracata (gelişmiş ülkelere, yine onlardan gelen girdilerle, ucuz ücret malları üretmeye) ve ucuz iş gücüne dayalı (iç talebe ilgisiz) bir ekonomik model yarattı, IMF’de onun uygulayıcısı oldu.

Şimdi bu paradigma hem teorik olarak hem de pratikte çöktü; herkes hızla yön değiştiriyor. Bize gelince, geçen 25-30 yılda ithal ikameci sanayileşmeden taşeronluğa, fasonculuğa geriledik. Bu arada mali sistemin mülkiyeti uluslararası mali sermayenin eline geçti. Eğer tedbir alınmazsa bu krizin içinde, ülke halkı giderek yoksullaşırken üretim birimleri de hızla bir taraftan yabancı sermayenin eline geçecek, diğer taraftan kapasite fazlası kıyımına uğrayarak tasfiye olacak. Böylece ülke, bir “sömürge sendromu” yaşıyor olmaktan, tüm üretim ve tüketimi “ulusal mekândaki ötekinin iktidarı tarafından yönetilen” bir gerçek sömürgeye dönüşmüş olacak…

Tuesday, December 09, 2008

‘Girdi mi Girmedi mi’den ‘Ne Zaman Çıkar’a

ABD Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) bir tartışmaya noktayı koydu. ABD’de resesyon 2007 Aralığı’nda başlamış. Şimdi, itikat sahibi piyasa ekonomistleri bu gerçekle uğraşadursun, tartışma çoktan “Ne kadar derin?” , “Ne zaman çıkar?” konusuna kaydı.

Depresyon özellikleri sergilemeye başladı

Geçen hafta açıklanan verileri anımsarsak, küreselleşen resesyonun giderek depresyon özellikleri sergilemeye başladığını görebiliriz. Bunların başında, tüm beklentilerin ötesinde adeta bir çığ gibi büyüyen işsizlikle ilgili olanları geliyor. ABD ekonomisinde ücretli işçi sayısı yalnızca kasım ayında 533 bin kişi azaldı. Böylece ABD’de 2008 yılı içinde işini kaybedenlerin sayısı net 1.9 milyona, işsizlik oranı yüzde 6.7’ye yükseldi. Bu, “yapısal krizin” ilk resesyonu olan 1974 yılından bu yana en yüksek kayıptı. PNB Paribas’nın 8 Aralık tarihli raporu, umudunu kaybederek iş aramayanlar da düşünülürse bu oranın gerçekte çok daha yüksek olacağına işaret ediyordu. The Guardian da, çeşitli danışmanlık şirketleriyle yaptığı görüşmelerden hareketle, işsizlik artışının ayda bir milyon kişiye ulaşmasından korkulduğunu aktarıyor (07/12).

Bir diğer gelişme de ABD oto endüstrisiyle ilgili. Bu sektör kurtarılmayı bekliyor. “Üç büyükler” geçen hafta da ABD Senatosu’nu ikna edemediler. Edemezlerse iflasa gitmeleri ve işsizler ordusuna yüz binlerce yeni işçiyi eklemeleri kaçınılmaz görünüyor. İngiltere ve Avrupa oto endüstrisi de varlık yokluk mücadelesi veriyor, işsizlik Avro bölgesinde de hızla artıyor

İşsizlik hızla artarken ABD, Avrupa, İngiltere merkez bankaları yine büyük faiz indirimlerine gittiler. Böylece hep birlikte “sıfır” noktasına, diğer bir deyişle “likidite kapanı” denen faiz aracının artık işlevini kaybedeceği noktaya biraz daha yaklaştılar. Bu sırada gelişmelerin doğasına uygun olarak, dünya piyasalarında emtia fiyatları çökmeye devam ediyordu (Wall Street Journal, 03/12). Petrol haftayı 40.8 dolardan kapadı.

Financial Times’ın Avro bölgesinde gerçekleştirdiği bir tarama, Daimler, Renault ve Peugeot gibi oto sanayiinin, GKN ve BASF gibi kimya sanayiinin kârlarının hızla düşmekte olduğunu, inşaat, turizm sektörlerinin İspanya’dan İsviçre’ye kadar yaşam savaşı verdiğini, perakende sektörünün daralmaya başladığını aktarıyordu (04/12). Bloomberg’den Willima Pesek, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerinden geniş çaplı bir sermaye kaçışı yaşandığına, Çin’e ilişkin büyüme öngörülerinin hızla aşağı çekildiğine dikkat çekiyordu. Asiaeconomics’ten Jim Walker, Çin’de büyüme oranının gelecek yıl yüzde 4 düşmesini (negatif büyüme olasılığının yüzde 30’a yükselmesini) bekliyordu (03/12).

Kötümser tartışmalar

Bizim piyasa ekonomistleri pembe gözlüklerine sıkı sıkıya sarıladursunlar, gecen hafta ekonomi yorumlarındaki kötümserlikte belirgin bir artış gözleniyordu. Prof. Roubini’nin Financial Times, Forbes gibi yayınlarda “En kötüsü hâlâ önümüzde” yorumlarını (artık alıştığımız için) bir kenara bıraksak bile, Financial Times’dan Martin Wolf’un yorumundaki “Batı mali sisteminin görkemli çöküşü” ifadelerini, ekonomisi fazla veren ülkelere yönelik “ya Batı’yı, açık veren ülkeleri (esas olarak ABD) kurtarırsınız ya da sonuçlarına katlanırsınız” anlamına gelen tehditlerini göz ardı etmemiz olanaklı değildi. Yine Financial Times’in yorumcularından Prof. William Builer‘in, merkez bankalarına, boşuna vakit kaybetmeyin bir an evvel sıfır faize ulaşarak likidite kapanına atlayın, nasıl olsa oraya gidiyorsunuz uyarısı, eski IMF ekonomistlerinden Rogof’un “tam kapsamlı bir küresel resesyon yaşıyoruz”, bize enflasyon gerekiyor saptamaları, neo-liberal ekonomi yazarlarının duayeni sayılan Sir Leon Brittan’ın, Harold McMillan’a göndermeyle, bütçe açığını, sonuçlarını düşünmeye kalkmadan genişletme çağrısı, gelinen noktadaki ruh halini çok iyi sergiliyordu.

