Tuesday, May 01, 2007

Yeltsin Büyük Adamdı...

[Bir Not: Bazı okuyucular, böyle yoğun bir gündem içinde böyle “ilgisiz” bir yazının yazılmış olmasına şaşırdıklarını bildiren mesajlar gönderdiler. Belli ki yazının, bu gün ülkemizde yaşanan konjonktürle ilgisi gözden kaçmış. Bu gün Türkiye’de yaşananların temelindeki dinamiklerle Yeltsin’in mirası arasında çok yakın bir ilişki olduğunu düşündüğüm için, Yeltsin’in ölümü vesilesiyle bu bağlantıyı değerlendirme fırsatını kaçırmak istemedim. Yazının bir de bu gözle okunmasına katkısı olması dileğiyle…]

Yeltsin öldü. Batı basını yas tutuyor, siyasi liderleri Yeltsin'in cenazesine toplandılar. Hepsi aynı düşüncede: Yeltsin biraz tuhaftı ama büyük adamdı. Batı'nın dostuydu, Rusya'da demokrasinin mimarıydı, halbuki şimdi Putin ...
Büyük 'mimar'
Tabii, her zamanki gibi gerçek biraz farklı: Yeltsin bir toplumun çöküşüne aracı olan biri. Bu köşeyi okuyanlar, SSCB adıyla sosyalizm taklidi yapan dinozorun ölümünün ardından gözyaşı dökmediğimi bilirler. Beni SSCB egemen sınıfları değil, halklarının kaderi daha çok ilgilendiriyordu. Bu egemen sınıfın en tepesinin gerek Yeltsin döneminde, gerekse de onu izleyen Putin döneminde, bir Trakya deyişiyle yine 'kendilerini kuruya attıklarına' , büyük ekonomik kazanç, siyasi güç biriktirdiklerine şahit olduk. Yeltsin'in gerçek mirasının boyutlarını kavrayabilmek için, onları bu servetleriyle baş başa bırakıp halkın başına gelenlere bakmak gerekiyor
"Sen zaten Yeltsin'i sevmemiştin, üstelik küreselleşme karşıtısın" gibi önyargıları düşünerek yazıma, Batı'nın en mümtaz örgütlerinden, CIA bünyesindeki Ulusal İstihbarat Konseyi 'nin ve Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki İstihbarat ve Araştırma Bürosu 'nun, 2000 yılında (Yeltsin görevi bıraktığında) birlikte düzenledikleri, bir önceki 10 yılın bilançosunu çıkaran sempozyumda ( Russia's Physical and Social Infrastructure: Implications for Future Development ) sunulan tebliğlere dayanarak devam edeceğim.
Steve Rosefield (North Caroline Üniversitesi), Rusya emek gücü trendleri , 1988-1998: 1985'te yapılan projeksiyonlara göre Rusya'da çalışanların sayısının, 1985'te 149 milyondan, 1998'de 163 milyon kişiye yükselmesi gerekiyormuş. 1990'a kadar bu projeksiyona uygun bir trend gerçekleşmiş. Sonra, emek piyasasına katılanların sayısı aniden 30 milyon eksilerek 1998'de 133 milyona gerilemiş. Rusya Federasyonu bölgesinde çalışanların sayısının 1990'da 82 milyondan 1998'de 87 milyona yükselmesi beklenirken 71.4 milyona gerilemiş. Özetle, Yeltsin döneminde, SSCB ekonomisi dünyaya açılır, serbest piyasa reformları uygulanır, 200 milyarlık devlet malı 7 milyara özelleştirilir, "oligark" denen büyük zenginler oluşurken işçi sınıfının payına yıkım düşmüş. Rosefield 'e göre devletin çalışma yaşındakilere sunduğu iş olanaklarının ortadan kalkması, sağlık koşullarında ani gerileme, hızla artan yoksulluk nedeniyle orospuluk ve gangsterliğin, uyuşturucu ticaretinin artması bu çöküşün en önemli nedenleri.
Glenn Schweitzer (Ulusal Bilim Akademisi) Beyin gücü kaybı: 1990-2000 arasında, Rusya'da akademik yaşam da işçi sınıfıyla aynı kaderi paylaşmış. 1992 yılında Rusya bölgesinde yaklaşık 900 bin etkin araştırmacı varmış. Bugün, zamanının yarısından fazlasını araştırmaya ayıran teknisyenlerin ve bilim insanlarının sayısının 100 bini aşmadığı tahmin ediliyor. Yıkımın arkasında yine ekonomik kriz, devletin araştırmaya ayırdığı fonlarının kesilmesi, araştırmacıların günlük yaşam kaygılarıyla kendi alanları dışındaki işlere yönelmesi var.
Nancy Binkin (Salgın Hastalıkları Kontol Altına Alma ve Önleme Merkezi) Tüberküloz patlaması: Sovyet döneminde tüberkülozu önlemek için etkin ve gelişkin bir sistem varmış. Bu sistem yıkılınca, TB sayısı, 1990'da 100 binde 34 kişiden, 1998'de 83 kişiye yükselmiş.
