Thursday, May 16, 2024

‘Uygarlıklar çatışması’ içinde Gazze

 


İsrail ordusunun Gazze’yi istimlak etmeye başladığından bu yana bir soykırımpratiği içinde katlettiği Filistinlilerin sayısı, 17 binden fazlası çocuk olmak üzere 40 bine doğru koşuyor. Pazartesi günü Reuters, “İsrail güçlerinin, aylar önce Hamas’ı mağlup ettiklerini iddia ettikleri bir bölgeyi yeniden ele geçirmek için Gazze’nin kuzey ucundaki yıkıntıların derinliklerine doğru ilerlerken, yerleşim bölgesinin güney ucunda tankların ve birliklerin bir otoyol üzerinden Refah’a doğru ilerlediğini” bildiriyordu. Böylece “istimlak ve soykırım” Refah’ı da kapsamına alıyordu.

SOYKIRIM, İSTİMLAK, PANİK

Pazar günü, kuzeyde Gazze’de “75 yıl önce inşa edilen sekiz mülteci kampından en büyüğü olan Jabalia’da tanklar bölgenin kalbine doğru ilerledi. Kamp sakinleri moloz yığınına dönmüş sokaklar boyunca ellerinde eşya torbalarıyla evlerinden kaçtılar. Tank mermilerinin kampın merkezine düştüğünü ve hava saldırılarının konut bloklarını yok ettiğini söylediler. Adını vermek istemeyen bir kadın, ‘Nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Sokaklarda koşuşturuyoruz’ diyordu” (Reuters).

(...)

‘UYGARLIĞIN’ SESSİZLİĞİ

Bu felakete, farklı “uygarlıklar” farklı tepkiler veriyor. Huntington, “uygarlıklar çatışması” “keşfini” açıkladığında birçok akademisyen, sosyalist entelektüel, bunun bir saçmalık olduğunu savundular; kapitalizmin egemen olduğu dünyada “uygarlıklar” kavramının tutarsızlığını gösterdikten sonra, çatışmaların o sözde “uygarlıklar” arasında değil kapitalist “uygarlığın” içindeki sınıflar ve devletler arasında yaşandığını anımsattılar. Buna karşılık, Müslüman entelijensiya “uygarlıklar çatışması” savının üzerine atladı. Adeta, nihayet(!) özgün bir “uygarlık” olarak tanımlanmaktan haz duymuştu. Ancak bir başkası tarafından tanımlandığı için hâlâ edilgen konumda kalmaya devam ettiğini göremiyordu.

(...)

 Gazze’de istimlak ve soykırım, başladıktan az sonra, Hıristiyan dünyanın (“uygarlığın”) büyük kentlerinde halk, özellikle gençler İsrail’in istimlak ve soykırım uygulamasını protesto etmek için sokaklara döküldü.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, May 13, 2024

Laik Cumhuriyete ölümcül saldırı

 

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli geçen hafta açıklandı. Bu model genç kuşakları bir “dini hakikat rejimi” altında şekillendirmeyi amaçlıyor. Bu model, süreç olarak faşizmin, kültür (değerlerin, tarzların, becerilerin, bilgilerin, davranışların genetik olmayan yollarla sonraki nesillere aktarılması) savaşları içinde, son derece de kritik bir manevradır.

“Öğretim programlarının perspektifi” alt başlığı ile başlayan bölüm (sf: 5-8) bu modelin amacını sergilerken arkasındaki mantığı, bir dini “hakikat rejimine”dayandığını gösteriyor. Modelin kapsamlı değerlendirmesini eğitimcilere bırakarak bu “bölüm” üzerine birkaç saptama yapmakla yetineceğim.

‘ONTOLOJİK BÜTÜNLÜK’ FİLAN... 

Bu “bölüm” üç sayfadan, yaklaşık 1800 sözcükten oluşuyor; “bütünlüklü” bir eğitim anlayışıyla, insanı bütünlüklü olarak değerlendirdiğini iddia ediyor.“Modelin”, insanı “ontolojik” düzeyde “bütünlüklü” olarak betimleme iddiası, ister istemez akla “bu metin hangi ‘varlık’ (Being, Etre, Sein) tanımına dayanıyor” sorusunu getiriyor. Hemen ardından da “Varlık ‘bir’ midir, ‘bir’ değil midir?” (“Çokluk” mudur?) sorusunu... Metinde bu soruya doğrudan, açık bir cevap bulmak mümkün olmuyor. Onun yerine metin bize, “ruh ve madde”ayrımıyla bir “ikilik” (dualité) sunuyor. “İkilik” felsefi olarak ve beyin bilimlerinin (neuroscience) ışığında tutarlı biçimde irdelenmesi çok zor bir varsayım olduğundan metin bu kapıdan girince sorunlar da birbirini izlemeye başlıyor. Bu bölümde, “ruh” sözcüğü 24 kez, felsefi anlamda “madde” sözcüğü 4 kez geçiyor.

(...)

BEYİNSİZ BİR METİN

Eğitim modeli de “ruhun” iki parçalı (zihin ve kalp) olduğuna inanıyor. Böylece “ruhun” bedenle ilişkisini (bu ikiliği kabul etsek bile) açıklamak ortaya çıkan mantıksal tutarsızlıklardan dolayı olanaksızlaşıyor. 