Sanayinin içinden bir saptama istersek Nokia ve Royal Dutch gibi iki devin ve de Avrupa sanayiinin en büyük 48 firmasının oluşturduğu Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası adlı örgütün yönetim kurulu başkanı Yorma Ollila’nın “Ekonomik koşulların bu kötüleşme hızı hiçbirimizin daha önce yaşamadığı bir şeydi”… “Gerçek bir krizle yüz yüzeyiz. Beklememiz gerekmiyor. Burada ve bizimle” ifadelerine bakabilirsiniz. Ya da Alman iş makineleri sanayiinin önde gelen isimlerinden Diether Klingelnberg’in “35 yıldır bu firmayı yönetiyorum. Daha önce böyle bir şey görmedim. Bu gerilemenin hızı ve derinliği çok korkutucu… Kimse bu korkunun ne kadar süreceğini bilemiyor” ifadelerine kulak verebiliriz.

Ne kadar sürecek?

Şimdi tartışmalar, “ne kadar sürecek” konusuna kaydı. Ne yazık ki burada da yine son derecede ilkel düşünce yöntemleriyle hareket eden “bayağı iktisat” elimizi kolumuzu bağlıyor, bize kıyaslamadan başka bir araç bırakmıyor .

Bu bağlamda, önceki resesyonlara bakarak el yordamıyla bir öngörü geliştirmeyi denemek olanaklı. Geçen hafta Hurşit Güneş, bu konuda elde olan verileri sergilemişti: 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü… 1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü… 2000-2002 krizi 660 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 49 oranında düştü… Son kriz (2007-2008) çıkalı 410 gün oldu ve bu süreçte borsa tam yüzde 49 oranında değer kaybetti”.

Güneş, bu açıdan krizin daha çok 1929’a benzediğine işaret ediyor (ama onun kadar uzun sürmesini beklemiyor) sanırım en azından 660 günden fazla sürmesini bekliyor. Ancak Güneş’in 1929’a o kadar da benzemediğini vurgularken ileri sürdüğü gerekçelerin (tedbir alınmakta gecikilse de yanlış teşhis yapılmadı, tüm dünya buna tepki verdi, tedbirler çok cömertçe ve eşgüdümlü olarak uygulanmaya konuldu) üçünün de göreli ve kolaylıkla tartışılabilir olması düşündürücü.

Daha teknik bir yaklaşım “uzun dalgalar”, 1929 depresyonunu öngörebilmiş olan “Kondradiev salınımları” bağlamında denenebilir. Aivazov ve Kobyakov’un bu bağlamda bir çalışması (Global Research, 27/11), en son gerilemenin 2000-2007 arasında başladığını yaklaşık olarak 2015-2025’e kadar sürebileceğini düşündürüyor. 2000-2007 teorik olarak açıklanabilir bir başlangıç aralığı olmakla birlikte, bu yöntem de tatmin edici bir teorik zeminden yoksun.

Krizden çıkışın ne zaman başlayabileceğini, bir toparlanmanın (geçici bir öteleme olup olmadığını) bilebilmek için, en azından üç gelişmeyi beklemek gerekiyor diye düşünüyorum. Birincisi, kapasite fazlasının, eski sanayilerin tasfiyesi. İkincisi, ekonomik büyümeyi sağlayacak “ekonomik artığı” üretebilecek (kâr oranlarını restore edecek), yeni “emek süreçlerinin”, buna bağlı yeni sanayilerin yaratılması. Nihayet bir veya bir grup ülkenin yeni bir “sermaye birikim” modeli geliştirerek “sürüden” ayrılmaya (gerçek bir “decoupling”) başlaması…

Wednesday, December 03, 2008

Sosyalizm ve Marx Üzerine İki Not

Obama’dan Bombay’a Dünya Turu …

ABD istihbarat ve güvenlik kuruluşları bir süredir, büyük ve gösterişli bir terör eylemi bekliyorlardı. Beklenen eylem, geçen hafta Bombay’da beklentileri aşan boyutlarda gerçekleşti.

Birçok yorumcu (ben de dahil)Obama yönetiminin, geçmişten bir kopuş olmaktan daha çok,Bush yönetiminin son döneminin bir devamı olmasını bekliyordu. Geçen hafta Obama’nın ekonomi yönetim ve ulusal güvenlik/savunma kadrosu belirginleştiğinde, bu beklentiler de fazlasıyla gerçekleşti.

Böylece, son yılların en çarpıcı terörist saldırısının gerçekleştiği hafta, ABD’nin yeni yönetimi de bu tip saldırıların arkasındaki sosyal, psikolojik ve ekonomik etkenleri daha da ağırlaştıran, neoliberal küreselleşmeci ve saldırgan militarist dış politika rotasından çıkmayacağını açıklamış oluyordu.

Çalıntı mektup’

Liberallerin Obama’nın dış politikasıyla ilgili hayalleri bana Edgar Allan Poe’nun ünlü “Çalıntı Mektup-Purloined letter”öyküsünü anımsatıyor. Öyküde polis, hırsızın da kendisi gibi düşüneceğini varsayarak stratejilerini en karmaşık saklama yöntemlerinden hareketle tasarlar, ama mektubu asla bulamazlar. Çünkü hırsız, polisin düşünce yöntimini öngörerek mektubu, odasının ortasında, en göze çarpan yere koyarak “saklamıştır”.