Elizabeth Brainerd (Harvard Kamu Sağlığı Fakültesi) Artan eşitsizliğin etkileri: 1990'larda Rusya'da ekonomik reformlar uygulanırken yaşanan ölüm oranları krizi arasındaki ilişki nedir diye soruyor araştırmacı ve cevap olarak işçi sınıfındaki yoksulaşmaya işaret ediyor. Örneğin 1990'da 20-30 yıl tecrübesi olan işçiler emek piyasasına yeni girenlerden ortalama yüzde 16 daha yüksek ücret alıyorlarmış. 1994'te bu oran yüzde eksi dörde dönüşmüş. Böylece sınıfın en tecrübeli ve vasıflı kesimi yıkıma sürüklenmiş.
Bu seminerlerin bulgularını özetleyen belge, ortalama yaşam beklentisinin 1990'da 74.2 yıldan 1999 yılında 59.8 yıla gerilediğine dikkat çekiyor.
Büyük 'demokrat'
Yeltsin'in mirasının bir kısmı çöküntüyse, ikinci kısmı da bizzat Vladimir Putin'in kendisi. Bugün Putin'in despot bir devlet başkanı olduğundan, Rusya'yı demokratikleşme yolundan geri çevirdiğinden yakınanlar, Putin'in toplumsal desteğinin hâlâ (mart sonunda yapılan yoklamalara göre) yüzde 80'in üzerinde olduğunu görmezden geliyorlar. Bunlar, dün 1993'te, Yeltsin, kendisini sorgulamaya kalkan, seçilmiş meclisi önce kapatıp sonra da topa tutarak "demokrasiye " tecavüz ettiğinde seslerini çıkmıyorlardı. Bu tuhaf demokratlar, bugün Putin'in bu kadar rahat hareket etmesine olanak sağlayan yasaları da dün Yeltsin'in kendi yetkilerini artırmak için çıkardığını unutuyorlar; Çeçenistan savaşını başlatan adam olduğunu da... Çünkü o zaman Yeltsin bu yetkilerini, kamu mallarını, kendi yakınlarına ve uluslararası sermayeye peşkeş çekmekte kullanıyor, uluslararası ilişkilerde ABD'nin dümen suyundan gidiyordu.
Putin iktidara geldiğinde bu köşede etraflıca tartıştığımız gibi, Yeltsin'in mirasına dayandı. Bir taraftan, eski Dünya Bankası başekonomisti Stiglizt 'in dikkat çektiği gibi, 10 yılda Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat artmış; GSMH yüzde 50 gerilemişti. Diğer taraftan ekonomi mafyalaşmış "oligarklar'' denen, bir avuç insan ülke ekonomisini, özellikle de petrol ve gaz sanayilerini ele geçirmişti. Moshe Levin 'in Le Monde Diplomatique 'te (12/99) vurguladığı gibi, "1998'e gelindiğinde Rusya'da artık ne devlet ne de ekonomi kalmıştı" . Ülke tam anlamıyla içerden ve dışarıdan talan ediliyordu.
Nitekim, Putin o zaman, "geçen on yıl boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası, ulusal ekonomik kompleksi tahrip etti... Rusya'yı dünya pazarının bir uzantısı haline getirdi" diyecekti. SSCB egemen sınıfından ayakta kalan, en az tahribat görmüş kesim KGB, Petersburg'da oligarkların dışında şekillenmeye başlayan yeni sermaye gruplarıyla işbirliği içinde yönetime el koymaya, devleti restore etmeye, ulusalcı ve emperyalist bir refleksi güçlendirmeye başladı.
Bu refleks halkta da yankı bulacaktı, çünkü Petersburg Times yazarının vurguladığı gibi, "Rus halkı kendini artık bir süper gücün değil, yoksul bir ülkenin boş yere fedakârlık etmiş... yoksul vatandaşları olarak görüyordu... dokuz yıldır tam bir ulusal aşağılanma yaşanıyordu''.
O zaman bu köşede, Putin'in, Rusya'nın kapitalist karakterini değiştirmeden, ulusal ekonomik (askeri-sınai) kompleksi canlandıracağını, merkezi devleti güçlendireceğini, yeterince güçlendiğinde de devletin kaynaklarını hortumlayan oligarkların gücünü kıracağını... bunları yaparken, daha bir süre Batı'yı karşısına almadan, ülke içinde hep Batı'nın yardımını reddettiğini, Rusya'yı seçeneksiz bıraktığını gösteren koşullar yaratmaya çalışacağını, sonrada tutumunu değiştireceğini düşünüyorduk... Batı'nın Yeltsin dönemi nostaljisi , demokrasi kavramından ne anladığını, dünyayı değerlendirirken kullandığı çifte standardı bir kez daha ortaya koydu: Bizim işimize yarıyorsa demokrattır, özgürlükçüdür, büyük liderdir -halkına ne yaptığına bakmayız. Yaramıyorsa, örneğin Chavez gibi popülist, Putin gibi bağımsız, yerli egemen sınıfın çıkarına öncelik veren biriyse, hem demokrasi, hem özgürlükler hem de dünya barışı için tehlikelidir.