Örneğin: Model “kalp”in, “ruhun” bir parçası olduğunu iddia ederken maddi/ biyolojik bir organ olarak kalbin işlevini bilmezden geliyor. Model ya “Ruhun merkezi ve asi yeteneği olan kalp ... iradenin merkezini, dolayısıyla ahlaki değerleri, inancı; vatanseverlik, merhamet, şefkat, iyilikseverlik ve seçicilik gibi insanın içsel du¨nyasını şekillendiren özellikleri içerir” derken, bu kalbin göğüsteki organdan farklı bir şey olduğunu söylüyor. Ya da o organın aslında kan pompalamanın yanı sıra insan beyninin işlevlerini de üstlenmiş olduğunuiddia etmiş oluyor. Belki de bu nedenden 110 sayfalık metninde “beyin”sözcüğü bir kez bile geçmiyor.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, May 09, 2024

Trump korkusu derinleşiyor

 


ABD başkanlık seçimlerine altı ay kala Demokratik Parti saflarında, medya, düşünce kuruluşlarında, hatta üniversite çevrelerinde Trump korkusu büyüyor. Bir New York Times yazarı, bu çevrelerde, birçok insanın, “Trump başkan olursa, rakiplerinden intikam alacak” inancıyla ABD’yi terk etmeyi planladıklarını aktarıyor. 

TRUMP KAZANABİLİR

Trump, hakkında, mali, ahlaki istismar, rüşvet, ulusal güvenlik ihlali, halkı isyana kışkırtma iddialarıyla açılan, aleyhinde sonuçlar vermeye başlayan davalara karşın kamuoyu yoklamalarında Biden’ın 1-2 puan önünde gidiyordu. Sonra İsrail’in Gazze soykırım girişimi geldi, Biden’ın ısrarla İsrail’i destekleme tavrı hem Demokratik Parti saflarında hem de genelde Demokratlara oy veren gençler, Arap kökenli seçmen arasında büyük hoşnutsuzluk yarattı. Şimdi, CNN’in geçen hafta açıklanan bir kamuoyu yoklamasına göre Trump yüzde 49 ile Biden’ın 6 puan önünde görünüyor. 

(...)

KORKU GERÇEK AMA... 

Demokratik Parti çevreleri, bürokraside Trump yanlısı olmayan personel korkmakta haklı. Time dergisinin gerçekleştirdiği uzun söyleşide (30.04.2024) Trump’ın cevaplarına bakmak yeterli. Trump “geçen sefer” deneyimsiz olduğunu kabul ediyor. Çok iyi kalpli davrandığını iddia ediyor. Bu kez “Emrime uymayanı hemen kovacağım... Daha acımasız olmaya kararlıyım” diyor. Trump, bürokrasiyi, yargıyı yeniden şekillendirmeye, geçen sefer işlerini zorlaştıran personeli tasfiye etmeye, denetleme organlarının gücünü kırmaya kararlı. Yasama ve yargının başkana tabi olduğu birleştirilmiş, güçlendirilmiş adeta sultanlık gibi bir başkanlık kurmak istiyor. Trump 11 milyon izinsiz göçmeni sınır dışı edecek, göçmenleri toplama kamplarına dolduracak. Bu amaçla ırkçılığı, milliyetçiliği daha da kışkırtacağını düşünmek yanlış olmaz. Trump, polisin yanında Ulusal Muhafızları yaygın biçimde kullanacak, gerekirse orduyu da devreye sokacakmış. 6 Ocak ayaklanmasına katılanları, ceza almış “dostlarını” da affetmeye kararlı. 

(...)

Yazının tamamını okumak için

Monday, May 06, 2024

1 ve 2 Mayıs tartışmaları

 


CHP lideri Özgür Özel, “Kefaleti ben koyuyorum, Taksim’de olacağım”dedi; 1 Mayıs günü Saraçhane’ye gitti. Rejimin kararlılığı karşısında, “Polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmaz” anlayışıyla, direnişi, itişip kakışmayı işçilere, sol harekete bırakarak 1 Mayıs’ı terk etti. Ertesi gün, bir anayasal hakkı tanımayan rejimin başkanıyla AKP Genel Merkezi’nde buluştu. Yapılan konuşmanın içeriği açıklanmadı. Gelin, düşünmeye baştan, “siyasetin”“diyaloğun” yapılabilme koşullarını anımsayarak başlayalım.

ADALET, SINIRLAR, FARKLILIKLAR

Adalet: Yalnızca haz ve acıyı ifade eden sesler çıkarabilen hayvanlardan farklı olarak insanlar, adalete ilişkin sorunlarını, taleplerini konuşabilirler.“Bir haneyi, bir devleti meydana getiren şey, bu konularda ortak bir görüşü paylaşmaktır.” (Aristoteles, Politics, (abç).

Sınırlar“duyumsanabilir olanın paylaşımına”, zamanın ve mekânınkullanımına ilişkindir. Farklılıklar da görünür, duyumsanabilir ve söylenebilir olanı düzenleme, anlama yolları üzerindeki karşıtlıklara ilişkindir. Örneğin: A ve B, bir duvara bakıyorlar: (1) A, “Bu duvar beyaz”. B, “Ama bu duvar değil ki”. (2) A, “Bu duvar beyaz”. B, “Hayır siyah”. (3) B, “Evet beyaz ama...” 1. ve 2. durumlarda bir görüş (algı) ayrılığı söz konusudur. 3. durumda görüş (algı) farklılığı var. 1 ve 2 durumunda, konuşmaya devam etmenin ortak zemini yoktur. 3. durum paylaşılan bir gerçekliğin, ortak bir algının varlığına işaret ediyor. Bu durumda A ve B duvarın renginin tonlarına ilişkin farklarını konuşmaya devam edebilirler.