Obama 2002 yılında, Chicago’da savaşa karşı yaptığı konuşmadan bu yana, Irak savaşını “aptalca”, “yanlış yürütülmüş bir savaş”olarak nitelemekle birlikte “tüm savaşlara karşı olmadığını”, edebiyat eleştirmeni Suzan Sontag’ın, “emperyal dış politikanın yerine geçen bir metafor” olarak nitelediği“terorizme karşı savaşa” asla karşı olmadığını defalarca vurgulamıştı. Dolayısıyla Obama en militarist görüşlerini, en ortalık yerde, üzerinde en çok konuşulan Irak savaşı karşıtlığı ortamı içine saklamayı başarmıştı.

Hem Obama’nın bu görüşlerinden hem de ABD’de dış politikanın, yeni başkan göreve gelmeden önce belirlenmesi geleneğinden hareketle biz, “kopuş” hatta değişim, dönüşüm yerine,“süreklilik” beklediğimizi vurgulamıştık. Obama da bizi yanıltmadı: Bush yönetiminin II. döneminde, neo-con politikalar iflas ettikten, Rumsfeld istifaya zorlandıktan sonra Savunma Bakanlığı’nı devralan Gates’i görevde tutuyor; dışişlerinden sorumlu State Department’in başına, Irak savaşını destekleyen, İran’ı yerle bir etmekle tehdit eden Hillary Clinton’u getiriyor. Nihayet ulusal güvenlik danışmanlığını (kulağına en yakın ağız olma ayrıcalığını) emekli General James Jones’a vermesi bekleniyor. Tüm bu atamalar, The Economist’e göre,“bir sola kayış bekleyerek kaygılananların içini rahatlatıyor”.

‘Tilkileri kümese bekçi yapmak’

Geçen hafta bir yorumcu, Obama’nın ekonomi yönetim ekibine bakarak “Bu, tilkileri kümese bekçi yapmaya benziyor” diyordu. Çünkü, Obama’nın ekonomi yönetimini teslim edeceği ekip, yaşanan mali krizin köklerinde yatan denetimsizliğin mimarlarından oluşuyor. Bu yüzden olacak, Obama hazine bakanının ismini açıklayınca“tilkiler” bayram yapmaya başladılar, ABD borsaları, ekonomi tepetaklak giderken, bir haftada son 34 yılın en büyük tırmanışını sergilediler. Neden olmasın, yeni Hazine BakanıTimothy Geithner, New York Merkez Bankası başkanıydı, yani borsayı gözetim altında tutmakla yükümlüydü. Bugünkü mali köpüğün ve “zehirli varlıkların” oluşmasında rol oynayan serbestleştirmelerin, yatırım bankalarının ticari bankalarla birleşmesine olanak veren, türev piyasalarını serbestleştiren yasaların altında da Ulusal Ekonomik Konsey’in başına getirilen Lawrence Summers’in imzası var. Obama’nın ekonomik danışmanlarından Paul Volcker neo-liberalizmi fiilen başlatan, 1982 borç krizini tetikleyerek gelişmekte olan ülkeleri IMF tuzağına iten adam. Geithner’i de yetiştiren Rubin ise halen kurtarılmakta olan Citigrup’un yönetim kurulu başkanı… Özetle güneşin altında esas olarak yeni bir şey yok. Savunma, “Askeri Sinai Kompleksin” ekonomi de“Hazine Wall Street Kompleksin” temsilcilerinin eline bırakılıyor.

‘Komplo’ değil yapısal

Bombay katliamını, dünyada bir Müslüman soykırımı planlayan güçlerin komplosu olarak görmek, belki paranoyak bir yorumdur, ama hem bu olayla, hem de genel olarak “terorizm” olgusunda rol oynayan aktörlerin nihilist eğilimleriyle neo-liberal küreselleşme ve ABD militarist politikaları arasında bir “yapısal belirleyicilik” ilişkisi kurulabilir.

Filistin sorunundan, I. Körfez Savaşı’ndaki katliamdan bu yana Müslüman topluluklardaki insanların, ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı büyük bir nefret geliştirdikleri, aynı zamanda da derin bir iktidarsızlık duygusu ve umutsuzluk içine düştüklerini görebiliyoruz. Diğer taraftan neo-liberal küreselleşmenin getirdiği hızlı metalaşma, yabancı kültürlerle, anlamaya vakit kalmadan kaynaşmaya zorlanma sürecinin, insanların kimlik yapılarını parçaladığını, verili değerlerini anlamsızlaştırdığını, aidiyet sistemlerini değersizleştirdiğini, dahası onları ekonomik olarak yoksullaştırdığını, çaresizleştirdiğini biliyoruz. Böyle koşulların insanları savunma refleksiyle vatandaşlıktan koparıp“somut evrenselliklere” (dini etnik aidiyetlere) doğru ittiğini de biliyoruz. Bu koşullarda insanlar genellikle yeniye direniyor, eskiyi korumaya çalışıyor, hatta moderniteden önce bozulmamış bir dönem hayal etmeye başlayabiliyorlar.

‘Salaam Bombay’

Hindistan özellikle de Bombay işte tüm bu dinamiklerin en şiddetle çarpıştığı yerlerden biri. Bir taraftan nüfusun yüzde 80’ini oluşturan Hindular kendilerine yeni bir kimlik ve tarih yaratmaya çalışırken, giderek BJP gibi ırkçı,şoven milliyetçi ve militarist siyasetlerin etkisine giriyor, nüfusun yüzde 14’ünü oluşturan Müslümanları bu topraklara sonradan gelmiş yabancılar olarak görüp şiddetle bastırmaya hatta tasfiye etmeye çalışıyorlar.

