Tuesday, November 14, 2006

“Derinlik” durumları

AKP gerçekten çok derin bir parti. Özellikle düşünsel açıdan. Düşüncesinin derinliklerinin ölçmek olanaklı değil. Bir karanlık kuyuya düşüyorsunuz ki Allah vermesin.

Önce stratejik derinlik vardı. Bu derinlik, kendini Büyük Ortadoğu Projesi'nin, birinci ortağı sanıyordu. Aslında sipariş idi ama kendini iş sanıyordu. Neredeyse biz de Irak bataklığında boğulmaya itiliyorduk ABD ordusunun yanında. Bu stratejik derinlikli şahıslar şimdi sorunların kökeninde Ortadoğu’daki sınırların yattığına karar vermişler: "Ortadoğu'da sınırları savaş nedeni olmaktan çıkartmak", bu amaçla "sınırları anlamsız hale getirmek gerektiği" sonucuna ulaşmışlar. Belli ki birilerinin Büyük Ortadoğu Projesi'nden bir de Yeni Osmanlı Projesi çıkartmak hayalleri depreşmiş. Böyle olmayacak şeyi ısrarla istemeye devam etmenin psikiyatride bir adı var ama neyse.

Bunu uzmanlarına bırakalım. Şimdi stratejik derinliğe eklenen felsefi derinliğe dikkat çekelim. Galiba siyasi hayatımız yeni bir feylesof kazandı. Hani şu uygarlıklar bilmem nesi toplantısı vardı ya, Annan’ı boşuna uğraşmayın sizi AB'ye almayacaklar deyi verdiği toplantı... Orada bir gazeteci İspanya Başbakanı Zapatero’ya "Raporda laiklikle ilgili bölüm olması gerekmez miydi?" sorusunu yöneltmiş. Zapatero "Bu girişimi başlattığımızda herhangi bir dinin, inancın bir önemi yoktu. Bu ortak bir yaşam için yazdığımız bir metin, ancak tabii ki rapor laik bir vizyondan yola çıkıyor. Çünkü demokratik bir toplum her şeyden önce inanç özgürlüğü ve inanmama özgürlüğüdür" demiş.

İşte tam o anda. siyasi hayatımıza yepyeni bir feylesofun doğduğuna şahit olduk: Başbakan Erdoğan, söze girdi ve dedi ki "Medeniyetler ittifakı içinde böyle bir ayırıma gitmek yanlış. Kaldı ki laik olan, olmayan topluluk ya da medeniyetler de olabilir. (abç)

Din noktasına gelince, bu nokta dünyada hâlâ tartışılıyor. Yani dini olmayan biri bile işin felsefesine girdiğiniz zaman, bir inancı kabul etmek durumundadır. O da aslında bir dinin mensubudur.."

Felsefi derinliği görüyor musunuz? Yüreğiniz gururla dolmadı mı? Önce uygarlıklar ittifakı, “uygarlılar çatışması” tezini ortaya atan teori gereği üç uygarlık Hıristiyan, Müslüman ve Çin saptamışken, Başbakan bize, laik olan, olmayan bir sürü uygarlık olabileceğini söyleyiverdi. Böylece uygarlık kavramının yanlışlığı ve aslında bunun cemaat (topluluk) anlamına gelmesi gerektiğini öğrendik. Huntington hemen bu konuda aydınlatılmalı ve kitabında gereken düzeltmeleri yapmaya davet edilmelidir. Bunları yapmaya karar verirse de, uygarlık sözcüğünü çıkarıp yerine cemaat sözcüğünü koyunca oluşacak karmaşa ve tabii derinlik içinde “varoluşçu" bunalımlara girip intihar etmemesi için tıbbi gözetim altına alınmalıdır

Sonra efendim, işin felsefesine girdiğinizde, siz de göreceksiniz ki, aslında dinsiz olanlar da dindardır. Örneğin Richard Dawkins Tanrı yanılsaması adlı bir kitap yayımladı adam bilime inanıyor. Demek ki onun dini de bilim. Materyalistler, taşa toprağa tapıyor olmalılar. Ateistler, bir de kendilerin böyle tanrı tanımaz filan gibi adlar verenler, dindar yada dinsiz kategorisine girmeseler de, hiç merak etmeyin. Onlar da mutlaka bir şeye büyük olasılıkla, işin felsefesine girerseniz, göreceğiniz gibi, mutlaka şeytana tapmaktadırlar.

Her şey açıklığa kavuşmaya başladı. İşin felsefesine girmek gerekiyor belli ki, arada sırada da olsa. Ben yine de hala bir konuda aydınlatılmayı bekliyorum: İslam dinini benimseyenler Allah’a inanıyorlar, ılımlı İslam’ı benimseyenler, işin içine aklı (teoriyi) sokarak, inancı sulandırdıklarına, İslam’ı ılımlı hale getirdiklerine göre, acaba neye inanıyorlar. Yoksa bu, ılımlı İslam, yalnızca “ABD ne derse yaparız” anlamına gelen bir metafor mu- Söylenmek istenmeyen bir şeyin yerine kullanılan sözcük…

Friday, November 03, 2006

Ruhlarını da satıyorlar”

Hurşit Güneş (03 Kasım 2006) : "Türkiye'de yabancılar sürekli banka alıp duruyor. … Bu süreç, kimilerini kaygılandırırken, kimilerini farklı nedenlerle sevindiriyor. Önce sevinenlerin nedenlerini anlayalım. Birincisi, patronların eline nakit geçiyor. Hatta kimileri banka geliştirerek çok ciddi kârlar yapıyor. Kısa sürede maliyetinin birkaç katına bankasını satanlar oluyor. İkincisi, bankacılık kesiminde hâlâ sermaye yapıları çok güçsüz. Patronların elinde bankaya koyacak ek sermaye olanağı bulunmuyor. Yani ancak satarsa bu yükten kurtulacak. Üçüncüsü, bankacılık sanıldığının aksine yeterince kâr sağlamıyor. Çok daha verimli alanlar bulunabilir. Kaldı ki, hâlâ finans kesiminin boyutu küçük.”

Ben bu konuyu, Türkiye’de iş yapan ama geçen yılın sonunda, “bu piyasa artık bitti” diyerek dikkatini Batı Afrika’ya çeviren bir İngiltere bankasının, genel müdürüne sordum: “Neden alıyorlar? Neden bu kadar büyük fiyatlar ödemeyi kabul ediyorlar?”. Aldığım cevap son derece ilginç ve ilginç olduğu kadar da korkutucuydu, kanımı dondurdu: “Bu fiyatları veriyorlar çünkü yalnıza banka almıyorlar. Satanlar ruhlarını da birlikte satıyor”. Ben bu “ruhlarını da satıyorlar” ifadesini açıklamasını istediğimde, genel müdür gülümsedi ve tekrarladı “Ruhlarını da satıyorlar” ve daha başka bir şey söylemedi…

Siz ne dersiniz?