(...)

1 VE 2 MAYIS

O iki güne, bu kısa anımsatmanın ışığında bakalım. 1 Mayıs zamanın ve mekânın kullanımının sınırlarının belirlenmesine ilişkindi. Özgür Özel, önce “Yargı (AYM) Taksim 1 Mayıs’ta açık olsun derken hâlâ Taksim’i 1 Mayıs’ta kapalı tutmak... Ben kefilim orada olacağım” sözleriyle rejimin yasalara karşın (anayasal bir hakkı askıya alan bir kararla) zamanın ve mekânın kullanımına koyduğu sınırlara, bir adaletsizliğe işaret etti. Sonra “Polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmaz” diyerek bu sınırları,“muktedirin” bir yasal hakkı askıya alma kararını (“istisna” durumunu-Schmitt), adaletsizliği (ya da adaletin yeni tanımını) kabullendiğini açıklamış, kendisini, partisini, işçilerin, sol hareketin dışına, “egemenin”yanına koymuş oldu.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, May 02, 2024

‘Bu Çin niye böyle yapıyor?’


Bir Wall Street Journal yazarı soruyor: “Çin neden ihtiyacı olduğundan daha fazla otomobil üretiyor?” (28/04). Çin yılda 40 milyon otomobil üretiyor, bunun yalnızca 22 milyonunu ülke içinde satıyor. 

FAZLA KAPASİTE NEREYE GİDİYOR?

Bu 18 milyon araçlık “fazla kapasite”, dünya piyasalarına, özellikle de zengin ülkelere gidiyor. Batı medyasında, Çin’in, otomotiv sanayisini, özellikle elektrikli araçlar piyasasında, tehdit ettiğine ilişkin yazıların sıklaşması da bundan. Financial Times’ın aktardığına göre, Avrupa elektrik araç piyasasında, Çin’den gelen araçların satışları 2020’de 1.6 milyar dolardan, 2023’te 11.5 milyar dolara yükselmiş. Bunların piyasa payı da dört kat artarak yüzde 8’e ulaşmış; 2027’de bu oran yüzde 20’ye çıkacakmış. 

(...)

Peki, Çin niye “kapasite fazlası” üretiyor: Birincisi, “üretici güçlerini geliştirecek” (partinin yeni sloganı), toplumsal refahı artıracak artık değeryaratmaya devam etmek için. Ancak bu kapasite fazlasının ürettiği artı değer gerçekleşmesi, ürünlerin metalaşması, bunun için de dış piyasalara gitmeleri gerekiyor. 

Halen yüzde 28.4 payıyla dünyanın en büyük imalat sanayisine sahip Çin, birçok sanayi uzmanının katıldığı gibi (WSJ), “daha yaratıcı, daha rekabetçi”, giderek teknoloji bileşeni daha yüksek (elektrikli taşıtlar, güneş enerjisi panelleri, bilgisayar, cep telefonu, 5G...) ürünlerle dünya piyasalarında kendine yer açmanın ötesinde, egemen olmaya, diğer bir deyişle, yeni bir dünya düzenini inşa etmeye doğru gidiyor. 

(...)

Aslında, yalnızca farklı verimlilik düzeylerinden değil, iki farklı “sermaye birikim rejiminin” kapasitelerinden söz ediyoruz. Çin modeli, ekonomiyi ve siyaseti birlikte düşünen bir anlayışa, devlet kapitalizmine tabi özel kapitalizme dayanıyor. Planlama, yönlendirme, mali teşvik, destek, gerektiğinde devletin doğrudan katılımı, şirketleri birleşmeye zorlayabilme, bu rejimin bileşenleri içinde. Neoliberal serbest piyasa modeli bu “Pekin modeliyle” ekonomik yollardan rekabet edemiyor. Kaçınılmaz olarak gündeme ya “Pekin modeli”ni kopyalamak ya da siyasi askeri yollardan direnmek geliyor. “Pekin modeli”nin, güçlü devlet, vasıflı disiplinli bürokrasi, gelir dağılımı dengelerini denetim altında tutmaya, toplumsal istikrara özellikle önem veren bir siyasi parti (“modern prens”) gibi özellikleri de var. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Monday, April 29, 2024

Yapay zekâ - büyük paradoks 2

 


Yapay zeka (YZ) hem yaşamı iyileştirme olanağı getiriyor hem de küresel ısınma ve içme suyu sıkıntısı gibi iki alanda sorunları derinleştiriyor. Bu paradoksu genişletmeye çalışacağım. 

TEKNOLOJİ VE 'TEKİLLİK' ’(SİNGULARİTY) 

Teknoloji, insan çevresinin değiştirilmesi, manipüle edilmesiyle ilgilidir;araçların, makinelerin yanı sıra yönlendiren yöntem ve süreçlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Teknoloji, dünyayla etkileşim kurma, yaşama, çalışma pratiklerimiz üzerinde derin bir etkiye sahip (Britannica, Cambridge Sözlüğü) bir “toplumsal ilişkidir.” 

(...)

Aslında, insanlık YZ’nin kimi özellikleri taşıyan bir “teknolojiyle” ilk kez karşılaşmıyor: Bir “kâr-makinesi” olarak sermaye de insanı, toplumu, doğayı, kültürü değiştiren, dönüştüren, zaman içinde evrimleşen bir “teknoloji” olarak görülebilir. “Kar makinesi” çoktan insanın kontrolünden çıktı (öngörülemeyen krizler), kültürü metalaştırarak etkisi altına aldı, doğal kaynaklar üzerinde insanla, çoğu zaman insanın gereksinimlerini dikkate almadan rekabet ediyor (iklim krizi, çevre kirlenmesi, betonlaşma artık önlenemiyor). 