Buna karşılık ağır bir ayrımcılık, yoksulluk altında yaşamaya çalışan Müslüman nüfus, çaresizlik içinde dini kimliğine daha çok sarılırken özellikle genç kuşaklar, Ortadoğu’dan ve Afganistan’dan kaynaklanan militan “cihat yanlısı” akımların yörüngesine çekilmeye başlıyor, Hindu ağırlıklı yönetimin baskıcı Keşmir politikaları da ateşe benzin döküyor. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, Pakistan’a yönelik keyfi saldırıları, Somali’de yarattığı kaos, yerel sıkıntılarla evrensel koşullar arasında bağ kurulmasına yol açabiliyor.

Bu koşullarda da terörist eylemler, başkent Delhi’den daha çok Bombay’da yoğunlaşarak kenti son yıllarda dünyada en çok terörist saldırının yaşandığı mekân haline getiriyor. Bombay Hindistan’ın mali merkezi, kültür endüstrisinin (Bollywood) kenti. Burası yerli, yabancı süper zenginlerin, ünlülerle uluslar arası şirketlerin merkezlerinde çalışan“Davos man”le kaynaştığı otellerle, kahvelerle, gece kulüpleriyle dolup taşıyor, hipermodern gökkafesler, dünyanın en yoksul gecekondularına bakıyor.

Geçen hafta gerçekleştirilen saldırı da bu tanımlamaya çalıştığım yapısal özelliklerin simgeleri olan mekânları ve kimlikleri (Batılı, Hıristiyan ve Musevi) hedef alıyordu. Saldırı çok iyi örgütlenmişti, tutsak alıyor ama bir talepte bulunmuyordu, gençlerden oluşan militanlar en büyük fiziki ve kültürel etkiyi yaratma ve ölene kadar çatışma niyetiyle gelmişlerdi. Modernite karşısındaki nihilist tavır tam böyle bir şey değil mi?

Eylemin büyük bir başarıyla tamamlanmış olması, katılanların radikal Müslüman çevrelerde efsaneleşeceklerini, yeni eylemlere ilham kaynağı olabileceklerini düşündürüyor…Obama yönetimiyse bu nihilizmin beslendiği yapıyı korumakta ve beslemekte kararlı görünüyor…

 


Tuesday, November 25, 2008

Tüm Seferler İptal Edildi

Tarihin sonuna, liberal demokrasinin, küresel serbest piyasanın egemen olduğu, ABD tarzının genelleştiği yerdeki (orada, tek olumsuzluk, artık büyük olaylar yaşanmayacak olmasından kaynaklanan bir can sıkıntısıymış) istasyona giden tren seferlerinde son yıllarda büyük aksamalar yaşanıyordu. Geçen hafta gelen haberlere bakılırsa tüm seferler artık süresiz olarak iptal edildi.

Birincisi, seksen yıl önce küreselleşmenin mezarını kazan bir “olay” yine gündemde. İkincisi, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin raporu, liberal demokrasinin, ABD tarzının genelleşme olasılığının artık kalmadığını resmen ilan ediyor.

Büyük depresyon redux

Geçen hafta dünyanın önde gelen ekonomi yayınlarında yorumlar, tartışmalar, “küresel resesyon” kavramından depresyon olasılığına kaymaya başladı. Bu nedenle, seksen yıl önce “depresyon” olarak adlandırılan dönemin özelliklerini kısaca anımsamak yararlı olabilir.

Büyük depresyon öncelikle bir kredi köpüğünün patlaması, borsalarda yüzde 50’den fazla düşüşler anlamına geliyor. Bu sarsıntılara paralel uzun süren, derin bir ekonomik durgunluk, iki haneli sayılara ulaşan işsizlik oranları, uzun süreli bir fiyat deflasyonu gözlemleniyor. Bu depresyonu, borsadaki düzeltmeleri izleyen herhangi bir resesyondan ayırt eden en önemli özellikler kronik deflasyon ve uzun süreli, yüksek işsizlik oranları. Çünkü bu iki gösterge, sıradan bir temizliği gerçekleştiren devresel resesyonlardan öte, geniş çaplı bir sermaye ve emek imha sürecinin yaşandığını gösteriyor. Bu yüzden depresyon, siyasi istikrarsızlık, yerel, bölgesel savaşlar, devrimler, sağ popülist (faşist) rejimler yaratma potansiyelleri içerdiğinden, kapitalist üretim tarzının en tehlikeli dönemini oluşturur.

Geçen hafta 7500’lere kadar indikten sonra, yalnızca bir söylenti üzerinde cuma günü 500 puan sıçrayan Dow Jones, ama daha kapsayıcı olanStandard & Poors 500 indeksleri olmak üzere, Avrupa’dan Japonya’ya kadar borsa indekslerine bakınca, hemen hepsinin zirve noktalarına göre yüzde elliden fazla değer kaybetmiş olduğunu görüyoruz. Dahası krizin ilk yılı olan 2007’de, Dow Jones’un kayıplarının 1929 krizindeki ilk yıl kayıplarını geçmiş olması da ilginç (Chartoftheday.com; aktaran Ahmet Öncü).

Kredi köpüğünün delinmesiyle başlayan süreçte, ABD’den Avro bölgesine, İngiltere’den Japonya’ya, diğer bir deyişle dünya ekonomisinin en az yüzde 60’ı (gelişmekte olanları katarsak yüzde 80’den fazlası) resesyona girmiş durumda. Kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunu, öncelikle ağır sanayi, ama elektronik ve elektrikli aletler sektörlerinde de giderek ağırlaşıyor. İnşaat sektörüyse, en canlı piyasalarda bile filler mezarlığına dönüşmeye başlıyor. Middle East Times’ın editörü Claude Salhani geçen haftaki yorumunda, Dubai’de “vinçlerin sustuğunu”aktarıyordu (ME Time 20/11.08). Bu sektörlerdeki daralmaya bağlı olarak, petrol ve temel metaller gibi girdilerin fiyatları da hızla düşmeye devam ediyor. Bu yüzden geçen hafta, New York TimesFinancial TimesWashington Post, Le Monde gibi gazetelerin yorumları, Krugman ve Roubini gibi öngörüleri kanıtlanmış ekonomistlerin yazıları, ısrarla deflasyon tehlikesini vurguluyordu.

Geçen hafta ABD otomotiv sektörü, 250 binden fazla işi yok etmek üzere çöküşün eşiğinde kurtarılmayı beklerken, gelen veriler genelde işsizliğin artmaya devam ederek son 26 yılın (neo-liberalizm başladığından bu yana) en yüksek düzeyine ulaştığını belgeliyordu. Öncü Göstergeler İndeksi’ndeki gerileme, bu yıl toplam 1.2 milyon kişi artarak yüzde 6.5’e ulaşan işsizlik oranının yükselmeye devam ederek gelecek yıl yüzde 10’un üstüne çıkabileceğini düşündürüyordu.

Avro bölgesinde de benzer bir durum söz konusu. Otomotiv sektörü sürekli işçi çıkarıyor. Özel sektör performansını izleyen Satın Alma Müdürleri İndeksi’nin (50’nin altısı daralma gösteriyor), kasım ayında beklenmedik sertlikle, yüzde 43.6’dan yüzde 39.7’ye gerilemesi, eylül ayında Avro bölgesinde yüzde 7.5’te seyreden işsizlik oranının gelecek yıl kolaylıkla iki haneli sayılara ulaşabileceğini gösteriyordu.

Tüm bunlara karşılık Wall Street Journal’a göre hükümetler finans sistemini ve ekonomiyi stabilize edecek araçları hızla tüketiyorlar (McCay, 19/11/08). The Australian’da bir yorumcu “hiçbir şey işe yaramıyor” (aktaran Salhani) diyor. Roubini’nin işaret ettiği gibi bir “likidite kapanı”oluşmaya başladı (RGE, 21/11/08). Özetle ABD ve diğer gelişmiş ekonomiler hızla bir depresyona doğru yuvarlanıyor.

2025’te ‘kaosa’ doğru

Geçen haftanın ikinci ilginç gelişmesi de Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) ABD hegemonyasının sona erdiğini resmen açıklayan raporuydu. Bu raporlar dört yılda bir yayımlanıyor ve biri öbürüne pek benzemiyor. Bu yüzden raporun geleceği gerçekten görüp görmediği pek önemli değil. İlginç olan, tüm dünyanın bildiği bir gerçeği ABD yönetiminin nihayet resmi bir belgede, yeni bir Başkan görevi devralmadan az önce dile getirmesi.

Rapora göre, Çin ve Hindistan yükseliyor, ABD eskisi kadar egemen olamayacak. Uluslararası ilişkilerde tek kutuplu dünyadan parçalanmaya doğru gidilecek. Washington’ın gerektiğinde “bir istekliler koalisyonu kurması” artık kolay olmayacak. Yeni güçler 1930’lardakiler gibi verili düzeni yıkmaya kalkmayacaklar ama, “uluslararası düzen” sözcüğü bir anlamda artık yanlış bir betimleme olacak. Liberal demokratik modelin geleceği de artık güvenlikte değil. Küresel ısınmanın etkileri önemli çatışma nedenlerinin başında gelecek, silahlanma hızlanacak... Gördüğünüz gibi, tüm bunların bu köşede, son yıllarda dile getirilenlerden eksiği var fazlası yok. Öyleyse, bu rapor aslında dünyanın geri kalanıyla aynı görüşleri paylaşır gibi yaparken, yeni Başkan’a, acilen bu trendi tersine çevirecek, ABD liderliğini restore edecek bir şeyler yapmasını öneriyor olamaz mı?

Böyle kuşkucu bir yaklaşımın arkasında, ABD Kongresi tarafında, 6.4 milyon dolar harcanarak hazırlatılan “Ulusal Güvenlik Raporu Projesi” başlıklı çalışma var. Geçmiş yönetimlerden üst düzey görevlilerin katıldığı, Obama’nın geçiş dönemi ekibinin ulusal güvenlik uzmanlarını da içeren bir “yönlendirici koalisyon”un gözetimi altında hazırlandığı belirtilen bu raporun, arkasındaki siyasi destekten dolayı, (NIC) çalışmasından çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Washington Post’un ulusal güvenlik uzmanı Walter Pincus’un aktardığına göre, önerileri 2 Aralık’ta açıklanacak olan raporda, öncelikle 1947’den bu yana geçerli olan savunma prensiplerinin, çok daha merkezileşmiş, bütünleşmiş bir güvenlik sistemi oluşturulacak biçimde değiştirilmesi, çatışma sonrası (yıkımdan sonra) yeniden yapılandırma aşamasında daha etkin olabilmek için State Department’in ve ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) bütçelerinin iki kat arttırılması öneriliyormuş (17/11/08). Diğer bir deyişle raporun, yeni coğrafyalara daha etkin askeri müdahale olanaklarının geliştirilmesini amaçladığı anlaşılıyor.

Anlaşılan, artık “tarihin sonuna” gitmiyoruz ama bulunduğumuzu yer de, korkarım giderek 20. yüzyılın başına benzemeye başlıyor.

Friday, November 21, 2008

Bu Kriz O Kriz mi?

Dünya ekonomisinde yaklaşık 18 ay önce bir “kriz” başladı. Eylül ayında borsalar çok sert bir sarsıntı geçirdi, hatta “Crash of September” deyimi söyleme girdi. Geçen hafta gelen haberler krizin derinleşmeye, yayılmaya devam ettiğini gösteriyordu. Haftanın en ilginç olayıysa, cumartesi günü yapılan, medyada da, “Bretton Woods”a benzetilen G20 toplantısıydı.