VE ÖBÜR PARADOKS

YZ insanlığa bir Genel (tüm alanlarda uygulanabilir) Amaçlı Teknoloji(GPT: General Purpose Technology) getiriyor. Buna karşılık YZ kapitalizm altında onun gereksinimlerine, önceliklerine uygun ve onun çelişkilerinin, kültürünün izlerini taşıyarak gelişiyor. Bugün YZ alanında egemen 46 büyük şirketin toplam piyasa değeri (market capitalization) 9.2 trilyon dolar. Beşinin (Microsoft, NVIDIA, Google, Meta, Tesla) toplam piyasa değeri 8.6 trilyon dolar. Bu beş büyük tekelci “kar makinesi” (şirketler), rakiplerini, piyasaya çıkan yenilikleri satın alarak adeta “yutarak”, kültürü, günlük yaşamı şekillendirerek büyümeye devam ediyor. 

(...)

Bu şirketlerin yöneticileri, risklerin ayırdında olarak, hem durup bir denetin modeli oluşturmaktan söz ediyorlar hem de devletlerin denetleme çabalarına şiddetle direniyorlar. Bir başka deyişle, şirketleri yönetenler de YZ ile “kar makinesi” arasında oluşan simbiyoz ilişkinin egemenliği altına girmiş görünüyorlar. Bu sırada YZ, emek vasıflarını yok ederek ve istihdamı tehdit ederek ekonomiye derinlemesine nüfuz ediyor. 

(...)

YZ ile “kâr makinesi” arasındaki simbiyoz ilişki kırılmadan YZ’nin getirdiği tehlikeleri önlemek olanaksız görünüyor.

Tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, April 25, 2024

Yapay zekâ - büyük paradoks

 

Yapay zekâ (YZ), hastalıkların teşhisini, yeni ilaçların, tedavi yöntemlerinin bulunmasını hızlandırmaktan iklim krizine çare bulmaya kadar birçok alanda yeni olanaklar getiriyor. Bu olanaklar artarken YZ’nin doğa, toplum üzerine getirdiği yeni yükler de dikkat çekmeye başladı: İnsanlığın karşısında bir yaşamsal paradoks şekilleniyor. 

MEKÂN VE ENERJİ

YZ çok büyük kapasiteli bilgisayar sistemleri üzerinde yaşıyor. Çok büyük veri içeren, işleyen “bulut” sistemlerinden besleniyor. Bu bilgisayar, veri işleme sistemleri, içindeki sıcaklık, temizlik çok sıkı denetlenen dev hangarlarda (veri bankaları) kuruluyor. Bu bilgisayarların, veri bankalarının işlemcilerini soğutmak için mikroptan, bakteriden arınmış su kullanmak gerekiyor. YZ altyapısının gereksinimleri (bilgisayar ve aksamları) arttıkça bunların imalat ve bakımında kullanılan enderstratejik minerallerin tedarikine ilişkin madencilik hızlanıyor. 

(...)

Küresel elektrik tüketiminin yüzde 65’ini gelişmiş, yüzde 30’unu gelişmekte olan ülkeler yüzde 5’ini de yoksul ülkeler gerçekleştiriyor. Veri bankalarının toplam elektrik tüketiminin küresel elektrik tüketimi içindeki, bugün yüzde 1.25 dolayında olan payının 2030’a gelirken yüzde 4.4’e yükselmesi bekleniyor. Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin küresel toplam içindeki payı halen yüzde 2.6. 

VE SU

YZ’nin içme suyu kalitesinde su kullanımında da insanlarla rekabet içinde olduğu anlaşılıyor. Hangi veri bankasının, bilgisayar sisteminin, tam olarak ne kadar su tükettiğini tespit etmek, çok zor. Bu sistemleri kuran dev kapitalist şirketler verilerini açıklamakta isteksiz davranıyorlar. Google’ın bir açıklaması sorunun büyüklüğü hakkında bize bir fikir verebilir. Google’ın veri bankaları 2022’de 20 milyar litre su tüketmişler (Bu geri dönüşümlü kullanımı kapsamıyor: Net tüketim). Google için bu 2021’e göre yüzde 20’lik bir artışı temsil ediyormuş.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, April 22, 2024

Şimşek: Çare değil semptom

 

Hazine Bakanı Mehmet Şimşek’in İMF/Dünya Bankası toplantısı için Washington’dayken, “Türkiye: Değişken Küresel Ekonomide İleriye Doğru Gitmek” başlıklı etkinlikte yaptığı konuşma, Murat Yetkin’in Dünya Bankası Türkiye Müdürü Humberto Lopez ile yazışması (https:// yetkinreport.com) karşımızda, yıkıcı sonuçlar üretecek anakronik bir neoliberal klişe olduğunu gösteriyor.

ŞİMŞEK VE LOPEZ

Bugün dünya ekonomisinin durumu, Türkiye’nin durumunun (dolayısıyla sorunlarının), neoliberal politikaların krizi kısmen yönetebildiği 1980’lerdeki ve 2000’lerin başındaki durumlarına benzemiyor. Örneğin o dönemlerde gelişmekte olan ülkelere sermaye girişi artıyordu, son yıllarda çıkış artıyor. (Adam ToozeChartbook, 277)

(...)