Her yerden kötü haber

Geçen hafta, Avrupa Birliği ekonomilerinin, ortak para birimi tartışmaları başladığından bu yana ilk kez resesyona girdiği resmen açıklandı. Hong-Kong da resesyonda, Çin’in GSMH’sinin yaklaşık yüzde 20’sine yakın bir ekonomi destek paketi açtı. ABD’de ise Hazine BakanıPaulson’un, bankaların “zehirli varlıklarını” alma planından vazgeçtiğinin açıklanması kafaları karıştırdı.

IMF küresel ekonomik büyüme hızı öngörülerini bir kez daha aşağı doğru değiştirdi: Büyüme 2009’da resesyon sınırı olarak görülen yüzde 2.5’in altına inecek. Eğer Robini’nin “sıfır” ya da “eksi” büyüme öngörüsü gerçekleşirse, depresyon kaçınılmaz.

Bu sırada haberler ekonomik krizin elektronik sektörüne ulaştığını, otomotiv sektörünün özellikle ABD’de çöküşün eşiğine geldiğini, ABD’de tüketici talebi hızla düşerken ihracatta da sert bir gerilemenin başladığını gösteriyordu. Mali piyasalar adeta “yoyo” gibi. Dow Jones bir günde 900 puanlık, yüzde 10’dan fazla bir salınım yaşadı, kısa bir süre için de olsa 8000’in altına indi. Şirket bilançolarına ilişkin haberler gittikçe kötüleşiyor.

1929’dan bu yana en büyük, ama ‘O kriz’ mi?

Bu soruyu ilk kez 2007’nin başında sormaya başladığımda, aklımda 1930’lar vardı. Şimdi cevap ararken dört gelişme üzerinde özellikle duruyorum.

Birincisi: 1970’lerden bu yana yaşanan “yapısal” kriz içinde tekrarlanarak gündeme gelen, kendini dışa vuran kriz eğilimleri (aşırı birikim/üretim, yetersiz talep) ertelendikçe hem ertelenen sorunlar giderek ağırlaştı, hem de ertelemekte kullanılan araçların çapı, etki alanı giderek büyüdü. “Yapısal”kavramını bu yüzden kullanıyorum.

Bu sorunu erteleme çabaları içinde oluşan mali genişleme giderek bir kredi köpüğüne dönüştü, şimdi patlıyor, boşalttığı enerji reel ekonomide yıkıcı etkiler yapıyor.

Diğer taraftan, söz konusu sorunu ertelemeye, aşmaya çalışırken, sermayenin, mekân dışına kaçarak ihracatı, uluslararası yatırımlar, zamana kaçarak gelecekte üretilecek artı değerler üzerinden genişleme (mali sermaye ihracı, finansallaşma), birikmiş değerleri emme, diğer sermayeleri yutma (spekülasyon, yeni yatırım araçlarının icadı), hızlanma (“network”ler, tedarik zincirleri, dikey yatay entegrasyon, yoğunlaşma), nihayet savaşlar gibi yöntemleri, hem büyük bir mali istikrarsızlık yarattı, hem yeni üretim kapasitesi yaratarak sorunu daha da ağırlaştırdı. Hem Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi yeni birikim merkezleri, dolayısıyla güç odakları oluştu, hem de tedarik zincirleri,“network”ler çok daha kırılgan ve sorunların yayılmasını hızlandıran bir yapı oluşturdu.

Özetle, “erteleme mekanizmaları”, aşırı birikim sorununu daha da ağırlaştırdı, mali krize yol açtı, nihayet yeni jeo-politik sorunlara zemin hazırladı.

İkincisi: Buradan erteleme işleminde kullanılan yönteme/modele geçebiliriz. Gördüğüm kadarıyla, devletin kâr oranları düşme eğilimlerinin karşıt eğilimlerini başarıyla harekete geçirmesine olanak veren ekonomi yönetim modeli rejimi/neo-liberalizm (popüler adıyla küreselleşme) tam anlamıyla tükenmiştir: Bu model artık sorunu erteleyemiyor; ertelemeye çalıştıkça ağırlaştırıyor. Bu model, artık çözümün değil sorunun bir parçasıdır.

Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelere dayatılan ihracata, tüketimin dış krediyle finansmanına dayalı, “mantıksız modeli” (dünyada talebin, mali kaynağın sonsuz olduğunu varsayıyor) devam ettirmenin olanaksızlaştığını da vurgulamak gerekir. Sonuç olarak diyebiliriz ki hem “merkez”de hem “çevre”de yeni bir model aranıyor...

Yönetenler eskisi gibi...

Üçüncüsü, demek ki yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyor. Peki yönetilenlerin duyarlılıklarında bir değişiklik var mı?

Geçtiğimiz 25 yıldır, devletin ekonomiye müdahale etmesinin, toplumsal çıkar kavramının,“köleciliğe giden yol” olduğunu öğrenenler şimdi hızla yoksullaşırken, devletin büyük şirketleri kurtarma çabasına bakıp şaşırıyor, arkasından, devletten kendilerine öncelik vermesini istiyorlar, hem de toplumsal çıkar adına...

Devlet, müdahale etmeye başlayınca, göreli özerkliği de artmaya başlıyor, bürokrasi toplumu, sistemik riskleri görmeye başlıyor. Diğer sınıfların taleplerine açılmaya başlıyor: Örneğin, medya, ABD’de devletin“zehirli atıkları” almaktan vazgeçerek batık ipoteklere, tüketici talebine, hatta otomotive ilişkin tedbirler üzerinde odaklaşmaya, bir neo-liberal olarak hükümete gelen Sarkozy’nin hızla “Keynesçi”olmaya başladığına ilişkin kaygıları aktarıyor.

“Obamania” “yönetilenlerin”yani bir ekonomik model arayışının yankısı olarak da yorumlayabiliriz.

Bu sırada, sermaye sınıfının en aşırı örneklerinin (“açgözlü bankacılar”, “dolandırıcı heç fonlar” filan), “gösteri toplumunda” dikkat çekiyor ve tüm sınıfı temsil eden, onun yerine geçen örneklere dönüştüğüne şahit oluyoruz. Böylece, toplumun dikkatinin tüm sermaye sınıfı üzerinde yoğunlaştırma, sol düşüncelere olduğu kadar sağ popülist demagoglara açılma olasılığı da artıyor...