Bağımlı ülkelerin ekonomilerinin (ve yerli sermayenin) uluslararası egemen sermaye ile ilişkisini (kullanılabilirliğini) düzenlemekle görevli IMF ve Dünya Bankası da aynı yönde düşünüyorlar. Şimşek, bir “cool bürokrat” (Gramsci’den filan alıntı yapıyor...) olarak bu “paradigma” içinde hareket ediyor. “Bürokrat”kavramını boşuna kullanmıyorum. Şimşek ağzını açtığında dışarı, yeni fikirler değil, ezberlenmiş neoliberal klişeler dökülüyor: Enflasyonla mücadele, bütçe disiplini.

(...)

‘BİLİŞSEL UYUMSUZLUK’

“Bilişsel uyumsuzluk” da buradan kaynaklanıyor: Bir taraftan ülkede derin bir geçim sıkıntısı krizi var, diğer taraftan Şimşek bu geçim sıkıntısını ağırlaştıracak önlemlerden söz ediyor.

(...)

Şimşek, bir taraftan verimlilik artırmaktan, küresel ısınma karşıtı önlemlerden, yeni teknolojik gelişmelere uyum sağlamaktan söz ediyor. Diğer taraftan siyasal İslam eğitim sistemini, yüksek öğretimi, bilimsel gelişmeyi, kadın haklarını sabote etmekle; Şimşek de sanayi politikalarını, küresel ısınmaya karşı mücadeleyi, teknolojik gelişmelere ayak uydurmayı sağlayacak olan ekonomik büyümeyi sabote etmekle meşgul.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, April 18, 2024

‘Ekonomik-jeopolitik’ krizler döngüsü yeni savaşlara hazır olun diyor

 

Dünya ekonomisi, finansal krizden bu yana durgunluk içinde patinaj yapmaya devam ederken üzerine pandeminin, Ukrayna savaşının en son olarak da Hamas’ın 7 Ekim çılgınlığının, Siyonist faşistlerin soykırım girişiminin, İsrail-İran çatışmalarının ağırlığı yüklendi.

UZUN DURGUNLUK - KRONİK YOKSULLAŞMA

IMF Başkanı Georgieva’ya göre “Dünya ekonomisinin önünde 10 yıllık bir yavaş büyüme ve toplumsal hoşnutsuzluklar dönemi var”, “Enflasyon denetim atına alınamadı”“Finansal krizi önleme araçları tükendi, borç stoku büyüdü”. Bu durum “Birçok ülkede kamu maliyesine büyük riskler getirdi. Gündemdeki, çok sayıda genel seçim, son yıllarda artan anksiyete, bu borçları azaltacak önlemleri almayı zorlaştırıyor”.

Jeopolitik gerginlikler “Dünya ekonomisinin parçalanma riskini artırıyor”.IMF’ye göre 39 gelişmiş ülkede borç stoku 1950’lerde ulusal hasılanın yüzde 110’undan 2022’de yüzde 278’ine yükselmiş. Son yıllarda banka dışı finans kurumlarının elindeki varlıklar 2007/8 krizinin ertesinde yüzde 25’den 2022’de yüzde 47.2’ye yükselmiş. Financial Times’dan John Plender’e göre “Karmaşık finansal enstrümanların fink attığı bu finansal ‘macera oyunu parkında’ ne gibi risklerin biriktiğini kimse bilmiyor”.

(...)

REKABET VE JEOPOLİTİK

(...)

Dünya ekonomisi ABD ve AB’de aşırı birikim, Çin’de aşırı üretim sorunun basıncı altında patinaj yaparken dünya ticaretinin yüzde 12’sinin geçtiği, Süveyş Kanalı ve petrol tüketiminin yüzde 21’inin geçtiği Hürmüz Boğazıcoğrafyasında, çatışmalar terörizm, soykırım, etnik temizlik, İsrail ve İran arasında doğrudan savaş olasılığını içeren jeopolitik kriz enerji ve deniz taşıma maliyetleri üzerinden, aşırı birikim ve aşırı üretim sorunlarınınkaynağındaki kâr oranları gerileme eğilimini güçlendiriyor.

Tarih bize, kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen “emperyalist rekabetin” vekâlet savaşları ve bir “Büyük Savaş” olasılığını güçlendirdiğini söylüyor.

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Monday, April 15, 2024

Beklenen oldu!

 

Beklenen oldu!

 

Devletler arası ilişkilerin doğası gereği İran İsrail’in 1 Nisan saldırısına cevap vermemezlik edemezdi. Elçilik, ülke toprağı sayıldığından, İsrail İran’ı’ kendi toprağında vurmuş oluyordu. Öyleyse, İran’ın cevabı da aynı biçimde olmalıydı. Ancak ortada üç soru vardı. İran hemen mi cevap verecek yoksa zaman yayarak vekillerini mi kullanacak? Cevabın şiddeti durumu kurtaracak, İsrail’in misilleme yapmasına gerek bırakmayacak düzeyde mi kalacak? Yoksa İran bugün kadar görülmemiş şiddette ve etkinlikte bir vuruşla büyük can kaybına yıkıma yol açarak  İsrail’in başlattığı tırmanmaya hızlandıracak mı?

 

İran’ın cevabı hem geniş çaplı hem de İsrail’e fazla zarar vermeyecek biçimde gerçekleşti. İran İsrail misilleme yaparsa daha şiddetlisi gelecek derken cevabını sınırlı tuttuğunu, süreci burada kapatmak istediğini ifade ediyor. İsrail’in saldırıdan 7 Saat sonra hava sahasını tekrar ticari uçuşlara açmış olması da benzer yönde yorumlanabilir.  Biden’in G7’yi “diplomatik” tutum belirlemek için toplama çağrısı ABD’nin de bir tırmanmadan yana olmadığına işaret ediyor. 

Tüm bu gelişmelerin bir boyutu daha var: İran saldırısı karşısında İsrail’i korumak için ABD, Avrupa ülkelerinin yanı sıra Sunni-Arap ülkelerinin teknolojik kapasitelerinin de devreye girdiği aktarılıyor. Eğer bu sonuncu istihbarat doğruysa, Gazze soykırımına, yıkıma karşın İbrahim anlaşmasının hala ayakta olduğu, Sunni Arap rejimlerinin gözünde Filistin halkının pek bir değeri de olmadığı anlaşılıyor.

 

Diğer taraftan İsrail’in hava savunma kalkanı kendini kanıtlıyordu, kimi uğursuz ittifaklar ayaktaydı ama, Haaretz’de bir yazarın vurguladığı gibi bir tabu da kırılmış oluyordu: Otuz üç yıl sonra ilk kez bir ülke İsrail’i doğrudan hedef aldı!

 

Bunlar aktörlerin özgün niyetlerini göz önüne almayan soğuk kanlı gözlemler. Ancak bir adım geri çekilip bakınca resim biraz daha karmaşıklaşıyor: 7 Ekim’e kadar geri gidersek, Hamas’ın, bu kadar kanlı ve maksadını çok aşan saldırıyı, ya da vahim hesap hatasını (ki bu uzak bir olasılıktır) Gazze’de gittikçe aşınmakta olan iktidarını Gazze halkının canı pahasına canlandırmak, İsrail ile Körfez ülkeleri arasına başlamış yakınlaşmayı bir bölgesel savaşı tetikleme pahasına sabote etmek için düzenlemiş olduğunu görebiliyoruz.  

 

Netanyahu’nun ise tek amacı vardı: İktidarda kalıp hapse düşmekten kurtulmak. Bu amaçla Ben Gvir-Smotrich faşitlerine yönetimi teslim ettti, onları Gazze ve Batı yakasında etnik temizlik ve soykırım politikasını kabullendi. Böylece İsrail’in dünyadaki yumuşak gücünü tamamen yok etti, uzun dönemli güvenliğini, hatta bekasını bütünüyle tehlikeye attı. Netanyahu, devam edebilmek için savaşı tırmandırmak istiyordu ama Hizbullah ve diğer İran vekilleri saldırılarını düşük düzeyde tutuyor tırmanmaya fırsat vermiyorlardı. Bu koşullarda, çatışmaları ABD’yi bölgede doğrudan taraf olacak biçimde içine çekecek, İsrail’in Batı kamuoyunda yalnızlaşması sürecini tersine çevirecek yönde tırmandırmak gerekiyordu. Netanyahu bu amacına İran’ı doğrudan savaşa girmeye zorlayarak ulaşabileceğini düşünüyordu. 

 

Bunları göz ünün alarak bakınca, eğer ABD’nin İsrail üzerindeki basıncı, İran’a yönelik tehditleri etkili olmaza, ki olmayabileceğini düşünmek için çok neden var. 

 

Şimdi Netanyahu rejiminin İran’a daha sert bir cevap vererek savaşı daha da tırmandırma olasılığı yüksek. İlk anda gelen haberler, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısının İran ekonomisini vurmuş, halkta temel gıda maddelerine doğru stoklama paniği yaratmış olduğu anlaşılıyor. Ben Batı Yakasına ve Rafah’a girmek için çırpınan Gvir ve Smotrich faşistlerinin Netanyahu üzerindeki basıncı da göz ününe alınca, çatışmaların karşılıklı vuruşlarla devam ederek yayılma olasılığı hiç de zayıf değil!

 

 

 

‘Eksikliği’ arzulamanın absürtlüğü ya da 2024’ten 1921’e

Muhalefet bayram ziyaretlerini tamamlayıp dört yıllık hesaplara dalarken siyasal İslamın “yeni anayasa” arzusu gündeme oturmaya başladı. Siyasal İslamın partisi AKP’nin önde gelenlerinden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş“Şimdi tekrar, aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır”dedi.

Siyasal İslamın entelijansiyasının malum sorunu yine nüksetti. “Gerçeklikle”, gerçekliğin anlıklarında, ideolojinin, filtresinden geçerek oluşan resmi arasında derin bir uyumsuzluk söz oluştu. Yine düşündükleri şeyin “gerçek” olduğuna inanmaya başlıyorlar. Yine ülke “Bir deli kuyuya bir taş atmış, on akıllı akıllı çıkaramamış” durumuna doğru sürüklenmeye başladı.

ANAYASA VE TARİH

“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki”sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik“bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.

(...)


‘BUNU İSTİYORSUN, ASLINDA NE İSTİYORSUN?’

Psikanalistin, analiz edileni dinlerken aklında hep şu soru vardır: “Bunu diyorsun ama aslında ne diyorsun?” Analiz edilen de bu sorunun cevabını bilemiyorsa, analist o cevabı bulmasına yardımcı olmaya çalışacaktır.

1921 Anayasası’na dönmeyi arzulayan siyasal İslamın entelijansiyasına “Sen bunu arzuluyorsun ama aslında ne arzuluyorsun” sorusuyla yaklaştığımızda, onun, aslında 1921 Anayasası’nı, içerdiklerinden değil, içermediği şeylerden, onu izleyen anayasalarla kıyaslandığında “eksikliklerinden” dolayı arzuladıklarını görüyoruz.