Son olarak uluslararası jeopolitikte de önemli yenilikler var. ABD hegemonyasında ikinci bir restorasyon çabası, Irak ve Afganistan sonra da mali krizle duvara çarptı. Bu sırada yeni mali ekonomik ve giderek siyasi güçlerin ortaya çıktığını, örneğin, Çin’in “ikinci vazgeçilmez ülke” olduğunu görüyoruz. Ayrıca Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya, hatta Afrika ve Ortadoğu’ya kadar, giderek ABD etkisinden bağımsızlaşan ülkeler artıyor. Dünyanın ekonomik siyasi merkezinin artık Doğu’ya kaymaya başladığı ileri sürülüyor.

Nihayet krizin bu konjonktüründe karşımıza ABD’nin ya da bir başka hegemonyacı gücün tek başına çözemeyeceği kadar büyük sorunların (küresel ısınma, gıda/su krizi hatta, kredi köpüğü) geldiğini görüyoruz. Besbelli ki, dünya artık yeni bir toplumsal, ekonomik model istiyor.

Tam bu noktada hafta sonu yapılan G20 toplantısının sonuçlarına bakarsak, PNP PARIBAS bankasının, toplantıdan bir gün önce yayımlanan bilgi notunda toplantıyı önce Machbet’in cadı kazanına sonra da, bir türlü karar veremeyen Hamlet’e benzeten saptamasına katılmamak elde değil.

Avrupa liderleri, küresel çapta yeni düzenlemeler ve sınırları aşan denetim organları istiyorlar. Buna karşılık ABD hem eski modelde (neo-liberal küreselleşme) ısrarlı hem de denetim söz konusu olunca ulus devletlere öncelik vermekten yana. G20, IMF’yi güçlendirmek, DTÖ Doha’yı canlandırmak istiyor. IMF’nin eski başekonomisti, MIT’den Prof. Simon Johnson da,“Bunlar önemsiz kararlar, toplantı olmadan da alınabilirdi, G7’nin G20 olmasından başka ne yenilik var ki?” diyor. Kim bilir belki de bu, yeni jeopolitik dengelerin uluslararası platformlara yansıması açısından önemli bir gelişme, bir başlangıçtır. Göreceğiz...

Sunday, November 16, 2008

‘Obamania’ Neyin ‘Semptomu’

(Cumhuriyet 10.11.2008)

Demokrat Parti’nin adayı siyah renkli Barack Obama kazandı, yer yerinden oynadı. Doğru “siyah” birinin ABD devlet başkanı olması “tarihsel” ve sevinilecek bir olaydır. Ama “obamania” bu olayın boyutlarını çok aştı, küresel bir “gösteriye” dönüştü: “Tüm dünya ABD’yi kutluyor”, “Bush dönemi bitti”, “ABD rüyası yeniden canlandı”, artık gündemde “işbirliğine dayalı dünya politikası var.” Bu, “Büyük bir zafer”, “ABD halkı tercihini başka bir Amerika için kullandı.” Kimilerine göre de ABD “uzun bir süre için sola döndü.

Dünya medyasının (uluslararası medya tekellerinin) “müthiş bir estetik yöneticilik” becerisiyle ürettikleri, dünya halklarının da hevesle seyrettiği bu “gösteri” acaba neyin semptomu?

Önce bazı gerçekler

Obama seçim kampanyasında 650 milyon dolar harcama yaptı. Obama kampının internet üzerinden çok başarılı bir bağış kampanyası gerçekleştirdiği sürekli vurgulandı. Ancak yakından bakınca iki olgu dikkat çekiyor. Birincisi, büyük şirketlerin kampanyaya yaptıkları mali katkılar, bireylerin bağışlarını çok aşıyor. İkincisi, parası önceden ödenerek satın alınan kredi kartlarıyla yapılan (kaynağı belirsiz) bağışlar tartışma yaratacak boyutlara ulaşıyor.

Financial Review’un temmuz ayında aktardığına göre ilk kez bu seçimlerde, Wall Street bankerleri, Heç fonların müdürleri Cumhuriyetçilerden daha çok Demokratlara bağış yapıyorlarmış. Heç fon müdürlerinin Obama kampanyasına yaptıkları bağış, daha o tarihte 822,375 dolara ulaşmış. Ağustos sayısında, bu konuya “Satılık adaylar” başlığıyla değinen Rolling Stone dergisi Obama kampanyasına Goldman Sachs’ın 627,000, JP Morgan Chase’in 398.021, Lehman Brothers’ın(!) 353.922, Morgan Stanley’in 291.388 dolar bağış yaptığını bildiriyordu. Heç fonların Obama’ya yaptıkları toplam bağış, McCain kampanyasına yaptıklarından 500.000 dolar daha fazlaymış. Rolling Stone yorumunu, “Obama, sürekli ‘Yeni Washington’ diyor. Ama bu seçimlerin gerçek mirası, siyasi sistemimizin hiç değişmeyen oligarşik doğasını, bir kez daha sergilemek gibi bir trajedi olabilir” sözleriyle bitiriyordu.

Obama’nın maliye bakanlığı adayları listesinin başında, bu mali krizin mimarlarından Rubin, Summers ve neoliberalizmin ilk tetikçisi Volcker’in adlarının geçmesi, Rolling Stone’un korkusunun gerçekleşeceğini gösteriyor.

Obama’nın siyah olmasına gelince. ABD’de belli bir gelir diliminin üzerine çıkınca, renk farkının ortadan kaybolduğunu, daha önce iki siyahın, Powell ve Rice’ın yönetimin en üst kademelerinde görev yaptığını, başka siyah meclis üyeleri olduğunu anımsamak gerekir.