(...)

TEHLİKE ÇOK BÜYÜK!

yazının tamamı nı okumak için tıklayınız

Thursday, April 11, 2024

AKP’de travma...

 


Yerel seçimlerin sonuçları, siyasal İslamın entelijansiyasını sarstı, bir “travma” yarattı.

Travma” diyorum çünkü sonuçları açıklayamıyorlar, daha tehlikelisi kabullenemiyorlar. Paranoya ve histeri el ele...

Siyasal İslamın entelijansiyasının kültürünün tarihsel derinliğinden hiç kuşku duymadım. Yeri geldiğinde, “yararlı salakların” (“A takımı” filan...) yönlendirme heveslerinin küstahlığa varan bir cehalet olduğunu da vurguladım. Ancak o entelijansiyanın onulmaz bir zaafı vardı: Toplumsal gerçeklik, anlıklarında kurguladıkları sanal gerçeklik içindeki beklentilere uymadığında, oluşan “çatlakları” türlü fantezilerle kapatmaya çalışıyorlardı. 31 Mart seçimlerinin ertesinde yine öyle bir momentteyiz.  

(...)

Oluşan, “çatlakları” fantezilerle yamama çabasının son örneğini siyasal İslamın önde gelen yazarlarından birinin “Mücahit olarak yola çıktık. Sonra sırasıyla evvela müteahhit..., ardından da her şeye müsait...” yakınmasında görebiliyoruz. Yazar devam ediyor, “Sistemi dönüştürmek değil, yıkmamız gerekiyordu. Putları değiştirmek değil, yıkmaya soyunmalıydık. Müslümanlar, ekonomiye yön vermeyi, ekonomiyi büyütmeyi hedefleri haline getirdikleri zaman, asla sistemi dönüştüremezler, sistem tarafından dönüştürülürler”. Kısacası: Kapitalizm bizi dönüştürdü, kendine benzetti, onun, ekonomik, kültürel siyasi dinamiklerine tabi olduk. 

(...)

Belli ki yazar anlığındaki resmin içinde açılan “çatlakların” farkında, doğru bir saptama yapıyor (Kapitalizmin dünyasıyla uyuşamazdık önce yıkmalıydık!) ama imkânsız bir yöne doğru. Ve hemen fanteziler üretmeye başlıyor.

Birinci fantezi: Nerede, hangi dünyanın içinde “yola” çıktınız? Kapitalizmle, onun dışından gelerek mi karşılaştınız? Siz kapitalizmle, 19. yüzyılın sonundan bu yana gittikçe artan bir yakınlığın ürünü olarak şekillendiniz. 21. yüzyılda, kapitalizmle, ekonomik kriz içinde egemen sermayenin tercihlerinden biriolarak karşılaştınız.  

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, April 08, 2024

Odadaki filler

 


Bir haftadır, “Peki şimdi ne oldu-ne olacak?” türünden tartışmaların yapıldığı “odanın” ortasındaki, üçü yetişkin, bir de yeni büyümeye başlayan dört “fil” var. Bu “fillerin” varlığını yadsıyarak o sorulara doğru cevaplar bulunamaz. “Süreç olarak faşizm” durdurulamaz.

Birinci “fil”siyasal İslam: Sİ aslında bir toplumsal hareket (çok parçalı yapısı bu gerçeği değiştirmez) , 20+yıldır, “bağımlı kapitalist” bir ekonomik/siyasi zemin üzerinde devleti, ekonomiyi, toplumu dönüştürerek kendi siyasi ideolojik egemenliğini inşa ediyor. Bu dönüşümün, özellikle son genel seçimlerden sonra hızlanan sonuçları, dikkate almadan ilerlenemez. Örneğin, “adam”giderse “hareket” ve “dönüşümler” eriyip gider beklentisi, onu orada tutan güç ilişkilerini, toplumsal “artık-değeri” edinen ve bölüştüren, yaygın ve derin “sosyal/ kültürel sermaye” dinamiklerini görmezden geliyor. Bu dinamikler bir “adamın” gitmesiyle sönümlenmez.

Neoliberalizm: Siyasal İslamın kökleri 1970’lere, Soğuk Savaş ilişkilerine, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktidar savaşlarına kadar gider ama devleti ele geçirmesi, neoliberalizmle yapılandırılarak uluslararası sermayenin kullanımına tamamen açılmış, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin içinde gerçekleşmiştir.

(...)

Odadaki 3. “fil” devlettir. Siyasal İslam 2002’den bu yana devleti, moleküler(kadro, teknoloji, ideoloji, finans...) düzeyde ve kimi zaman cepheden ataklarla (anayasa, başkanlık sistemine geçiş, 15 Temmuz sonrasındaki büyük “temizlik”) yeniden şekillendiriyor.

(...)

Bu üç “fil”, rejimin tepesindeki “sıkışma”, ekonomide çözümsüzlük, devletin aldığı özgün biçim“bağımlı” Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye açısından kullanılamaz duruma geldiğini gösteriyor.

Bu da bizi yeni büyümeye başlayan “fil”e getiriyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, April 04, 2024

CHP umudu canlandırdı

 


CHP’nin yerel seçimlerde “yüzde 25’lik tavanı tuzla buz” ederek birinci parti konumuna yükselmesi “süreç olarak faşizmi” durdurma umudunu canlandırdı.

MOMENTUM ÇOK ÖNEMLİ

CHP’nin, canlandırdığı umudu yaşatması, daha da güçlendirmesi gerekiyor. Mao’nun deyimiyle: Devrimci süreç “bisiklet gibidir durursak düşeriz!”

Durmadan devam edebilmek için, ...

(...)


'KALKAN' KIRILDI

AKP bugüne kadar her seçime hile hurda karıştırdı. Çünkü siyasal İslam toplumda azınlığı temsil ediyor. Bu nedenle, AKP kendi projesini, değerlerini topluma dayatırken tepkiler karşısında hep “milli değerlerimiz” kalkanının arkasına sığındı. Ne yazık ki CHP de mart yerel seçimlerine kadar bu oyuna ortak oldu.

Şimdi AKP ikinci parti konumuna düştü; bu kez seçim sonuçlarıyla oynamaya çalışıyor. Ancak AKP’nin toplumsal desteğinin gerçek çapı açığa çıktı, o “kalkan” kırıldı.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, April 01, 2024

Ertesi gün...

 

Siyasi analistler, gözlemciler, bir taraftan bu yerel seçimlerin özellikle üç büyük kentteki olası sonuçlarının ne kadar önemli olduğunu vurguluyorlardı; diğer taraftan da partilerin seçim kampanyaları boyunca seçmenin yorgun, siyasete ilginin zayıf olduğunu söylüyorlardı.

İLGİNÇ BİR PARADOKS

Seçimler tüm Türkiye’de yapılıyordu ama ekonomik, kültürel, siyasi sonuçlarının olası etkileri açısından İstanbul, Ankara, İzmir seçimlerinin sonuçları, ülkede iktidarın ve muhalefetin geleceği üzerinde belirleyici olacaktı.

 (...)

Bu “durum” içinde oluşan “seçimler çok önemli ama seçmen ilgisiz!” gibi bir paradoksu ideolojik ve pratik iki etken arasındaki diyalektik ilişki üretiyordu.

(...)

Bu ideolojik ve pratik etkenler hem birbirlerini hem “süreç olarak faşizmin” gelişmesine uygun koşulları besliyorlardı. Diğer taraftan, bu ideolojik-pratik diyalektiği, karşımıza siyasal İslamın kültürel hegemonyasının hem bir sonucu hem de onu yeniden üreten koşullar olarak çıkıyor.

ERTESİ GÜN

Ekonomistlere göre seçimlerden sonra ülkeyi çok derin bir ekonomik kriz bekliyor. Bu öngörü gerçekleşir, çare olarak önerdikleri önlemler alınır hele ekonomiyi bir “IMF paketi” yönetmeye başlarsa krizin tüm yükü zaten ezilmekte olan alt ve orta sınıfların sırtına yüklenecek, rejime olan güvensizlik öfkeye dönüşmeye başlayacaktır.

(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, March 28, 2024

Yerel seçimler üzerine notlar

 


Önümüzdeki yerel seçimler, tarihsel olarak (süreç olarak faşizm içinde) genel siyasi sonuçları açısından çok önemli bir konuma yükseldi. “Kimler kazanacak” sorusundan çok “Kimler kaybedecek” sorusu önem kazandı. Bu seçimlerin, Türkiye nüfusunun yüzde 30’dan fazlasını barındıran, Türkiye’nin toplam hasılasının yarısına yakınını üreten İstanbul (yüzde 30.4), Ankara (yüzde 9.2) ve İzmir (yüzde 6.4) kentlerindeki sonuçları hem iktidarın ve rejimin hem de muhalefetin geleceğini belirleyecek.

ÜÇ BÜYÜK KENT

Laik Cumhuriyetin yaşayabilmesi, demokratik bir olasılığın yeşerebilmesi için o üç büyük kentte AKP adaylarının kaybetmesi gerekiyor.

(...)

Eğer rejim bu yerel seçimlerde o üç kentin, hatta yalnızca İstanbul’un yerel yönetimini ele geçirebilirse ülke siyasetini yeniden şekillendirme “sürecinde” planladığı, Erdoğan’ın hayat boyu başkan kalmasına, siyasal İslamın etkisinin topluma (eğitim sistemine, sokaklara) ve devlete daha fazla nüfuz etmesine, yayılmasına olanak verecek bir “yeni anayasa”, bunlar için gereken erken seçimler, referandum gibi adımları kendi gücüne, muhalefetin iktidarsızlığına güveni daha da artmış olarak gündeme getirecektir. Kısacası yalnızca yerel yönetimler değil ülkenin “genel yönetimi” de sandıkta oylanacak!

Muhalefetin bu durumun bilincinde olarak bir birlik ya da en azından eşgüdüm içinde davranması beklenirdi, birbiriyle yarışması değil.

MUHALEFET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Bir süredir CHP, bir “değişim” yaşadığını iddia ediyordu.

(...)

Bir kez daha vurgulayalım, AKP tabanından oy alma çabası, bununla beraber gelen söylem ve kavramlar, siyasal İslamın gittikçe artan propaganda olanaklarının (özellikle TV dizileri) etkileri, cumhuriyetçi, seküler, laiklik yanlısı modern seçmenin yalnızca moralini bozmakla, özgüvenini zayıflatmakla kalmıyor, direnme kararlılığını, enerjisini de törpülüyor, siyasal İslamın dayattığı “değişimi” kerhen de olsa kabullenmesini kolaylaştırıyor.

(...)

Solun seçim kampanyası boyunca hareket kabiliyetini görece artırmış görünmesi de kimseyi yanıltmamalıdır.

(...)

“Kimler kazanacak” sorusundan çok “Kimler kaybedecek” sorusu önem kazandı.  


Yazının tamamını okumak için tıklayınız