Üç korkunun kesiştiği yerdeki ‘fantezi’

“Obamania”, diğer bir deyişle “umudumuz Obama”, “fantezisi”, üç korkunun kesiştiği yerde ve yukarıdaki, herkesin çok iyi “bildiği” gerçekler “yadsınarak” yaratıldı.

Bu korkulardan birincisi, “ekonominin, küreselleşme döneminde, sermayeden yana giden sarkacının, şimdi emekten yana geri dönmeye başlayabileceğine” ilişkin.

Geçen ay yayımlanan bir OECD raporu gelişmiş ülkelerde küreselleşmeden öncelikle zenginlerin yararlandığını, gelir dağılımının bozulduğunu ortaya koyuyordu (Financial Times, 22/10/08). İki yıl önce, bu kaygılar yoğun bir biçimde tartışılırken aktardığımız gibi, üretkenlik artmış, ama neo-liberal teorinin savlarının aksine emeğin payı artmamıştı (Stephen Roach, 23/10/06). Dahası, geçen 20 yılda yalnızca en yoksulların değil, özellikle ABD’de orta sınıfların refahında ciddi bir gerileme yaşandı. Der Spiegel’de yayımlanan bir araştırmaya göre,1970-90 dönemini kapsayan, 20 yılda ABD’de yüzde 20’lik beş gelir diliminin, en yoksuldan en zengine doğru gelirleri sırasıyla, yüzde olarak 120, 110, 107, 114 ve 94 artmış. Bir sonraki (“küreselleşme”) dönemdeyse, artışlar, sırasıyla (-1.4), 6.2, 11.1, 19 ve 42 olmuş (Steingart, 24/10/06). Gördüğünüz gibi, ABD genel olarak yoksullaşırken, en üst yüzde 20’lik kesim pastadan en büyük payı almaya devam etmiş. Ancak başka veriler, en üst yüzde 1’in payının, yüzde 100 artarak, 1979’da yüzde 7.5’ten 2006’da yüzde 14’e yükseldiğini gösteriyor (Costello, The Asia Times 17/04/08). ABD halkı 1930’lardan bu yana en büyük krize, büyüme döneminden yararlanamamış, ev ve borsa kriziyle birlikte büyük bir gelecek korkusuna düşmüş olarak giriyorlar. Diğer bir deyişle önümüzdeki dönemde ABD’nin en zengin kesimlerine yönelik bir toplumsal tepki riski var.

İkinci korku, Bush döneminin imparatorluk projesinin çökmesiyle, ABD’nin küresel saygınlığının dibe vurması, buna karşılık yeni güçlerin yükselmesiyle ilgili. Küresel ekonomik güç dengesinin doğuya doğru kaymaya başlaması da bu gerilemeye dünya tarihsel bir boyut katarak (Golub, Le Monde Diplomatique Kasım 2008), Avrupa’da da tedirginliği arttırıyor.

Üçüncüsü de bizim malum “A takımının” dünyadaki, büyük medyada çalışan benzerlerinin korkusuyla ilgili. Bunlar geleceklerini ABD’ye hizmet edebilmeye bağlamışlardı. Bu iş giderek zorlaşıyor, ülke içinde inanılırlıklarını hızla kaybediyorlardı.

Bu üç korkunun kesiştiği yerde, her derde deva bir “fantezisi” oluştu. Örneğin, Obama adeta halkın iktidara gelmesiydi. Kriz halktan yana tedbirlerle aşılacaktı. Yalnızca siyahların, Latino kesimin değil, beyaz işçi sınıfının, daha önce Cumhuriyetçilere oy veren beyaz orta sınıfın da desteğini alarak seçilmiş olması, kimlerin huzursuzluğuna bir yatıştırıcı, “Evet yapabiliriz!” (Yes we can) sloganının en azından dört yıl daha kimlere yem borusu olacağını gösteriyor.

Obama’nın şimdi, Bush döneminin, iki savaş, Guantanamo, Abu Garib, Katerina, rüşvet skandallarından, açık militarizminden, küresel ısınmaya karşı tedbirleri engelleyen tutumundan sonra, ABD’nin imajını,“yumuşak gücünü” yenilemesi, Batı ittifakını güçlendirmesi umuluyor. Ancak birincisi, “yumuşak” güç, ekonomik ve kültürel çekicilik olmadan, salt kendisi için değil tüm kapitalizm için çözüm olacak yeni bir ekonomik model, dahası maddi kaynak sunmadan, nihayet dünyanın kimi gerçek sorunlarını çözemeden elde edilemez. İmajdan çok, yapısal özelliklerle ilgili bir şey “yumuşak güç.” İkincisi ABD dış politikasında, Bush’un ikinci döneminde başlayan yönelimden öte, köklü bir değişim yaşanacağına ilişkin hiçbir işaret yok. Dahası geçen aylarda yayımlanan kimi Pentagon ve CSIS raporları, ulusal çıkarlarla jeo-ekonomik arasındaki ilişkileri, asimetrik savaşları, ulus inşa etme kapasitelerinin önemini vurguluyor, bir anlamda yeni savaşları haber veriyorlardı. ABD ile AB arasında, hem krizin, hem de yükselen güçlerin yönetilmesine ilişkin gerçek çıkar farklarından kaynaklanan sorunlar var.

“A takımı” ve benzerlerine gelince, kendi imajlarını parlatmak için, Obama vesilesiyle patronun imajını parlatmaya, Obama’yı eleştirenleri “ulusalcı” ilan etmeye çabalıyorlar. Bu arada bu “ulusalcı” suçlamalarının gerçek işlevini bir kez daha sergiliyorlar. Ama kısa süre sonra, kaçınılmaz olarak “Obama fantezisi” çözülmeye başlayınca, eskisinden daha gülünç durumlara düşmekten kurtulamayacaklar. Tarih yön değiştirdi bir kez…